Atatürk’e nasıl ihanet edildi ve bu günlere gelindi, en başından alalım.
Bugünkü kargaşa, keşmekeş ortamı, darbeler, Atatürk’e yapılan ihanetlerin sonucu ve ürünüdür…
Başımıza bugün gelen felaketlerin nedeni, sağdan ve soldan Atatürk’e yapılan ihanetlerdir…
İlk karşıdevrim hareketi, Atatürk’ün ölümünden hemen sonra, devrimci kadroların yerine reformcu kadroların işbaşına getirilmesi ile başladı…
Bu açıklamalara girişmeden önce hemen şu gerçeği burada vurgulayalım:
İsmet İnönü bir Kurtuluş Savaşı ve Lozan kahramanıdır. Emperyalizme karşı dişe diş mücadele vermiştir. Şimdiki politikacılar onun tırnağı bile olamazlar. Ama bazı yanlışlar da yapmıştır. Bu bir gerçek…
İnönü’nün bu yanını eleştirmek asla onu küçültmez. Sadece geçmişten geleceğe dersler çıkarmamıza yardımcı olur… Hepsi bu. Şimdi konumuza devam edelim:
Mustafa Kemal’in ölümünden sonra en yakın mücadele ve çalışma arkadaşları olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a yeni hükümette görev verilmedi.
Ama ekonomide, kültürel konularda, siyasette Atatürk’le çatışma içerisine giren Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Fethi Okyar, Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler 1939 yılında yapılacak olan CHP seçimlerinde aday gösterildi.
Bu girişimlerin yanında, İzmir Suikastı davasından yargılanan Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Kazım Karabekir gibi isimler önemli görevlere getirildi.
Bütün bu çalışmalar, “Eski küskünlükleri, kırgınlıkları kaldırmak, sosyal barışı sağlamak” bahanesine sığınılarak yapılmıştı…
Bu yeni düzenlemeler, Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesinden, millici, devrimci politikasından sapılacağını gösteren ilk sinyallerdi…
Nitekim 1946 yılında İnönü, devrimci Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i görevden almış, yerine gerici bir kafaya sahip Reşat Şemsettin Sirer’i getirmişti. Onun ilk icraatı imam hatip ve Kuran kurslarını ivedilikle açmak olmuştu. Daha sonraları, 1 Şubat 1949 tarihli genelge ile okullara program dışı din dersleri kondu
Oysa Mustafa Kemal, “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür gençler” yetiştirmek amacıyla, 1924 yılında “Tevhid-i Tedrisat”, yani yeni adıyla Öğretim Birliği yasasını kabul etmişti.
Bu yasaya göre eğitim, “mahalle mektepleri”nden, medreselerden, tekke ve tarikatların egemenliğinden kurtarılıp, tek elde toplanacaktı. Milli eğitime bağlanacaktı. Böylece eğitim ve öğretimde birlik sağlanacaktı. Eğitimde, öğretimde birliği sağladığı için adına eski dilde “Tevhid-i Tedrisat” denildi.
Böylece “Dinler, inançlar ”vicdanlara terk edilmiş oldu.” Devlet, ikiyüzlü bir davranış içerisine girmeden, laiklik ilkesine tam anlamıyla uyarak, din sömürüsüne son vermiş, dinsel alanlardan ve kurumlardan desteğini çekmişti.
Ama “vicdanlara terk edilen dinler, inançlar” 1950’lerden sonra yeniden “vicdan”lardan çıkarılarak siyasetin emrine verildi.
Politikacılar, topluma egemen olabilmek, çıkarlarına hizmet eden bir düzen kurabilmek için ”din silahı”nı kullandılar. Toplumun bilincine kadercilik, tevekkül, boyun eğme, rıza gösterme gibi mistik değerleri aşıladılar.
Atatürk ve İnönü döneminde, “Takıyye (gizleme) Yöntemi” ile gerici yanlarını saklayan DP’nin önde gelen yöneticileri, çok partili yaşamla birlikte gerçek kimliklerini de ortaya koydular. 1950 seçimlerinden sonra emperyalizmle ve çeşitli tarikat liderleriyle sıkı ilişkiler içerisine girdiler.
Adnan Menderes’in “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” sözleri, o yıllarda Atatürk devrimlerinden ne kadar uzaklaşıldığının bir göstergesiydi.
Atatürk’ün deyişi ile ”Din daima siyaset aracı, menfaat aracı, istibdat aracı yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi, Abbasiler, Emeviler zamanında da böyle idi.”
Daha sonraları, 1980 darbesiyle üstü örtülü bir Atatürk düşmanlığı dönemi başladı. “Büyük Atatürk, Yüce Atatürk…” diye diye, Atatürk’ün cumhuriyet kurumlarını birer birer yok ettiler.
Dinci eğitim, laik eğitimin yerini aldı. Okullara zorunlu din dersleri konuldu. Tarikatlar, tekkeler yerden biter gibi çoğaldı. Nakşibendilik Çankaya’ya değin tırmandı.
Çağdışı akımlar ve düşünceler bilimin önüne geçti. Bu alanda o kadar ileriye gidildi ki, “Kadavraya don giydirilmesi”ni savunan ve karşı cinsi muayene etmek istemeyen doktorlar bile çıktı.
1991 yılında Turgut Özal Hıyanet-i Vataniye Kanunu kaldırdı. Bakın o kanunda ne deniliyordu:
“Dini ve dini mukaddesatı siyasi gayelere esas almak veya alet etmek amacıyla cemiyetler kurmak, bu cemiyetlere girmek, dini kullanarak devletin şeklini değiştirmek ve bozmak, fesat ve nifak sokmak, gerek tek tek ve gerek toplu olarak, sözlü veya yazılı veya fiili bir şekilde nutuk söylemek veyahut yayın suretiyle harekette bulunmak vatan hainliği sayılır…”‘
Şeriatçılar, demokrasiyi ve siyasal partileri, bir din devleti kurmak için kullanılması gereken araçlar olarak görüyorlardı. Onlara göre bir İslamcı “mevcut düzenin olanaklarından sonuna kadar yararlanmasını” bilmeliydi. Bu konudaki görüşlerini Şevki Yılmaz şöyle açıklıyordu:
“Türkiye’de Müslümanları selamete çıkarmanın, hürriyete kavuşturmanın yolu, mevcut düzeni kullanmaktan geçer. Müslüman, bulunduğu mekânda, mevkide ve zamanda davası için düzeni kullanabilmelidir…” (Şevki Yılmaz, Taraf Dergisi, 1993)
Düzeni kullana kullana bugünkü şeriatçı, dinci, anti laik ortama ulaştılar. Bütün bu işler olup biterken, Atatürk’ün partisi sadece onlara bakmakla yetindi.
Atatürk’e, Atatürk ilkelerine, Cumhuriyete, laikliğe, Türklüğe yapılan saldırıları kuzu kuzu seyrettiler, kabullendiler…
“Gele gele geldik bir kara taşa…”
16 yıldan beri çekiyoruz bu zulmü…
Bir yanıt yazın