Daha önce de söyledim kaç kere; kendimi Ülkücü olarak tanımlamam.
Çünkü bana göre Ülkücülük, kurumsal bir kimliktir ve Ülkü Ocakları Derneği’ne bağlı olmayı gerektirmektedir.
Ben ise hayatımın hiçbir döneminde bu derneğe veya vakfa üye olmadım.
Bu sebeple ben kendimi genelde Türk Milliyetçisi olarak tanımlarım ve hayata öyle konumlandırırım.
“Ülkücü Yazarlar Derneği”ne üye olmam için yapılan daveti de zaten bu sebeple kabul etmedim.
Gelin görün ki; ben hayatım boyunca hep Ülkücü olarak tanındım ve öyle görüldüm.
Bunun sebebi, arkadaş çevremin genelde Ülkücülerden oluşması ve söylemlerimin ister istemez Ülkücülerin söylemleriyle örtüşmesindendir.
Gerçi bana Ülkücü denilmesinden de şimdiye kadar hiç gocunmadım, reddetmedim de.
Bu sebeple olacak olumsuz anlamda hayatımda başıma ne geldiyse Ülkücülükten gelmiştir benim!
Bu görüntünün bana maddi anlamda hiç bir faydasının olduğunu da şahsen hiç görmedim.
Hatta zoraki katıldığım küçük çaplı kavgalar, bir günlük nezarethane misafirliğim ve polis tarafından haksız yere fişlenmem de yine Ülkücülük yüzündendir.
Gerçi bana göre Ülkücülük hiçbir maddi getirisi olmayan, sadece manevi tatmin vesilesi olan bir idealdir.
Elbette gerçek Ülkücüler için.
Bunun yanında maddi menfaat için Ülkücü geçinen ve Ülkücülükten geçinenler elbette vardır.
Bunlardan benim tanıdıklarım pek çoktur.
Özellikle de Diyanet çevresinde.
Zira Merhum Türkeş öldüğünde, Devlet Bahçeli’ye karşı Ramiz Onguncu, Tuğrul Türkeşçi olup da Devlet Bahçeli MHP Genel Başkanı ve arkasından koalisyon ortağı olunca, onun kapısında sıraya geçen ve üst düzey bürokrat olan pek çok sahte Ülkücü tanırım ben.
Neyse bu faslı geçip sadede gelelim.
Bugün toprağa verilecek ünlü Halk Ozanı Arif Şirin’in ölümünün ardından herkes bir şeyler yazdı, söyledi.
Bana göre; daha doğrusu benim hissiyatımı en güzel yansıtanlardan birisi Emekli Ağır Ceza Reisi, dostum Kerim Yılmaz olmuştur.
Kahramanmaraş’ın havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez, asıl mesleği ne olursa olsun her Kahramanmaraşlı biraz şair, biraz edip, biraz da filozof oluyor.
Emekli Hakim Kerim Yılmaz da bunlardan birisi bana göre.
Bakın Ozan Arif için neler demiş sosyal medya hesabında:
“Söylenecek ne varsa hemen hepsini söyledi Ozan.
Kimine göre ezandan sonra duyduğumuz ilk milli sesti.
Kimine göre sazını tüfek, sözünü de mermi gibi kullanan bir anarşistti.
Kara Eylül’ün dağıttığı ocağımızı, çalınan kasetleriyle her yere açan Reis’ti.
Şiirleriyle, türküleriyle her dem mili heyecanımızı besleyen,
Yaşamın zor, ülkücü kalabilmenin bedelinin ağır olduğu yıllarda genç yaşlı hepimizi motive eden,
Umutsuzluğu yok edip, arada gururumuzu okşayarak incinmiş ruhumuzu tedavi eden,
Zindanda, sürgünde, salonda, sokakta her daim dik durmuş, eğilmemiş, bükülmemiş ipeğe sarılmış çelik,
Ülkücü Hareketin duru, berrak ve gür sesi, çağın Dede Korkut’u,
Türk Milleti’nin Yiğit Ozan’ı, Arif Şirin’i kaybettik.
Saray yanaşmaları, akçeli tutmalar ardından salyalı ağızlarla havlasalar da, Ülkücüler seni asla unutmayacaklar ve sonsuza kadar kalplerinde yaşatacaklar.
Ruhun şad, mekanın cennet olsun.
Türk milliyetçilerinin başı sağ olsun..”
*
Doğrusu, arkadaşları ve yakın dostları tarafından eski ağır ceza reisi olmasından dolayı “Reis” diye çağrılan Kerim Yılmaz tam da benim hissettiklerimi aktarmış sayfasında.
Neden ve nasıl mı?
Anlatayım:
1981 yılında Bursa İk.Tic. İlimler Akademisi İşletme Fakültesi’ni kazanarak Bursa’ya gitmiştim.
Çankırı’da İmam-Hatip Lisesi’nde okumuştum, bu sebeple oldukça a sosyal birisiydim.
Ülkücü olduğum(!) için Çankırı’da polis tarafından fişlenmiştim; yani kuyruğumda bir çalı vardı!
12 Eylül davaları ise bütün azametiyle, haşmetiyle ve acımasızlığı ile sürüyordu.
O sebeple hır gürden mümkün olduğunca uzak duruyor, kendi halimde okula gidip geliyordum.
Okula devam mecburiyeti yoktu ama nedense devam etmeyi, bir an önce bitirip hayata atılmayı istiyordum.
Aslında din görevlisi olarak görev almam mümkündü, fakat bu mesleği bir türlü sevmemiştim ve bu sebeple mihraptan hayatım boyunca uzak durdum ben.
Belki de sorumluluğunu yeterince yerine getiremeyeceğimden korkuyordum!
Böyle olunca fakir-fukara bir ailenin çocuğu olarak zor şartlarda okudum.
Bursa’da inşaat işlerinde çalıştığım da oldu amele olarak!
Okula ilk başladığımız yıllarda Osmangazi isimli özel bir yurtta kaldık birkaç ay.
Mezbelelik bir yerdi ve Milli Görüş’e ait bir yurttu sanırım.
Okulun idarecisi “Şalvar Osman” lakaplı Diyarbakırlı birisiydi.
Bu unvan, pantolon yerine şalvar giymesinden dolayı verilmişti galiba kendisine.
Oldukça esmer, sakallı bir genç adamdı Şalvar Osman.
Yurdun şartları çok kötüydü ve bu sebeple Çankırılı üç arkadaş olarak yurttan ayrılıp, Bursa’nın Teferrüç mahallesinde bir ev tutmuştuk.
Arkadaşlardan Satılmış Tekin, Yüksek İslam Enstitüsü’ne; Hasan Koç Bursa Ü. İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesine; ben de BİTİA İşletme Fakültesi’ne devam ediyordum.
1982’de Uludağ Üniversitesi kurulunca, BİTİA ve Yüksek İslam Enstitüsü kaldırılıp, Bursa’daki yüksek okulların hepsi bu Üniversitenin çatısı altında birleştiler.
O kış Bursa’ya öyle bir kar yağmıştı ki; tam bir adam boyu!
Arkadaşlarımın ara sınavları bitmiş memlekete gitmişlerdi.
Ben tek başıma kalmıştım evde.
Yiyecek ve yakacak sıkıntısı çekiyordum.
Bir hafta boyunca ve üç öğün olmak üzere haşlanmış patates yediğimi ve yakacak olmadığı için geceleri arkadaşların yorgan ve battaniyelerini de üzerime örttüğümü hatırlıyorum.
Onları üzerime örtünce ister istemez bunalıyor, kaldırınca donuyordum!
İşte bu zor günlerim de bana moral veren tek şey Ozan Arif’ti!
Arkadaşımız Hasan Koç’un küçük bir teybi, yani kasetçaları vardı.
Çeşitli kasetler getirmişti ve aralarında Ozan Arif diye birisinin kasetleri de vardı.
Yani ben Ozan Arif ile ilk kez 1981 yılında ve Üniversite’nin birinci sınıfında tanıştım.
Tanıştım ve sevdim.
Kasetler, galiba Almanya’da verilen canlı konserlere aitti ve salonlarda kaydedilmişti.
Çünkü tezahürat, alkış ve ıslık sesleri eşliğinde çalıp söylüyordu Ozan Arif.
Anlaşılıyordu ki; bu kasetler, kaçak yollardan Türkiye’ye sokuluyor ve el altından çoğaltılarak dağıtılıyordu.
İşte ben o çetin kış günlerinin zorlu şartlarında soğuktan donarken ve açlıktan günlerce haşlanmış patatese talim ederken Ozan Arif’in türküleriyle hayata tutunuyor, kendi kendime geleceğe umutla bakmaya çalışıyordum.
Daha doğrusu tutunmak ve umutlanmak zorundaydım; çünkü Ozan Arif aksi halde “Yazık olur vatana beyler” diye uyarıyordu beni!
Evet hatırladınız; o meşhur şiirden bahsediyorum.
Ozan Arif, türkü söylemiyor, adeta vatan için yas tutuyordu sanki:
Meydan sizin…Onun bunun sözünü,
Duyarsanız yazık olur vatana.
Kuru lafla memleketin gözünü
Boyarsanız yazık olur vatana.
Eğilin milletten yükselen sese
Mavi boncuk dağıtmayın herkese
Hoşgörü bezinden takım elbise
Giyerseniz yazık olur vatana.
Bilinmeli Mataracı sürüsü
Ötmemeli Yahya’ların borusu
Aç beklerken memleketin yarısı
Doyarsanız yazık olur vatana.
Atatürk maskesi,hayran firenge
Bak şimdi de girdi Kemalist renge
Her devrin köpeği şu pezevenge
Uyarsanız yazık olur vatana.
Hatırını gütmen bilmem ne beyin
Herkesin suçunu yüzüne deyin
Şimal rüzgarına dikkat eyleyin
Buyarsanız yazık olur vatana.
Düşman olup milli birlik çağrıma
Koministler yara açtı böğrüme
Siz de süngünüzü benim bağrıma
Dayarsanız yazık olur vatana.
Beşik yapıp kollarımı dizimi
Ben büyüttüm ‘ordu’ adlı kuzumu
Ben büyüttüm diye benim gözümü
Oyarsanız yazık olur vatana.
Dörtbin şehit verdik yurda hediye
Düşünün bir defa acaba niye?
Koministle beni aynı kefeye
Koyarsanız yazık olur vatana.
Arif hazır size destan yazmaya
Söz verdiniz ihaneti bozmaya
Söz verdiniz kominizmi ezmeye
Cayarsanız yazık olur vatana.
…
Büyük Ozan ruhun şâd, mekânını cennet olsun.
Bugün gireceğin kabrinse ışıklarla dolsun.
15 Şubat 2019
Ömer Sağlam
Bir yanıt yazın