Atatürk tekke ve zaviyeleri neden kapattı
Tekke ve zaviyelerin kapatılmasını din karşıtlığı olarak görmek yahut göstermek tam bir aymazlık halidir. Zira tekke ve zaviyelerin herhangi bir İslamî dayanağı bulunmamaktadır. Dinsel ve kültürel tarihimiz içinde vücut bulan ve bir zamanlar bir eğitim ve dayanışma kurumu olarak işlev gören tekke ve zaviyeler zamanla işlevini yitirmiş ve yozlaşmıştır.
Bu gerçeği dile getiren Kuşadalı İbrahim Efendi 19. Yüzyılda tekkelere karşı görüşleriyle öne çıkmış en önemli mutasavvıflardandır. Onun hakkında merhum Yaşar Nuri Öztürk şöyle diyor:
… Kuşadalı, Osmanlı saltanat çevrelerince de irfan ve din çevrelerince de Ariflerin kutbu, kutsal gönüllü mürşit gibi unvanlarla anılmış ve 19. Yüzyıl tasavvuf hayatının tartışmasız önderi kabul edilmiş bir büyük insandır. Bu Kuşadalı İbrahim Halvetî, Atatürk’ten yüz küsur sene önce, tekkelerden söz ederken şu mealde konuşuyor:
Tekkelerde artık hayır kalmamıştır. Bunların kaldırılması lazımdır. Bunlardan artık insanlığa da, İslam’a da hiçbir hayır gelmez. Çünkü tekkeleri, meyhane ve kerhaneye dönüştürdüler.
Onların yerine neyin konulması lazım? Kuşadalı buna da cevap vermiştir:
Yeryüzünü bir tekke haline getirmek ve bütün yeryüzünde insanlığın hizmetinde faaliyet göstermek lazımdır. Zaten Hazreti Peygamber’in de bize bıraktığı budur. Evaile dönmek yani ilk zamana, özgün İslam’a dönmek lazımdır.
Şimdi sormak lazım: Tekkeleri, şu sözlerin sahibi Kuşadalı mı kapattı, Atatürk mü? Gerçekte Kuşadalı kapattı, Atatürk bu işin resmî tescilini yaptı.” (Yaşar Nuri Öztürk, Allah İle Aldatmak, s.158- 159.)
Tekke ve zaviyelerin kapatılması noktasında bardağı taşıran son damla bildiğimiz üzere Şeyh Sait ayaklanması olmuştur. 1925’te Şeyh Sait’in elebaşılığında Doğu ve Güneydoğu’da başlayan ayaklanmada tekke ve zaviyelerin rolü büyüktür. Bu ayaklanma Cumhuriyet’e karşı halifeliği ve şeriatı savunmak için yapılmıştır. Yani tekke ve zaviyelerden ayrıca bölgedeki medreslerden büyük destek alan hatta oralarda başlayan bu ayaklanma tarihte, Emevî dinciliğinin en gerici yüzlerinden biri olarak yer almıştır.
Ayaklanma bastırılıp denetim yeniden sağlandıktan sonra 1925’te 677 sayılı Tekke, Zaviye ve Türbelerin Seddine, Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair kanun ile tekkeler kapatılmış ve onlarla ilişkili bir kısım unvanların kullanımı da yasaklanmıştır.
Büyücülük, üfürükçülük, muskacılık gibi akıl ve bilim dışı sapkınlıklarla mücadele edilmiş, uygar ve ileri bir toplum olma yolunda büyük adımlar atılmıştır.
677 sayılı yasa aslında bir başka açıdan Türkiye’de cemaat ve tarikatların da kapatılması, faaliyetlerinin engellenmesi sonucunu doğurdu. Bu son derece doğru ve isabetli bir düzenlemeydi. Cemaat cemaat, tarikat tarikat bölünmüş bir toplumun medeni / uygar bir toplum olduğu ileri sürülebilir mi? Elbette sürülemez.
Büyük Atatürk’ün bu konudaki meşhur sözü hala kulaklarımızdadır:
“Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar, meczuplar memleketi olamaz. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.”
Geriler ne derse desin şu bir gerçek ki büyük Atatürk, Kur’an’ı Türkçeye çevirterek ve tefsirini yaptırarak gerçek Müslümanlığın yolunu açan, Muhammedî İslam inancının yeniden inşası için uygun ortamın oluşmasını sağlayan büyük bir devrimcidir. Atatürk, din konusundaki bir yığın hurafenin teşhis ve tespiti için de hadis derlemelerini Türkçeye çevirtmiştir. Bu amaçla “Buhari Tercüme ve Şerhi” yaptırılmıştır.
ATATÜRK DÜŞMANLIĞI TEK KELİMEYLE YOBAZLIKTIR
Atatürk’e din üzerinden ve Kur’an ile aldatma yoluna başvurarak düşmanlık edenlerin mizacını ortaya koyması bakımından merhum Yaşar Nuri hocanın şu sözleri gerçekten manidardır:
“Kendi idrak ve bilgi çaplarını büyütemeyenler, İslam ile uyuşmak için onu küçültmek zorunda kaldılar. Ama işin böyle olduğunu itiraf haysiyetini gösteremediklerinden, eksiklerini, dinin yüceliklerini kirleterek kapatma yoluna gittiler.” (Yaşar Nuri Öztürk, age, s.165)
Atatürk’teki derin bilgi birikimini idrak edemeyenler kendi sığ düşünceleri çerçevesinde onun devrimlerini din karşıtlığı ile itham ettiler. Oysa büyük Atatürk Muhammedî İslam yolunda çığır açan işlere imza atmıştır. Ona düşmanlık edenler gerçekten sığ düşünceli, sığ inançlı, sığ amelli kimselerdir. Bu kimseler kendi sığlıklarına İslam’ı da çekmeye çalışmaktadırlar. Oysa İslam derin düşüncelerin, yüce inançların, ulvî hedeflerin dinidir. Onu 7. yahut 8. asra ve Arap çöllerine hapsetmek isteyenlerin büyük devrimci Atatürk’ü anlamaları olanaksızdır.
Atatürk düşmanlığı tek kelimeyle yobazlıktır. Peki, yobazlık nedir?
Yobazlık İslam’ı daraltmaktır. Evet, gerçekten böyledir. Nitekim bu gerçeği Tatar bilgin Musa Cârullah (ölm. 1949) şöyle ifadeye koymaktadır:
“Öz gönüllerini genişletemeyenler, İslamiyet’i daraltmaktan korkmadılar. Ahval-i siyasiye de buna müsaade etti.”
Merhum Yaşar Nuri Öztürk de Carullah’ın sözlerinden yola çıkarak yobazlığı şöyle tanımlıyor:
Yobazlık, kendini geliştirip büyütmek yerine, dini yozlaştırıp küçültmeyi yeğleyen hasta psikolojilerin dışa vurumudur. (Yaşar Nuri Öztürk, age, s.164)
Atatürk, gönlü büyük, idraki büyük, bakışı büyük bir dahidir. Dolayısıyla onun İslam konusundaki görüşleri de bu büyüklükle paralel bir biçimde idi. Onun görüşlerini yobazların sığ fikirleriyle kıyas etmek büyük bir haksızlık olacaktır. Bu nedenle ona yöneltilen din karşıtlığı ithamı zavallıca bir ithamdır. Ona din karşıtı demenin Ebu Cehil’in Hazreti Muhammed’i dinsizlikle suçlamasından farklı bir yanı yoktur.
Atatürk, yobazı yakamızdan düşürecek elin, Kur’an’ın eli olduğunu biliyordu. Bu sebepledir ki o, dini Kur’an, Kur’an’ı da din yapmak istedi. Bir kez daha belirtelim ki, Türk insanının kutsal kitabı kendi dilinde okumasını ve dolayısıyla anlamasını sağlamak için Kur’an’ı Türkçeye çevirtti. Bu, emsalsiz bir devrimdir. Bu devrimden rahatsız olanlar aslında Kur’an ile aldatmaya çalışanların ta kendileridir. Onlar kitleleri Kur’an ile aldatabilmek için onun anlaşılmaz kalmasını istediler. Kur’an’ı kendi heva ve hevesleri doğrultusunda eğip bükebilmek için Arap dilinde kalmasını özellikle yeğlediler.
Ne var ki Atatürk onların bu habis oyunlarını bozdu ve bozmaya da devam ediyor.
Atatürk’e yönelik din karşıtlığı ithamının nedenleri arasında gösterilen birkaç hususa daha değinmek istiyoruz. Bunlar; giyim kuşam devrimi, hafta tatili ve takvim meselesi, bir de dil devrimidir.
Önce giyim kuşam konusundan başlayalım…
İslam’da dinî kıyafet diye bir şey yoktur. İslam kıyafet konusunda temizliği ve örfe uygunluğu önemser. Bir başka ifadeyle İslam’da dinsel kisve söz konusu değildir. Ne var ki zamanla bu konuda da bir yığın hurafe devreye sokulmuştur.
Sarığı, cübbeyi, şalvarı dini kıyafet diye takdim edenler İslam’ı şekilciliğe boğanlardır. Bunların hiçbirinin İslamilikle ilgisi yoktur. Bunlar tümüyle kültürel unsurlardır. Her toplumun kendi kültürel kimliği çerçevesinde bir giyim kuşam biçimi vardır. Hazreti Muhammed de içinde yaşadığı Arap toplumunun gelenekleri doğrultusunda giyinip kuşanmıştır.
Sözün özü Ebu Cehil ile Hazreti Muhammed’in giyim kuşamı aynıydı. Zira ikisi de Arap’tı. Bu örnek aslında meselenin halli noktasında kâfidir. Lakin maksat İslam değil de Araplaşmak olunca dinci, ümmetçi güruh İslamî kisve diye bir şey tutturuyor. İslam şekil, şemal dini değil öz ve mana dinidir. Giyim kuşamdaki öz ve mana ise temizlik ve örfe uygunluktur.
Büyük Atatürk’ün gerçekleştirdiği giyim kuşam devriminde medeni toplumların evrensel bir kimlikle ürettikleri giyim kuşam biçimi esas alınmıştır. Şapka, ceket, pantolon bütün dünyanın giydiği kıyafetlerdendir. Bu kıyafetleri bir topluma mal etmek mümkün değildir. Uygar toplumların bu konuda öncü oldukları malumdur. Türk toplumu da Atatürk’le birlikte giyim kuşam konusunda uygar toplumları örnek almıştır. Sözgelimi, şapkaya gavur giysisi demek saçmadır. Zira biliyoruz ki şapkadan önce giyilen fes de aynı şekilde tepkiyle karşılanmıştı. Fese gösterilen tepkiler bu sefer şapkaya gösterildi. Kıyafet konusundaki yenilenme ve değişim bütün toplumların geçirdiği bir süreçtir. Batı toplumları da üç yüz yıl önceki gibi giyinmiyor artık. Türk toplumunun da böylesi bir değişim ve dönüşüm geçirmesi tabiidir. Bunun, dinle, imanla bir ilgisi yoktur.
KUR’AN’DA CUMA GÜNÜNÜN HAFTA TATİLİ OLMASI DİYE BİR ŞEY SÖZ KONUSU DEĞİL
Fötr şapkayı Yahudi kıyafeti deyip karşı çıkanların bir Yahudi ve Hıristiyan kıyafeti olarak bilinen kara çarşafa sahip çıkmaları ise gerçekten büyük bir çelişkidir. Malum olduğu üzere Hıristiyan rahibeler kara çarşafa benzer bir kıyafet giymektedirler.
Öte yandan şapka giymedikleri için bazı kimselerin idam edildikleri yönündeki iddialar ise tümüyle yalandır. Vatana ihanetten idam edilenleri şapka giymemekten dolayı idam edilmiş gibi göstermek kesinlikle haksızlık, ahlaksızlık ve vicdansızlıktır.
Giyim kuşam konusunda en çok tartışılan nokta, aslında kadın kıyafetleridir. Kadınların tesettür zorunluluğunun kaldırılması yani başını kapatmadan da sokağa çıkabilmesi, devlette görev alabilmesi sanki başı kapatmanın yasaklanması gibi takdim edilmektedir. Oysa böyle bir kanunî düzenleme yoktur. Öte yandan başı kapatma anlamında bir tesettür emrinin Kur’an’da olmadığını, Kur’an’da olanın göğüsleri kapatmak olduğunu “Kur’an ile Aldatmak ve Kadınlar Konusu” başlığı altında işlemiştik. Bu konuda daha ayrıntılı bilgiye “İslam Bu” kitabımızdan da ulaşmak mümkündür.
Kadınlarımız ister başlarını kapatırlar isterse kapatmazlar. Bunun giyim kuşam devrimi ile bir ilgisi yoktur. Başı kapatmak İslamî bir gelenektir. Hatta çoklarınca bir tavsiyeden ibarettir. Zira başı açık olmanın Kur’an’da hiçbir yaptırımı belirtiliyor değildir. Yani Kur’an’da başı açık olmanın bir cezası söz konusu değildir.
Büyük Atatürk giyim kuşam konusunda da kadınıyla erkeğiyle Türk toplumuna önderlik etmiş ve uygar toplumlar gibi giyinmek noktasında son derece isabetli düzenlemeler yapmıştır. Bunları dinsizlik yahut din karşıtlığı gibi sunmak dinden bihaber olmanın ta kendisidir.
Gelelim hafta tatili ve takvim meselesine…
Dünyanın bütün gelişmiş toplumları Güneş’i esas alan Miladî takvimi kullanmaktaydı. Osmanlı da Miladî takvime benzer Rumî takvimi kullanmak zorunda kalmıştı. Rumî takvim hicreti esas alan ama Güneş temelli bir takvimdir. 13 Mart 1840’ta kullanılmaya başlandı. Zira Hicri takvim uluslar arası ticaret ve diplomatik ilişkiler konusunda bazı sıkıntılara yol açmaktaydı. Ay’ı esas alan Hicri takvim sadece Ramazan ayı, dini bayramlar, kandiller gibi dinî gün ve gecelerin tespiti ve takibi için kullanılıyordu. Yani aslında takvim konusundaki düzenlemenin de kökü Osmanlı’da vardı. Dolayısıyla Osmanlı’daki uygulamayı güncelleyerek kullanıma sokmanın dinle, dinsizlikle bir ilgisi yoktur.
Hafta tatili konusu da önemli bir konudur. Hafta tatilinin cumadan pazara alınması yine dinci çevrelerce insanların Cuma namazına katılımını engellemek için yapılan bir değişiklik olarak yansıtılmaya çalışılmaktadır.
Kur’an’da Cuma gününün hafta tatili olması diye bir şey söz konusu değildir. Cuma namazının emredildiği Cuma Bölümü’nde namazdan sonra yeryüzüne dağılıp rızkınızı aramaya devam edin, denilmektedir. Dolayısıyla o gün tatildir, diye bir şey söz konusu değildir.
İlgili Kur’an sözlerine bakalım:
Ey inananlar, Cuma günü toplu yakarış yani namaz için çağırıldığınız zaman hemen Hakk’ı anmaya koşun ve işlerinizi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha iyidir.
Yakarış yani namaz bitince de işlerinizin başına dönün ve Allah’ın sunumundan payınıza düşeni isteyin. Hakk’ı çokça anın ki kurtuluşa erebilesiniz.
Görüleceği üzere bu iki Kur’an sözünde Cuma gününün tatil olması değil kesinlikle olmaması gerektiği belirtiliyor. İbadet bitince hemen işinizin başına dönün, deniliyor. Cuma gününün tatil ilan edilmesi kesinlikle Kur’an’a aykırıdır. Kur’an’ı ve Cuma Bölümü’nü refere ederek Cuma gününün Müslümanların tatili olduğunu savunmak apaçık bir biçimde Kur’an ile aldatmaktır.
Bütün gelişmiş ülkelerin hafta tatillerini Pazar günü yaptığı bir dünyada onlarla sıkı ekonomik ilişkiler içerisinde bulunan bir ülke olarak bizim de Pazar gününü hafta tatili olarak seçmemizden daha doğal ne olabilir? Bu nedenle, hafta tatili üzerinden bile Atatürk düşmanlığı devşirmeye çalışmak utanmazlıktır. Bu utanmazlığı deşifre ediyoruz ve daima da deşifre edeceğiz.
Gerçek şu ki, Cuma namazı İslam’ın en önemli ritüeli ve ibadetidir. Biz bu konuyu “Türkiye’de Cuma Namazı Kılınır mı?” başlıklı makalemizde genişçe ele aldık. Yazımıza Diyanet çok büyük tepki gösterip internetten kaldırılması için mahkeme kararı aldırdı. Yazımızı milli güvenliğe tehdit oluşturuyor şeklinde damgaladılar. Kafalarında millet mefhumu olmayanların milli güvenlikten bahsetmesi trajikomik bir vakıadır. Onların kafasında millet yok, ümmet var. Kafasında millet olmayanın milli güvenlik diye bir derdi olabilir mi? Elbette olamaz. Milli güvenliği dert eden biziz. Zira biz millet mefhumuna inananlardanız. Ta Oğuz Kağan’dan, Bumin Kağan’dan, Bilge Kağan’dan beri millet diyoruz. Milletimizin emsalsiz önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e millî duygularla bağlıyız. Dolayısıyla millet diyen, milli olan ve milli güvenliği dert edinen elbette bizleriz; onlar değil!
ATATÜRK’E ŞERİAT YASALARINI KALDIRDI DİYE SALDIRANLARA YANIT VERELİM…
Yıllarca Türkiye’yi “dar’ul- harp” görenlerin halkı Cuma namazına gitmekten alıkoymak adına neler yaptıklarını henüz unutmuş değiliz. Halkı, Cumhuriyet’in camilerinden koparıp dinci, gerici tarikat ve cemaatlerin kaçak tapınaklarına toplayanlar bilsinler ki biz o ihanetleri unutmuş değiliz. Biz Mustafa Kemal’in Türkiye’sine yürekten bağlıyız. Zira biz ikbalini Katar’da, Kuveyt’te, Suudî ailesinde ve bilumum Anadolu düşmanlarının kucağında arayanlardan değiliz. Biz iki Mustafa’ya bağlılıktan asla vazgeçmeyecek olan yurtseverleriz. İki Mustafa’mızın biri Muhammed Mustafa diğeri ise Mustafa Kemal’dir.
Şimdi biraz da dil devrimi konusuna değinelim…
Yazı devrimi ve dil devrimi aslında birbiriyle ilintilidir. Yazı devrimi konusuna bir miktar değinmiştik. Biraz daha değinelim:
Arap harflerinin Türk dilindeki sesleri karşılama konusunda başarısız ve yetersiz olduğu bilimsel bir gerçektir. Bu gerçeğe rağmen Türk dilini Arap harfleri ile yazma konusunda ısrarcı olmak elbette Arapçılıktan başka bir şey değildir. Nitekim Arap harfleri ile yazılamayan pek çok Türkçe sözcük zamanla unutturulmuş ve yerlerine Arapçaları ikame edilmiştir. Bir süre sonra da özellikle Osmanlı döneminde Türk dili tanınmaz hale gelmiştir. Osmanlıca denilen uydurma bir dil üretilmiş ve bu sözde dili Türk milleti hiçbir zaman anlamamıştır. Türk milleti tıpkı 8 yüzyıl önceki Yunus gibi Türkçe konuşmaya devam etmiştir. Osmanlıcayı temel alıp dil devrimi yüzünden ecdadımızın dilini anlamıyoruz diyen cahiller sürüsüne anımsatalım ki dil devrimi sayesinde Yunus’u anlıyoruz. Dil devrimi sayesinde 5 asır önceki Şah Hatayî’yi anlıyoruz, yine aynı şekilde Dede Korkut Öykülerini anlıyoruz ama Osmanlıca’yı anlamıyoruz. Zira Osmanlıca bizden değildi. Uydurma bir dil idi. Ama Yunus’un Türkçesi bizimdir, bizim Türkçemiz de Yunus’undur. Tıpkı Dedem Korkut’un Türkçesi gibi…
İşte dil devrimi dediğimiz devrim, Anadolu Türkmen halkının dilini devlet dili yapan bir devrimdir. Aynı zamanda bu devrimle Türkçeye gereksiz yere girip pek çok öz Türkçe sözcüğün unutulmasına yol açan bir yığın Arapça kelimeler de kullanımdan kaldırılmıştır. Kötü mü olmuştur? Asla! Son derece iyi olmuştur. Çünkü atalarımızın sözcüklerini yeniden dirilttik. Yanıtı öldürüp yerine cevabı yerleştirmişlerdi. Ama yüzyıllar sonra yanıt gibi güzelim öz Türkçe sözcük yeniden dirilmiştir. Bunun gibi yüzlerce sözcük diriltilmiştir. Ne var ki Arapçı kafa, Kur’an dilinin kelimelerine düşmanlık ediliyor, yaygarasıyla Türkçe sözcüklere karşı Arapça kelimeleri savunmuştur. Öz atalarının sözcüklerini aşağılayıp Arapların kelimelerini yücelten bir mankurtluktur bu!
Türkçeye, Kur’an’ın ve İslam’ın dili olan Arapçadan gelen kelimeleri yasakladılar; bunlar Kur’an düşmanı, din düşmanı, İslam düşmanı deme cüretini gösteren aldatıcı güruh, Türkçeye olan düşmanlıklarına Kur’an’ı kalkan yapmaya çalışmıştır. Tıpkı Sıffın Savaşında Muaviye’nin, mızraklara Kur’an sayfaları takması yaptığı gibi onlar da ağızlarından dışarıya sarkan dillerinin ucuna Kur’an sayfaları takmışlardır.
Yazı devrimini yaptı diye ve resmî dilimizi öz Anadolu Türkmen diline yaklaştırdı diye büyük Atatürk’e din karşıtı diyecek kadar bilincini yitirmiş azılı halk düşmanlarının aslında derdi ne dindir ne de iman. Onların derdi Türk kimliğidir. Onlar Türk kimliğinin ümmet adı altında eriyip Araplaşmasını hararetle arzulayan bir güruhtur.
Atatürk Türk diline büyük bir sevgiyle bağlıdır. Türk dilinin öz gücünü yeniden kazanması için canla başla çalışmıştır. O, Türk dili hakkındaki görüşlerini bazı sözlerinde şöyle açıklamıştır:
“Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir… Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız tehlikeli felaketler içinde ahlakının, geleneklerinin, hatıralarının, çıkarlarının kısaca bugün kendi milletini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”
“Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde çalışmak lazımdır.”
“Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her yayın vasıtasından faydalanmalıyız. Her aydın hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat edebilmelidir. Konuşma dilimizi ise ahenkli, güzel bir hale getirmeliyiz.”
“Milli bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.”
“Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Son olarak büyük Atatürk’e şeriat yasalarını kaldırdı diye saldıranlara yanıt verelim… Şeriat yasaları kaldırılmak zorundaydı. Zira insanlığın hukukî evrimi daha ileri bir noktaya varmıştı. Şeriat yasalarının çoğu da zaten dönemsel kuralları ifade eden düzenlemelerdi. Onların 20. Yüzyıl Türkiye’sinde uygulanması olanaksızdı. Şeriat kavramı ve şeriat yasaları konusunda yazımızın daha evvelki bölümlerinde daha ayrıntılı bilgiler vermiştik. Bu nedenle aynı hususları tekrar etmeyeceğiz. Ne var ki şunu ilave edelim ki, şeriat yasalarını dinle eşitlemek hem dine hem de insana yönelik büyük bir haksızlıktır. Zira din insan için vardır, insan din için değil. İnsanın mutluluğu, huzuru ve güveni her şeyden önemlidir. Din araç, insan ise amaçtır. Aracı amacın önüne geçirmek basiretsizliktir. Basiretsizlik ise; gericiliğin, yobazlığın, tükenmişliğin ve durağanlığın ana kaynağıdır.
Şeriat yasalarındaki dönemselliği görememek de basiretsizliğin en koyu hallerinden biridir. Büyük Atatürk’ü şeriat yasalarını kaldırdı diye dinsiz addetmek dini basiretsizliğe mahkum etmektir.
Atatürk, kadın erkek eşitliğini esas alan düzenlemeleri yaptığı için mi din karşıtıdır?
Atatürk, çok eşliliği yasaklayan medeni kanunu kabul etti diye mi din karşıtıdır?
Atatürk, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdiği için mi din karşıtıdır?
Atatürk, mirasta kadın ve erkeği eşit kıldığı için mi din karşıtıdır?
Atatürk, mahkemelerde ve her türlü hukukî meselede kadın ve erkeğin şahitliğini eşit kabul ettiği için mi din karşıtıdır?
Atatürk kız çocuklarının okula gitmesini, eğitim almasını sağladığı için mi din karşıtıdır?
Atatürk kız çocuklarının kendi rızaları dışında evlendirilmelerini engelleyen hukukî düzenlemeleri yaptığı için mi din karşıtıdır?
Atatürk boşama hakkının sadece erkekte olduğu bir sistemi reddedip kadının da boşama hakkı olmasını sağladığı için mi din karşıtıdır?
Sahi Atatürk’e ne hakla din karşıtı diyorsunuz?
Atatürk’ün kaldırdığı şeriatın ne demek olduğunu bir nebze olsun anlamak istiyorsanız yukarıdaki soruları düşününüz. Göreceksiniz ki bırakın din karşıtlığını, o dine büyük hizmetler yapmış emsalsiz bir önderdir.
Cemil Kılıç
Atatürk tekke ve zaviyeleri neden kapattı
Konu Hakkında okumaya devam et: 30 Kasım 1925
Bir yanıt yazın