Tarihçi Murat Bardakçı’ya milletçe galiba bir teşekkür borcumuz var. Zira geçtiğimiz 3 Kasım gecesi yayınlanan “Tarihin Arka Odası” programında ekrana öyle görüntüler getirdi ki; 1500 yıl öncesine dönmüş ve milletçe kendimizi bulmuş gibi olduk. Görüntüler, günümüzden 1500 yıl öncesine, Miladi 530-540 yıllarına ait görüntülerdi. Görüntüler, bir Göktürk Han Mezarı’na ilişkindi ve birçok objeden ve duvar resimlerinden oluşuyordu.
Program konuklarından Kazak uyruklu doktora öğrencisi Arkeolog Cantekin Karcaubay, Türkoloji Profesörü de olan babasının başkanlığında Kazak ve Moğol bilim adamları tarafından Moğolistan’da, Göktürklerin Kutsal Başkentleri Ötüken’de yapılan bir arkeolojik kazı sonucunda gün ışığına çıkarılan Göktürk Han Mezarı’na ilişkin öyle görüntüler gösterdi ki; bu görüntüleri kâh gözlerimiz yaşararak, kâh göğsümüz kabararak, ancak en çok da şaşkınlık yaşayarak izledik. Bugünkü “vali”, “kaymakam” veya belirli bir bölgeden sorumlu askeri yetkili seviyesinde bir Göktürk Bürokratı olan Han’ın mezarına ait bu görüntüler sayesinde, Türk düşmanları tarafından bugüne kadar tekrarlanan birçok ezberi bozuldu, pek çok düşünce temelinden yıkıldı. Temelinden yıkılan düşüncelerden ve önyargılardan birisi, “Türkler göçebe kavimdirler. Bu sebeple hiç bir medeniyet yaratmamışlardır. Sadece bazı medeniyetleri döllemişlerdir” şeklindeki önyargıdır.
Türk Bayrağı’nın geçmişi 1500 yıl öncesine dayanmaktadır!
Üç Kasım akşamı gururla bir kez daha gördük ki; Türkler, daha doğrusu “Türk” adını resmi devlet adı olarak kullanan ilk devlet olan Göktürkler, zamanlarına göre oldukça ileri bir medeniyete sahiplerdi. Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından bugün bile uygulanan bazı devlet protokolünün geçmişi, Göktürklere kadar uzanmaktadır. Örneğin devlet protokolüne mensup kişiler için bugün düzenlenen resmi cenaze törenlerinin geçmişi, 1500 yıl öncesinin Göktürk Devleti’ne kadar uzanmaktadır. Zira bugün bando ile icra edilen müzikli Resmi Cenaze Töreni, 1500 yıl önce de aynen icra ediliyormuş! Çünkü gerek duvar resimleri, gerekse bazı heykelcikler, bunu göstermektedir. Bir farkla ki; Göktürkler zamanında düzenlenen cenaze törenlerinde görevli müzisyenler yaya değil at üzerinde idiler. Boru, kaval veya flüt benzeri nefesli çalgılarla Akardion benzeri tuşlu çalgılar çalıyorlardı. Flüt, kaval türü nefesli çalgılarla Akardion gibi çalgıların geçmişi nereye kadar gidiyor bilmiyoruz ama Göktürkler’in de bu tür müzik aletlerini kullandıklarını gururla gördük ve öğrendik 3 Kasım gecesi.
Bunlardan çok daha önemlisi; bugünkü Türk Bayrağı’nın geçmişinin 1500 yıl öncesine kadar gitmesidir. Evet, Han Mezarı’ndaki duvar resimlerinden anladık ki; Türkler, daha doğrusu Göktürkler de kırmızı renkli bayrak kullanıyorlardı. Bugüne kadar Göktürklerin bayrak değil “Kurt başlı sancak” kullandıkları söyleniyordu. Ancak 3 Kasım gecesi yayınlanan programdaki görüntülerden bir kere daha öğrendik ki; Göktürkler Kırmızı renkli bayrak kullanıyorlardı. Bir farkla ki; Göktürklerin kırmızı renkli bayrağında hilal ve yıldız yoktur ve bayraklar “Tuğ” şeklinde ve mızrakların ucunda taşınmakta, ayrıca uçları yırtmaçlı vaziyette imal edilmektedir. Buradan çıkan netice şudur; Türk Bayrağı, al rengini en erken Göktürkler döneminde, belki de onlardan çok daha önce almış olup, hilal ve yıldız daha sonraki dönemde, muhtemelen İslami dönemde ilave edilmiştir.
Göktürk Medeniyeti ve Sanatı
Han Mezarı’na ilişkin görüntülerden bir kez daha anladık ki; Türkler sanıldığı gibi Uygurlar döneminde değil, çok daha önceki dönemlerde, örneğin Göktürkler döneminde belli oranda yerleşik hayata geçmişler, belli bir medeniyet seviyesine ulaşmışlar, sanat ve moda ile yakından ilgilenmişlerdir. Ahşap, toprak ve özelikle metal işçiliği konusunda bir hayli mesafe almışlar ve son derece önemli eserler vücuda getirmişlerdir.
1500 yıl öncesinin Türkleri tarafından kullanılan renkler ve renk uyumları ise bir harikadır. Arkeolog Cantekin Karcaubay, Türklerin bu renkleri topraktan elde ettiklerini ve sıklıkla kullanılan Mavi rengin Türklerin milli rengi olduğunu söyledi. Program konuklarından Prof. Ahmet Taşağıl ise Mavi rengin Budizm için de önemli olduğunu, mezar sahibi Göktürk Hanı’nın muhtemelen Budist olduğunu, mezar kapısının Güney yönünde olmasının da bunu gösterdiğini, çünkü Türklerin, örneğin çadırlarını, kapısının doğu yönünde olacak şekilde kurduklarını söylemiştir. Ayrıca Ahmet Taşağıl, bazı Göktürk Hanlarının ve Kağanlarının, Çinli Budist rahiplerinin yalanlarına kanarak 570’lerde Budizm’i kabul ettiklerini ifade etmiştir. Ona göre Çinli rahipler, Türk yurtlarının geri kalmasına karşılık Çin ülkesinin mamur ve müreffeh olmasının sebebini Çin Milleti’nin Budist olmasıyla açıklamış, bunu duyan bazı Göktür Han ve Hakanları da Budizm’i kabul etmişlerdir!
Burada önemli olan Göktürk Hanı’nın Budist veya başka bir inanca sahip olması değil, Türklerin o tarihlerde topraktan çeşitli renklerde boya elde edecek derecede bir medeniyet ve bilgi seviyesine sahip olduklarıdır. Ayrıca Göktürkler, demirden sadece silah değil, kapı kilidi, menteşe ve çivi başta olmak üzere birçok araç gereç yapmasını, ahşaptan kapı vb. doğrama ürünler, maket ve sandık gibi eşyalar yapmasını da biliyorlardı. Çünkü, mezarda Han’ın yakılan cesedinden arta kalan küllerin konulduğu bir sandık, at maketi, demir kilitli, menteşeli ahşap kapılar ve diğer yapı gereçleri de bulunmuştur. Pişirilmiş topraktan yapılan ve çeşitli renklerde boyanan heykel ve heykelcikler ise bizim Avanoslu çömlekçileri kıskandıracak sevidedir.
Kaytan Bıyıklı Göktürk Erkeği
Gerek duvar resimlerinde gerekse heykel ve heykelcikler arasında bulunan erkek ve kadın figürlerinden anladık ki; Göktürk erkeği ve kadını modayı yakından takip etmektedir. Örneğin kadınlar saçlarını topuz yapmayı, altından mamul broş ve saç tokası gibi süs eşyaları kullanmayı ve belli seviyelerde makyaj yapmayı o tarihlerde biliyor ve buna önem veriyorlardı. Elbiselerinin canlı renklerde olmasına özellikle dikkat ediyorlardı.
Göktürk erkeği de bu konuda kadınından aşağı kalmıyordu. Uzun saçlı ve bıyıklı olan Göktürk erkeği, saçlarını altın veya başka metallerden tokalarla tutturuyor ve saçlarını arkada bağlıyordu. Erkeklerin koluna altın bilezik ve parmaklarına altın yüzük takmaları, metal tokalı kemer kullanmaları da ilginçtir. Han mezarında bulunan objeler gösteriyor ki; Göktürk Hanları, maşrapa da diyebileceğimiz kulplu altın taslar ve benzeri kap kacak kullanıyorlar, başlarına altın taç takıyorlardı.
Ayrıca Göktürk erkeği umumiyetle bıyık bırakıyordu. Ancak eski Türkler, sanıldığı ve umumiyetle tasvir edildiği gibi sadece çenenin iki yanına doğru uzanan ve bugün Ülkücülere mal edilen sarkık şekilde değil, özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde genç subaylar, örneğin Enver Paşa ve M. Kemal Paşa’da olduğu gibi Kaytan Bıyık da bırakıyorlardı.
Göktürklerin Sembolü Kurt Değil Parstı!
1500 yıl önceki Han Mezarı’nda bulunan bazı objelerin üzerinde ve duvar resimlerinde bulunan rengarenk Pars resimleri, özellikle 20 metre uzunluğundaki Pars duvar resmi de gösteriyor ki; Göktürkler için Pars, Kurt’tan çok daha önemli bir rol oynamaktadır. Cantekin Karcaubay, Pars’ın Göktürklerin Totem’i olabileceğini söyledi programda. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl da Bozkurt ve Asena gibi sembollerin Orta Asya’daki kaya resimlerinde fazla rastlanan bir resim olmadığını, buna karşılık Pars, Koç ve Yaban Keçisi gibi hayvan figürlerine bolca rastlandığını belirtmiştir. Han mezarında bulunan koç, tavuk ve domuz gibi hayvan çizimlerinin ise 12 Hayvanlı Türk Takvimi ile alakalı olabileceğini söyledi.
Ancak Prof. Taşağıl, Orhun Abideleri’nde, bazı sütunların tepesinde bulunan çocuğun emdiği kurt sembolünün yine de önemli olduğunu söylemiştir. Bu ifade bize, Roma’nın kurucusu Romus ve Romulus kardeşleri hatırlatmıştır. Malum, Roma’nın kurucusu kabul edilen Romus ve Romulus kardeşler de bir kurdu emerken tasvir edilmişlerdir.
1500 sene öncesine (530-540 yılları) ait olduğu söylenen Han Mezarı’nın inşa tarihi ile Orhun Abideleri’nin inşa tarihleri(734-735) arasında yaklaşık 200 sene fark olduğunu düşünürsek, Göktürklerin bu süre zarfında Pars figürünü terk edip Kurt figürünü kullanmaya başladıkları kanaatine de varabiliriz. Bu noktada Ergenekon Destanı’na değinmekte galiba fayda var. Malum bu destana göre; Türkler, Ergenekon Vadisi’nden bir dişi kurdun (Asena) kılavuzluğunda ancak çıkabilmişlerdir. Bu da gösteriyor ki; Ergenekon Destanı’nda geçen olaylar, M.S.500-700 yılları arasındaki 200 yıllık devrede yaşanmıştır!
1500 Yılık Türk Yapı Malzemesi Kerpiç!
Programda gösterilen görüntülerden anladık ki; Göktürkler yapı malzemesi olarak taş değil daha çok toprak kullanıyorlardı. Örneğin Han Mezarı’nın ağaç kapısının önüne örülen duvar taştan örülmekle birlikte bu duvar, harç kullanılmaksızın ve taşların hiçbir kesme ve yontma işlemine tabi tutulmadan gelişigüzel şekilde üst üste konulmasıyla meydana getirilmiştir. Buna karşılık Göktürklerin, toprağı ve çamuru en önemli yapı malzemesi olarak kullandıkları anlaşılıyor. Pişmiş topraktan kap, kacak, çanak, çömlek, heykel ve biblo gibi pek çok araç gereç yaptıkları anlaşılan Göktürklerin, çamuru sıva malzemesi olarak da kullandıkları anlaşılıyor. Örneğin duvar resimlerinin bulunduğu duvar, normalde toprağın kazılmasıyla elde edilmiştir. Ancak bu duvar önce tıpkı bugün Anadolu’nun pek çok yerinde yapıldığı gibi saman (ya da ot) karıştırılmış çamurla sıvanmış, üstüne yine çamurdan ince bir sıva ile sıvanarak pürüzsüz bir yüzey elde edilmiş, bu yüzey kuruduktan sonra da üzeri duvar resimleriyle süslenmiştir.
Göktürklerde Ahiret İnancı vardı!
Görüntülerde dikkatimizi çeken diğer bir husus, Göktürklerin mezarlarına çeşitli hayvanlardan istifade ile yeni bir hayvan türü yaratarak onu mezarın koruyucusu olarak heykelleştirmeleri olmuştur. Yani Göktürkler, sadece bir hayvanı değil, farklı hayvanların farklı niteliklerinden ve farklı güçlerinden istifade ile yeni bir tür hayvan yaratıp onu heykelleştirmeyi düşünmüşlerdir. Görüntülerde gördüğümüz 60 cm. yüksekliğinde olduğu söylenen ve rengarenk boyanmış bu Korucu hayvan figürüyle yine aynı şekilde heykelleştirilen Korucu (Bekçi) insan figürü, gerçekten de çok etkileyici idi.
Özelikle kabrin koruyucusu olduğu söylenen ve rengarenk boyanan maymunsu yaratık, belki de bir tılsım veya kütü ruh (örneğin cin veya şeytan) olarak tasavvur edilmişti. Kaz veya turna sürüsü şeklinde tasvir edilen uçan kuş resimlerinin ise öldükten sonra bedenden çıkan ve başka bir aleme uçan ruhu temsil ettiği söylendi program esnasında. Bu durum, bize göre; Göktürklerde ruhun ölümsüzlüğü ve başka bir alem (yani Ahiret) inancının da var olduğunu göstermektedir.
Medeniyetin Sembolü Yazı Neden Yok?
Medeniyetin sembolü hiç şüphesiz yazıdır. Ancak, program konuklarından öğrendik ki; görüntüleri yayınlanan 1500 yıllık Göktürk Han Mezarı’nda yazıya rastlanmamıştır! Programın Kazak Konuğu, okuma imkanı bulamadıkları bazı Runik Yazılı (Damgalı) sikkeler dışında anıt mezarda yazıya rastlanmadığını söyledi. Ancak başka bir alanda bulunan ve yine aynı döneme ait olup Tamburun büyük atası sayılan Dobra isimli Göktürk müzik aletinin sapında yer alan runik bir ibare, Göktürklerin o dönemde yazıya da sahip olduklarını göstermektedir. Program konukları Dobra’nın sapındaki bu Runik yazının, “Güzel müziği beğeni ile dinliyoruz” anlamına geldiğini söylediler.
Göktürkler Anadolu Toprakları Hakkında Bilgi Sahibi İdiler
Bumin Kağan, Juanjuanları yenerek Göktürk devletinin bağımsızlığına ilan edip, Kağan ilan edilince(552), devletin batı bölümünün yönetimini Yabgu sıfatıyla kardeşi İstemi Han’a vermiştir. Tarihi kaynaklar, İstemi Han ve özellikle onun oğlu Tardu zamanında Batı Göktürklerinin, Araplar, Sasaniler ve Bizanslılarla ilişki içinde bulunduklarını, özellikle İpek Yolu’nun kontrolü konusunda dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasanilerle mücadele içinde olduğunu söylerler. Hatta Osman Turan, dönemin Bizans İmparatoru’nun, Zemarkhos isimli bir elçisini Türk hükümdarı Tardu’ya gönderdiğini ifade eder.
Murat Bardakçı’nın 3 Kasım 2012 günü yayınlamış olduğu görüntülerden de gördük ki; yukarıdaki bilgiler doğrudur. Zira 530-540 yıllarına ait olduğu söylenen Göktürk Han Mezarı’nda bulunan Bizans sikkeleri, Göktürklerle Bizanslılar arasındaki ilişkilerin, Büyük Göktürk İmparatorluğu kurulmazdan çok önce (6. yüzyılın ilk yarısında) kurulduğunu göstermektedir. Yani Türkler, gelecekte anavatanları olacak Anadolu topraklarını 1071 yılından itibaren değil, ta 1500 yıl öncesinden biliyorlardı. Göktürk tüccar, elçi ve gezginleri, muhtemelen ta o tarihlerde Bizans’ın elindeki Anadolu’ya gidip geliyorlar ve Anadolu toprakları hakkında belli bir bilgiye sahip bulunuyorlardı.
Teşekkürler Murat Bardakçı. Bizi 1500 yıl öncesine, Kutsal Başkentimiz Ötüken’e götürüp getirdiğin için. Bizi orada 4.5 saat süreyle misafir olarak ağırladığın için içtenlikle teşekkür ediyorum…
Bir yanıt yazın