Atatürk Bir Diktatör müydü?

1424422097896

Yrd.Doç.Dr.Orhan Çekiç, Turkish Forum Danisma Kurulu Uyesi

Atatürk Bir Diktatör müydü?
29/06/2014

Atatürk’ün bir diktatör olup olmadığı, zaman zaman günümüzde bile tartışılan bir husustur. O dönemin ” Tek PartiYönetimi” olması, bu tarz görüşlerin ortaya atılmasına neden olmuştur ama, bir diktatörün yetkileri dikkate alınırsa, Atatürk’ün neden diktatör olamayacağı kolayca anlaşılır. Diktatörlüğün ne olduğunu bilmeyen, ne yazık ki, bilmediğini de bilmeyen Atatürkofobi hastası pek çok yazar-çizer tayfası, Atatürk’e “diktatör” derler. Adolf Hitler, Benito Mussolini, Josepf Stalin, Franco, Kaddafi, Saddam gibilerle Atatürk’ü, böylece utanmadan sıkılmadan aynı kategoriye sokarlar.

Oysa, bir liderin diktatör olup olmadığını anlamak son derecede kolaydır. Bunun için Anayasaya bakıp, liderin yetkilerinin neler olduğunu incelemek yeterlidir. Atatürk’ün bir cumhurbaşkanı olarak yetkileri son derecede kısıtlıdır. Kaldı ki, bir ülkenin dikta ile yönetilip yönetilmediğinin tek ölçüsü, o ülkedeki siyasal partilerin sayısı olamaz…Bir ülkede birden çok parti mevcut olabilir fakat iktidar çıkarttığı yasalarla muhalefeti öylesine işlemez hale getirebilir ki, sonuç bir diktatörlükten farksız olabilir.

Bu konudaki daha sağlam ölçüt, liderin parlamentoyu kapatma yetkisi olup olmadığıdır. Zira genel olarak tüm diktatörlüklerde, görünürde de olsa bir Meclis vardır ama,. diktatörün de o meclisi feshetme yetkisi de vardır. Oysa Atatürk’ün TBMM’ni feshetme yetkisi yoktur. Tüm yetkileri Anayasada açıkça belirtilmiştir ve bu yetkilerin dışına çıkamaz, yaşamı boyunca da çıkmamıştır.

Atatürk’e diktatör diyenler…

Atatürk’e “diktatördü” yaftasını takanlar, eleştirilerini genel olarak şu noktalarda yoğunlaştırırlar:

• “Atatürk Tek Adam’dı. Bu kesinlikle “dikta” demektir.
• Ayrıca muhalefeti tümüyle tasfiye etti.
• Hukuk dışı olan İstiklâl Mahkemeleri’ni kurdurdu.
• En yakın silah arkadaşlarıyla birer birer yollarını ayırdı.
• Basını susturdu. Gazetecileri hapse attırdı. Eleştirilerin üzerine çok sert gitti.
• Reformları zorla, halkın bu konuda bir talebi yokken, tepeden inme yaptı.

Literatürde, bunun adı diktatörlük rejimidir. ”
Atatürk’e diktatör diyenler, işte daha çok bu noktalardan hareket ediyorlardı. Oysa tümüyle yanılıyorlardı.

Devrimler, olağan dışı hallerdir. Devrimi yapanlar ancak hedeflerine vardıktan sonra, yaşam koşulları normale döner. Aksi halde devrim tehlikeye girer.

Uygulamada devrim önderleri arasında bir görüş ayrılığı doğar da, yönetimde çatlak oluşursa, hatta devrim kendi evlatlarını bile yiyebilir. Örneğin Fransız Devrimi’nde bu yaşanmış, devrimin öncülerinden olan ve idam cezasının kaldırılmasını savunan hukukçu ve siyasetçi Maximillion Robespierre yol arkadaşlarıyla ters düşmüş ve giyotinde idam edilmişti.

Kaldı ki bu gerçek, gelmiş geçmiş tüm devrimler ve ihtilâller için de geçerlidir.

Liderlik paylaşılmaz…

Mustafa Kemal, devrimin, üstelik seçimle gelmiş bir lideridir. O nedenle elbette Tek Adam’dır. Eşyanın tabiatı budur ve liderlik paylaşılmaz.

O nedenle, 5 Temmuz 1919 günü, Erzurum Kalesi’nde gizli bir “hücre toplantısı” yapılmıştı. İşte bu toplantıda gizli oylama yapılmış ve oybirliğiyle Mustafa Kemal Paşa “Harekâtın Lideri” seçilmiştir.

Oylama öncesinde alınan kararla ise, herkes, kayıtsız şartsız, lider seçilecek olan kişinin emrinde olacaklarını beyan ve kabul etmişlerdir.

Bu gizli oylamaya katılanlar: Mustafa Kemal Paşa, Kâzım Karabekir Paşa, Rauf Orbay, Erzurum Valisi Münir Akkaya, İzmit Mutasarrıfı Süreyya Yiğit, Alb. Kâzım Dirik, Bnb. Hüsrev Gerede, Mazhar Müfit Kansu idiler.

Millet İradesi…

Samsun’a çıkmasını takip eden daha ilk günlerden itibaren, daima “halk iradesini ” öne sürüyordu. Oysa diktatörler kendi iradelerinden başka irade tanımazlar.

Örneğin, 25 Mayıs’tan itibaren Havza’daydı. Ülkenin dört bir yanında, İzmir’in 15 Mayıs günü haksız olarak işgal edilmesini protesto eden mitingler düzenlenmekteydi. Bunları yönlendirenin Mustafa Kemal Paşa olduğu anlaşılmıştı ve bu doğruydu.

4 Haziran 1919 günü Harbiye Bakanı Turgut Paşa, İngilizlerin de baskısıyla gönderdiği telgrafla, bu mitingleri durdurmasını emretmişti.

Mustafa Kemal’in verdiği yanıt dillere destandı:
” Millî Tezahüratı önlemek ve engellemek için, nefsimde ve hiç kimse de kudret ve takat göremiyorum. Üstelik bu toplantılara engel olmanın yol açacağı olaylar karşısında sorumluluğu kabul edebilecek ne kumandan, ne bir il yöneticisi, mülkî amir, ne de hükümet tasavvur ederim…” diyordu.

Halkın iradesi bir kere sokağa döküldü mü, hiçbir güç onun önünde duramazdı. M.Kemal buna samimi olarak inanıyordu.
Oysa bir diktatörün topluma bakış açısı bu olamaz. Diktatör millet iradesini değil kendi iradesini egemen kılmanın peşinde olur.

Amasya Genelgesi

Mustafa Kemal’in bir diktatör olmadığına ilişkin diğer bir kanıt Amasya Genelgesi hükümleridir.
Havza’dayken bu kez de 8 Haziran 1919 günü, İstanbul’a dönmesi için Harbiye Bakanı Turgut Paşa’dan bir emir daha almıştı:
“Emrinizdeki istimbotlardan biriyle İstanbul’a avdetiniz rica olunur.” deniyordu gelen telgrafta.

İstanbul’dayken Genelkurmay Başkanı Cevat Çobanlı’dan, gerektiğinde kullanmak üzere gizli bir şifre almıştı. O yoldan sordu:

” Dönmemi kim istiyor?”
Yanıt tek sözcüktü: “İngilizler…”

Durum açıktı. Belli ki, İngilizler hükümete baskı yapmaya başlamışlardı. Ne yapacaksa hemen yapmalıydı. Ama kısa bir süreye daha ihtiyacı vardı. Anadolu’daki birlik komutanlarıyla teması henüz tamamlayamamıştı. En az 72 saat daha gerekliydi. Telgrafı sanki üç gün sonra, 11 Haziran günü almış gibi yaptı, sonra da yanıtladı:

“Emrimdeki istimbotun kömürü yok. Kömür tedarik ettiğimde döneceğim tabiidir.”

Hükümet onu Karadeniz yoluyla İstanbul’a dönüyor zannederken, O karadan Amasya’nın yolunu tutmuştu bile…Bunların sonucu olarak da İstanbul Hükümeti,
20 Haziran günü yayınladığı bir kararname ile onu görevinden azletmiş, verilen tüm yetkiler elinden alınmıştı. Artık hiçbir askerî ve sivil makama emir verme yetkisi yoktu. Parasını ödese ve Kuvvai Milliye adına olduğunu söylese bile, verdiği hiçbir telgraf çekilmeyecekti. Bu emre uymayanlar da derhal cezalandırılacaklardı.

Bu azilnameden henüz haberi olmayan Mustafa Kemal Paşa ise, adeta bir ihtilâl bildirgesi olan “Amasya Genelgesi”ni 22 Haziran günü tüm dünyaya ilân etmişti:

*Vatanın bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
*İstanbul Hükümeti durumun vahametini idrakten acizdir.
  Bu, milleti yok saymaktır.
*O halde milleti bu durumdan, gene bu milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

Genelge bu maddelerle başlıyor, sonra da dili giderek sertleşirken, yapılacaklar konusunda bir de yol haritası çiziyordu. Her il, üç güvenilir delege göndermeliydi… Böylece oluşacak Kongrede, vatanın içinde bulunduğu durum tartışılmalıydı. Kararlar işte böyle bir kongre tarafından alınacak, kongre ne derse o olacaktı.
Böylesi bir çağrıda bulunan bir öndere, dünyanın hiçbir yerinde diktatör denemez. Bir diktatör kongre toplayıp, gelen delegelerin görüşüne bakarak karar almaz. Kendi kararını kendisi alır ve uygular.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür:

Diktatörler dikte ederler, danışmazlar.
Hesap sorarlar, hesap vermezler.
Genelde sivildirler, ama mareşal üniforması giyerler.
Güçlerini halktan değil, silahtan alırlar.
Egemen olan halkın iradesi değil, diktatörün iradesidir.
Gösterişte bir Meclis var ise de, diktatörün de o Meclisi her an fesih yetkisi vardır.
Milyonlarca kişinin sürülmesine veya katline, tek başlarına karar verebilirler.
Tek başlarına ölüp giderler.
Arkalarında bıraktıkları sadece milyonlarca kişinin nefretidir.

Oysa, Mustafa Kemal…

Dikte etmek yerine, Kongrelere gidip, görüş ve yetki aldı.
TBMM’ni açarak, “halk egemenliği” ne dayanan bir devlet kurdu.
Hesap soran değil, hesap sorulan oldu.
Başkomutanlık yetkisi bile her 3 ayda bir, yeniden oylandı, onaylandı, öyle verildi.
Mareşaldi, emekli olunca bir daha üniforma giymedi.

Gücünü silahtan değil, halkının sonsuz sevgi ve güveninden aldı.
Daima halkının arasına katıldı, halktan biri oldu, bundan asla çekinmedi.
Çoğu kez, gösterdiği adayları Meclis’in onaylamadığı oldu, saygıyla karşıladı.
TBMM’ni fesih yetkisi yoktu.
Çok partili düzene geçilmesi için çok uğraş verdi. Bir diktatör bunu neden yapsın ki?
Ölünceye kadar, ulusu ve vatanı için nefes verdi… nefes aldı.
Yoktan bir ulus, yoktan bir devlet yarattı.
Barışı yalnız kendi ulusu için değil, tüm insanlık için önemsedi.
“Savaş, mutlak bir zaruret olmadıkça, cinayettir!” diyen tek askerdi.
Savaş paktları kuran bir “diktatör”değil, barış paktları kuran bir “devlet adamı” oldu.
Emperyalizme karşı savaştı, emperyalistlerden en büyük saygıyı gördü.
Bağımsızlık mücadelesi veren tüm sömürgelere umut ışığı oldu.

1 Kasım 1937 Meclis Açış Nutku’nda; “…Efendiler, topraksız çiftçiyi
topraklandırma kanununu çıkarınız…” diye yakardı ama başarılı olamadı.
Çünkü bir diktatör gücü yoktu.

Diktatörlerin servetleri çoğu kez yurt dışındadır. Onunki zaten kendinin değildi ki! Her şeyi Milletinindi. Bunu önce Nutuk’da belirtmiş, daha sonra da, 3 Haziran 1933 tarih ve 2307 numaralı yasa ile gereken hukuki alt yapıyı hazırlatarak, nesi var nesi yoksa, hazineye bağışlamıştı.

Kendilerine çıkar sağlamak için özel yasalar çıkarttıran devlet adamlarına dünyanın her yerinde rastlanmıştır, bundan sonra da rastlanacaktır. Fakat nesi var nesi yok, tüm mal varlığını ulusuna, yani hazineye bağışlamak için özel yasa çıkarttıran bir devlet adamına, ne Atatürk’ten önce, ne de sonra, bir daha rastlanamamıştır. Böyle bir lidere nasıl “diktatör” denebilir ki?

Diktatörlerin çoğu kez mezarları bilinmez.O ise, ulusun çıkarlarını her çıkarın üzerinde tutmayı bilen, temiz süt emmiş yurtseverlerin gönlünde, beyninde yaşıyor. O nedenle, Atatürk’ün heykelinin başını koparıp bir köşeye atan yobaz, milletinin yüreğinde yer etmiş olan Atatürk sevgisine, ne yaparsa yapsın, erişemez bile. Bu kadar sevilen, sayılan bir lidere “diktatör” denemez.

Son olarak, bu konuda, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir Percy Loraine’nin, Atatürk öldükten 15 gün sonra Londra’ya gönderdiği GİZLİ ve “40 yıl boyunca açıklanmayacak” damgası vurulmuş mektubu, Atatürk’ün bir diktatör olup olmadığı konusunda gösterilebilecek en önemli kanıtlardan bir diğeridir..

Percy Lorainne 1933-1939 yılları arasında, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisidir. Deneyimli bir diplomat olan Loraine, dünyanın büyük bir buhran içinde olduğu bir dönemde, Türkiye’deki tüm gelişme ve olaylara en yakından göz ve kulak tanıklığı yapmıştır.
Görüşleri herhalde önemlidir. Şimdi bu mektubun konumuzla ilgili bir bölümünü birlikte okuyalım:

“G İ Z L İ

Telgraf No: 608
İngiltere Büyükelçiliği
Ankara, 25 Kasım 1938

“Aziz Lordum,
1. Size Mösyö Kemal Atatürk’ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum.
2. Bu belgeye ek olarak, Büyükelçiliğimiz Müsteşarı tarafından hazırlanan ve Kemal Atatürk’ün geçmişteki kariyerini içeren belgeyi sizlere sunma onuru yanında, bu yazımda, Atatürk’ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım.
Hiç şüphesiz toplumbilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır. Ancak bunların çok azı, Atatürk’ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır.

3. Bu bilginin toplanmasında, ben belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Her ne kadar, rahmetli Cumhurbaşkanı ile çok nadir karşılaşmış olsam da bu görüşmeler diğer diplomatik temsilciliklerinkine nazaran daha sık ve daha uzun olmuştur. Bütün bunlar bir yana, görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır.

Galiba onun yeteneklerini ortaya çıkartan becerikli yaklaşımlarım vardı, bu yüzden olsa gerek görüştüğümüz konu hakkındaki fikirlerine ya da o konuyla ilgili sunduğu sonuca karşı çıktığımda benim bu tavrıma direnmezdi. Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum..

5. Atatürk’ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalışmalıyım.

10. Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak.Bunun yanlış olacağı kanısındayım.Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum.. Ancak Hitler ve Mussolini’nin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi.

Olayların gidişi, Atatürk’ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil. Ancak onu Mussolini, Hitler veya Primo de Rivera gibi diktatörlerden ayıran belki de en büyük özellik, başından beri isteyerek ve çok emek sarf ederek, kendini yaşatacak bir sistem kurmaya çalışmasıdır.
12. Müslüman olarak doğmuş, ancak yobazlık karşıtı bir kişi olmuştu,doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti; işini iyi bilen, istidat sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı.

Türkiye’nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyet’in dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı Imparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur. Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkelerarası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış,dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır.

13. Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı. O, Türk Milleti’ne hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır. İnsanlara hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de bütün bunlardan daha önemlisi bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır.
Lordum, en derin saygılarımla, sizin en sadık ve en mütevazı hizmetkarınız olduğumu bildirmekten şeref duyarım.”

Percy Loraine

Bu sözler bir diktatör için asla telaffuz edilemez, hiçbir diktatör bu denli övgü ve saygıyla anılmaz. Bu nedenle Atatürk bir diktatör değil ama otoriter bir devrimci liderdi. Yüzlerce yıl ihmal edilmiş bir toplumu çağdaş düzeye çıkartabilmek için, yapılması gereken devrimleri otoriter bir tarzda uygulamaktan başka çare yoktu.

Sonuç olarak Atatürk otoriter bir devrim adamıydı.

Atatürk’ün bir diktatör olup olmadığı, zaman zaman günümüzde bile tartışılan bir husustur. O dönemin ” Tek PartiYönetimi” olması, bu tarz görüşlerin ortaya atılmasına neden olmuştur ama, bir diktatörün yetkileri dikkate alınırsa, Atatürk’ün neden diktatör olamayacağı kolayca anlaşılır. Diktatörlüğün ne olduğunu bilmeyen, ne yazık ki, bilmediğini de bilmeyen Atatürkofobi hastası pek çok yazar-çizer tayfası, Atatürk’e “diktatör” derler. Adolf Hitler, Benito Mussolini, Josepf Stalin, Franco, Kaddafi, Saddam gibilerle Atatürk’ü, böylece utanmadan sıkılmadan aynı kategoriye sokarlar. - ATATURK TIME6

Yorumlar

  1. Hikmet Ersoy avatarı
    Hikmet Ersoy

    Orhan Bey,
    İşte sizin bu yazdıklarınız nedeni ile tüm dünyanın takdirini kazanan Atatürk’ü maalesef sadece bizdeki bazı politikacılar ve yandaşları sevmemiştir.Bunun içersinde çok miktarda (amiyane olacak ama kıskançlık var..) Ona dinsiz dediler,halbuki ilk meclis açılışını bile dualarla ve devrin ileri gelen din adamları ile açmıştır. Taa Japon yada cami yaptırmıştır.. Özetlersek ; Atatürk şayet oolmasaydı,bu vatanın kurtuluşunu sağlamasaydı… kendisine karşı gelenler bugün belki doğmayacaklardı..veya başka bir dinin mensubu olacaklardı.. Ah bunu bir anlayabilseler…

    Dikte etmek yerine, Kongrelere gidip, görüş ve yetki aldı.
    TBMM’ni açarak, “halk egemenliği” ne dayanan bir devlet kurdu.
    Hesap soran değil, hesap sorulan oldu.
    Başkomutanlık yetkisi bile her 3 ayda bir, yeniden oylandı, onaylandı, öyle verildi.
    Mareşaldi, emekli olunca bir daha üniforma giymedi.

    Gücünü silahtan değil, halkının sonsuz sevgi ve güveninden aldı.
    Daima halkının arasına katıldı, halktan biri oldu, bundan asla çekinmedi.
    Çoğu kez, gösterdiği adayları Meclis’in onaylamadığı oldu, saygıyla karşıladı.
    TBMM’ni fesih yetkisi yoktu.
    Çok partili düzene geçilmesi için çok uğraş verdi. Bir diktatör bunu neden yapsın ki?
    Ölünceye kadar, ulusu ve vatanı için nefes verdi… nefes aldı.
    Yoktan bir ulus, yoktan bir devlet yarattı.
    Barışı yalnız kendi ulusu için değil, tüm insanlık için önemsedi.
    “Savaş, mutlak bir zaruret olmadıkça, cinayettir!” diyen tek askerdi.
    Savaş paktları kuran bir “diktatör”değil, barış paktları kuran bir “devlet adamı” oldu.
    Emperyalizme karşı savaştı, emperyalistlerden en büyük saygıyı gördü.
    Bağımsızlık mücadelesi veren tüm sömürgelere umut ışığı oldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir