Nepal Depremi
Gezimizin sekizinci günü. O gün otel değiştiriyoruz, bavullarımızla birlikte 20 kişi 2 minibüse doluştuk. Akşam alışveriş merkezi Thamel’de bir otelde kalacağız. Ama ona daha çok var, tüm gün bizim.
Katmandu Durbar Square’deyiz. Kraliyet meydanı. Tapınaklar, tapınaklar. Tek ağaçtan yapıldığı söylenen Kastamandap’ın içindeyiz.
Levent o orada başka bir tapınağın tepesine çıkıyor. Gruptan ayrılıyor bazen böyle, yalnız dolanmayı seviyor. Bakın orada, bana bakıyor.
Çocuk tanrıça Kumari’yi görüyoruz. Fotoğrafını çekmek yasak. Birazdan bu pencereden kendini gösterecek. Fotoğraf makinalarını görünce kızıp içeri girecek, sonra yeniden çıkacak.
Meydanda ilerliyoruz. Boş bir alan var, işportacılar yayılmış. Aralarından geçiyoruz.
1968 sonrası hippilerin yerleştiği Freak Street’e (Çatlak Sokak) giriyoruz. Çok yakın zaten. Sokaklar çok dar. Sadece burası değil, zaten hep öyle. Binalar eski. 2-3 katlı. Dükkanlar var.
Bu dükkanın fotoğrafını Bülent için çekiyorum.
Bir kafe görüyoruz. Elif mola verelim diyor. Bu kafe ta 68’lerde açılmış, babadan oğula geçmiş. İkinci kata çıkıp çay içiyoruz. Gruptan bir kısmı gelmiyor önce, sonra onlar da geliyor. Duvara adımızı yazıyoruz.
Elif enerjiye ihtiyacım var diyor, tatlı yemek istiyor. Aslında yeni kahvaltı ettik diyorum içimden. Kalkıyoruz, aşağıya iniyoruz. Kasada hesap ödeme derdi. Ben dışarıya çıkıyorum, Levent’le Elif kasadalar. Bir kısmımız çıkmış, bir kısmımız merdivenlerden iniyor. Saat sabah 9 civari, Türkiye saatiyle. Burada 12.
Sallanıyorum. Başım döndü sanıyorum önce, sonra yok öyle değil diyorum, çünkü herkes sallanıyor. Ellerimizi başımın üstüne koyuyorum. Sokağın ortasına -zaten bir adım sonra ortası – gidiyorum. Altımızda yer sallanıyor. Deniz yatağı gibi. Durmuyor. Düşmemeliyim. Herkes koşuyor, koşanlardan korumaya çalışıyorum kendimi. Arkamdan birisi kucaklıyor. Gel mi diyor, git mi diyor anlamıyorum. Leventmiş. Elimden tutuyor sıkıca, üç yol ayrımının ortasına çekiyor beni. Hala sallanıyoruz. Bitmiyor. Sanki Himalayaların altı ana kıtadan ayrılıyor gibi, ayrı bir kıta olarak okyanusa doğru süzülüyoruz. Sallantı o kadar büyük. Bunu sonradan düşündüm, o an değil. O an, düşünmedim. Levent’le yüzyüze ve iki elimizle birbirimizi tutuyoruz. Bakıyorum, herkes ortaya gelmiş. Elif ve Bodraj (Nepal’li rehberimiz) toparlıyor herkesi. Biraradayız. Mucize. Durdu galiba. Ama kıpırdayamıyoruz. Dar sokaktan kraliyet meydanının bir kısmını görüyorum. Toz duman.
Toz iniyor. Meydana gidelim deniliyor. El ele yavaşça ilerliyoruz. Meydan kalabalık. Boş olan kısımda bir sürü insan. Hemen önümüzde bir yıkıntı.
Meydana bakıyorum, buraları bu kadar boş değildi diyorum. Bilmiyorum. Sonradan öğreniyorum, Levent’in üstüne çıktığı o tapınak yıkılmış, sadece taş merdivenler kalmış.Artçılar geliyor. İlerlemek imkansız. Alan giderek doluyor. Elif hepimize dil altı bir damla veriyor, ayurvedik bir ilaçmış, şok için. Soru sormuyoruz, o en iyisini bilir. Annemiz o burada, koruyucu meleğimiz. İyi ki o tatlıyı yemişsin Elif, enerji lazım olacakmış, bak. Ambulans sesi. Yol açmak için kenara çekilmek lazım. Yer yok. Üst üsteyiz. Düşmemeliyim. İsportacının tahtasının üstüne çıkıyorum. Levent elimi bırakmıyor. Kimse kimseden ayrılmıyor. Bodraj biriyle tartışıyor, anlamıyorum. Artçılar devam ediyor. Bağıran çağıran yok. Bizden de yok, meydandaki insanlardan da. Yıkıntıların altında var mı birileri, bilmiyoruz, düşünmüyoruz. Telefonlara sarılıyoruz, Damla’yı, Yaprak’ı arıyorum. Buket’i Levent aradı galiba. Elif de telefonda, ne yapacağımızı bulmaya çalışıyor.
Bir kadın geliyor Türkçe konuşarak. Eşi ve oğluyla o sabah inmişler uçaktan. Bavullarını otele bırakıp gezinmeye çıkmışlar. Girdikleri ilk tapınakta yakalanmışlar depreme.
Onların rehberi geliyor, araç yakınlardaymış. Bizim araçların şöförlerine ulaşamıyoruz. Sarita (diğer Nepal’li rehberimiz) ailesine ulaşamıyor, ağlıyor. Bodraj onu sakinleştirmeye çalışıyor.
Elif Nepal’deki Türk okulundan birisine ulaşıyor. Okula gelin diyorlar, bahçemiz var, güvenli. Elif soruyor hepimize, gidelim mi diye. Gidelim diyoruz. İtiraz eden yok. Diğer aile de bizimle gelmeye karar veriyor, aslında otelleri güvenliymiş, rehberleri onları oraya geri götürmek istiyor, ama onlar bizden ayrılmak istemiyorlar. Onların araçlarına doğru yürüyeceğiz. Ama hemen değil. Artçılar devam ediyor. Sokaklar dar. Ama fazla da beklememek lazım, neler olacağını bilmiyoruz. Yollar açık mı bilmiyoruz. Yürüyoruz. El ele, tek sıra, ikili, üçlü, neredeyse koşarak. Araca hepimiz sığmıyoruz. Çoğunluk gidiyor. Bizi almaya gelecek araç. Yürüyoruz. Ana caddeye çıkıyoruz, geniş bir cadde. Motosikletler geçiyor yanımızdan. Kavşaklar kalabalık. Üstgeçitlerin altından koşarak geçiyoruz.
Bir otel var, Elif girelim diyor. Bahçede su, meyve filan dağıtıyorlar. Tuvalet var. Oturuyoruz.
Hatlar kesildi. Şöfore nerede olduğumuzu haber veremiyoruz. Sonra hat geliyor, haberleşiyoruz. Araç geliyor. Biniyoruz.
Kitlesel bir yıkım görmüyorum. Ara ara yıkıntılar var, yan yatmış evler. Aşırı derecede bir panik yok. Duvarlar yıkılmış, tuğlalar sokağa yayılmış. Parklar dolu.
Türk okuluna geldik. Bahçede yerde yataklar, battaniyeler. Güvendeyiz. Güvendeyiz diyor Elif.
Elektrik var, kesiliyor sonra ama jeneratör var. Su akıyor. Tuvalet var. Güvendeyiz.
Okuldaki öğretmen gençler ve çalışanlar çoook iyiler, saygılı, güleryüzlü. Hepimizin hatrını soruyorlar tek tek. Neyimiz varsa sizin diyorlar. Yargılar allak bullak.
Bavullarımızın olduğu araçlar da oraya geliyor. Nasıl oldu bu? Şöforler evlerine gitmemişler daha. Bavullarımız olmasa da olurdu, kavuşma umudum yoktu zaten. Elif demişti, boşverin, arkadan bir şekilde gönderirim ben size demişti. Göndermesen de olur demiştim içimden. Zaten bir sürü şeyi içimden söylemişim, şimdi farkediyorum.
Turkcell’den mesaj geliyor. OHAL durumu nedeniyle bize 50dk konuşma ve 10 SMS hediye etmişler, sağolsunlar! Konuşma yapılamıyor ki ama, kesiliyor, SMS daha iyi böyle durumlarda. Ama işte hep diyoruz ya, kapitalizm ulus vatandaşlık filan dinlemiyor, para kazanmaya bakıyor. İdare et işte 10 SMS’le daha ne. Hediye o bir kere, hak değil.
Konuşuyoruz, bir an önce ülkemize dönmek istiyoruz, genel eğilim bu, bir kaç kişi dışında. Fahri konsolosa, Thy ofisine, Thy Nepal sorumlusuna ulaşamıyoruz. Havaalanına gidip duruma bakma kararı alıyoruz. Eğer alan kapalıysa, pistlerde zarar varsa öğrenmemiz lazım. Doluşuyoruz tekrar araçlara.
Yol açık. Rahat gidiyoruz. İnsanlar sokaklarda. Ara ara yıkılan binalar görüyoruz. Herhangi bir çalışma yok.
Havaalanında kaos var, kalabalık. İçeri almıyorlar, zaten bileti olmayan içeri alınmazmış burada, bilet satışı da sadece merkezdeki ofislerden yapılırmış. Biz beklerlen Elif gidip bilgi almaya çalışıyor. Haberler olumsuz. Aramızdan 3 kişi ne olursa olsun orada beklemek istiyorlar, mümkün olan ilk uçağa binecekler.
Biz dönüyoruz. Elif muz alıyor bize, tuvalet kağıdı alıyor, elma alıyor, su alıyor kolilerce. O düşünüyor herşeyi, bana noldu bilmiyorum, hiç bir şey düşünemiyorum, ona yardım edemiyorum, anda takılı kaldım, kaskatıyım, kilitlendim. Ama bunu şimdi görüyorum, o an normal düşündüğümü sanıyordum.
Bavullarımızı araçlardan indiriyoruz, şöförlerimiz evlerine gitsinler artık. Hiç yoktan bizi alana götürüp getirdiler. Güzel insanlar.
Okulda bize yemek yapmışlar. Biz yemeden onlar yemiyor. Önce siz doyurun karnınızı diyorlar. Su bardaklarımızı dolduruyorlar. Özür diliyorlar, imkanlarımız bu kadar diyorlar. Utanıyorum. Yargılar allak bullak. Kalıplar kalıplar. Pek çoğunu yıktık sanırken, başkalarıyla dolmuş zihinlerimiz.
Bodraj ve Sarita da hala bizimle, evlerine gitmediler, ailelerini görmediler. Artık gidebilirler. Bak işte bu meseleler ırk, dil, dinle filan ilgili değil. Asıl olan. İnsanlık. Güzellik. Samimiyet. Karşılıksız.
Elif kimseye ulaşamıyor, hiç bir yetkiliye.
Okulun müdürü geliyor, hoşgeldiniz diyor, bilgi veriyor olabildiğince. İsimlerimizi istemiş birileri, konsolos galiba. Yazdırıyoruz. Ne işe yaradı hala bilmiyorum.
Thy’nin bir uçakla yardım ekibi ve malzemesi getireceği ve aynı uçağın dönüşte bizi götüreceği bilgisi geliyor bir arkadaşa. Ama teyit edemiyoruz. Haberimiz olur herhalde bir şekilde diyoruz. Doğru çıkmıyor. Bizi “kurtaracakmış” gibi bir algı yaratıp tarifeleri ve rötarlı seferlerine devam ediyor, normal işini yapıyor, ekstra maliyetlere girip kar/zarar tablosundaki rakamları değiştirmiyor. Zaten şirketler insan değil ki, biliyoruz, neden beklentiye giriyoruz hala. Umut. mu? Unut.
Bahçede yatıyoruz yanyana, yağmur yağana kadar. Sonra tek katlı sınıflara; artçılarda dışarı koşmak üzere.
Telefon hattı kesildi. Jeneratörün yakıtı bitti.
Bu birinci gündü. Yazmam lazımdı. Benim için terapi.
Şimdi bugün buradan bakınca utanıyorum hemen dönme telaşına kapıldım diye. Döndükten sonra gördüklerim çok sarsıcı, biz görmedik o kadar, belki kapalıydı gözlerimiz bilmiyorum. Yıkımlar, ölümler. Köyler çok kötü durumdaymış. Bir yardımım olabilir miydi, bilmiyorum. Yollarını, yönlerini, adetlerini bilmediğim bir yer diyorum sonra, aksine yük olmamak lazım kimseye. Bilemiyorum, yine de, yine de…………
İzber Barın
29.04.2015
İstanbul
Evimin konforlu koltuğu
Bir yanıt yazın