Avrupa Birliği Türkiye’ye tarafımdan adlandırılan Bobon kriterlerini (BO: Bizden Olanlar, BON: Bizden OlmayaNlar) uygulasa, Türkiye bazı Avrupalılar tarafından BON kapsamında algılansa da, Dokuzuncu Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in Aydın Doğan’a 7 Şubat 2015 tarihinde yazmış olduğu mektuptaki “Türkiye, ne olursa olsun, Avrupa Birliği çıpasına sarılmalıdır. Bundan vazgeçmek olmaz” görüşü günümüzde de geçerlidir. Müzakerelerin açıldığı 2005 yılında Avusturyalıların direnişini kıran İşçi Patisi milletvekili ve dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw 2013 yılında yayınlanan kitabının 18’nci bölümünü Avrupa Birliği ve Türkiye’ye ayırmıştır. Hasta Adam Karşılık Veriyor: Avrupa ve Türkiye başlıklı bölümde Straw, müzakere sürecinin başlamasından bu yana Angela Merkel ile Nicolas Sarkozy gibi Avrupalı siyasetçilerin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıktığını hatırlatarak, bu iki siyasetçinin Türkiye’nin üyeliğini arzulamamasını Türkiye’nin Müslüman ülke olmasına bağlamıştır: “33 müzakere başlığının, 17’si engellenmiş durumda. Hiçbir aday ülkeye böyle davranılmamıştır. Acil sorun Kıbrıs’tır. Bu sorun, Fransa, Almanya ve İngiltere tek ses olursa çözülebilir. Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Avrupa’nın kendisine sınır çizmesi gerektiğini söylediğinde, coğrafi sınırları kastetmemişti. Öyle olsaydı, Malta veya Güney Kıbrıs’ın alınmaması gerekirdi. Kastettiği dini sınırlardı. Tüm bunda kaybedecek olan AB’dir, Türkiye değil. Türkiye’nin AB’ye duyduğu ihtiyaçtan çok, AB’nin Türkiye’ye şu anda ihtiyacı vardır.” (Straw, 2013, Chapter 18) Atatürk 29 Ekim 1923 tarihinde Fransız yazar Maurice Pernot’ya verdiği demeçte tercihini yapmıştır: “Kabul etmelisiniz ki, doğuda yaşamayı seçmeye mecbur olduğunuz için, ırkımızın beşiği ile ilgili olması nedeniyle mümkün olduğu kadar yakın batıyı bir yerleşim yeri seçtik. Fakat vücutlarımız doğuda ise fikirlerimiz batıya doğru yönelik kalmıştır. Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edipte Batıya yönelmemiş millet hangisidir?” Lucius Annaeus Seneca “Hangi kapıya yöneldiğini bilmeyen hiçbir zaman uygun esen rüzgarı bulamaz” (ignoranti quem portum petat nullus suus ventus est) derken haklıdır. Çünkü, yöneldiğiniz kapıyı bilmezseniz, hiçbir zaman uygun esen rüzgarı yakalayamazsınız. Ama bazen kapıyı bulmanız yeterli olmayabilir. Çünkü rüzgar eğer tersten eserse, sizi uygun olan kapıya değil, istemediğiniz bir kapıya yönlendirebilir. Ama bu Kapı hiçbir zaman Avrasya Ekonomik Birliği ya da Şanghay İşbirliği Kuruluşu olamaz. Türkiye’nin 1987 yılındaki üyelik başvurusundan günümüze kadar geçen dönemde AB ile ilişkiler inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir ama hiçbir zaman AB üyeliği stratejik hedef olmaktan çıkmamıştır. 17 Aralık 2004 tarihinde AB ile müzakere tarihinin alınması üzerine, Brüksel’den yurda dönen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Ankara’da törenlerle karşılanmış, Kızılay Meydanı’nda gündüz vakti havai fişekli tören düzenlenmiştir. Başbakan Erdoğan yaptığı konuşmada şunları söylemiştir: “Aydınlık yarınların çağdaş Türkiye’si için çıktığımız yolda hamdolsun, dün müzakere süreciyle ilgili tarihi 3 Ekim olarak almış bulunuyoruz…geçen süre içinde birçok gayretler oldu. Birçok liderin AB yolunda mücadelesi oldu. Aşama aşama şüphesiz bir yerlere gelindi… Bundan sonra şüphesiz önümüzde uzun, zorlu yollar var unutmayın. Bundan sonra ülkemizde demokrasi daha faklı bir şekilde güç bulacaktır…Türkiye çağdaş ülkeler arasındaki yerini almaya başlamıştır alacaktır.” Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 9 Mayıs 2013 tarihinde kutlanan Avrupa Günü’nde, Avrupa’nın tartışılmaz bir parçası olan Türkiye’nin AB üyeliğinin pek çok konuda AB’ye önemli artılar getireceğini açıklamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan 9 Mayıs Avrupa Günü dolayısıyla yayınladığı mesajda da referandum sürecinde kapıyı kapattığı Avrupa Birliği üyeliğini Türkiye için stratejik hedef olarak nitelemiştir: “Tarihi, coğrafi ve kültürel olarak yüzyıllardır Avrupa’nın bir parçası olan ülkemiz, stratejik hedef olarak gördüğü AB üyelik sürecini, karşılıklı saygı, eşitlik ve kazan-kazan anlayışı çerçevesinde devam ettirmek arzusundadır.” Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu 28 Ocak 2015 tarihinde Türkiye’nin Avrupa Birliği hedefinin stratejik bir hedef olduğunu ve kararlılıkla devam ettirileceğini söylemiştir: “AB bizim için stratejik bir hedeftir. İnşallah öyle veya böyle bir gün mutlaka Türkiye AB’nin üyesi olacaktır.” (Hürriyet, 28.01.2015) Türkiye’de AB üyeliği hedefinden bir sapma söz konusu değildir. 2001, 2003 ve 2008 yıllarında güncellenerek Bakanlar Kurulu kararıyla Resmi Gazete’de yayınlanan AB üyeliği hedefine yönelik Türkiye Ulusal Programı’nın giriş bölümündeki hedefte bir değişiklik olmamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan Avrupa Birliği ile ilgili temaslarda bulunmak üzere 5 Eylül 2015 tarihinde gittiği Brüksel’de “Avrupa Birliği stratejik hedeftir” demiştir. Dönemin AB Bakanı Volkan Bozkır da 18 Mayıs 2016 tarihinde aynı görüşü açıklamıştır. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek de “AB bizim için önemli bir çıpa, Batı’dan bir kopuş görmüyorum” tespitinde bulunurken, diğer Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli de “Avrupa, bizim en büyük ekonomik ortaklarımızdan biridir. Bu ticaretten her iki taraf da çıkar sağlıyor. İki tarafın menfaatini yükseltecek şekilde ilişkilerimiz devam edecektir” demiştir. TBMM Genel Kurulu’nda 24 Mayıs 2016 tarihinde Cumhuriyetin 65, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 7’nci hükümetini sunan Başbakan Yıldırım’ın bu konudaki görüşü şöyledir: “Türkiye’nin, AB’ye tam üyeliğini stratejik bir hedef olarak görüyoruz. Ancak, AB ile ilişkilerimizi, diğer ilişkilerimizin bir alternatifi değil tamamlayıcısı olarak tanımlıyoruz. Türkiye, AB’ye tam üyelik için bütün sorumluluklarını yerine getirmektedir. Buna karşın AB’nin Türkiye’ye yönelik konjonktürel yaklaşımları ve negatif ayrımcılık anlamına gelen uygulamaların doğru bulmuyoruz.” Hükümet Programının 133’ncü sayfasında Avrupa Birliği ile ilişkiler ile ilgili paragrafta AB üyeliği stratejik hedef olarak belirlenmiştir: “Ülkemizin stratejik bir hedef olarak belirlediği AB üyeliği doğrultusundaki kararlılığını ve bu meyanda, esasen halkımızın yaşam standartlarının yükseltilmesine katkıda bulunacak olan reform sürecini daha da ileri götürmek hususunda irademizi korumaktayız. AB katılım sürecinde siyasi nedenlerden kaynaklanan tıkanıklıkların aşılması ve katılım müzakerelerinin yeni fasıllar açılarak canlandırılması yönündeki çalışmalarımıza devam edeceğiz…AB katılım müzakereleri ve müktesebata uyum çalışmalarının sürdürülmesi, katılım öncesi mali yardımların etkin şekilde kullanılması ve Türkiye’nin yeni AB iletişim stratejisinin uygulanması öncelikli hedeflerimiz arasında yer alacaktır.” Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 9 Ocak 2017 tarihindeki “Türkiye’nin olmadığı Avrupa eksiktir” açıklaması, AB ile iplerin kopma noktasına gelmediğini göstermektedir. Başbakan Binali Yıldırım 21 Ağustos 2017 tarihinde Singapur’da Türkiye’nin temel dış politika eksenleri bugün de güncelliğini koruduğunu açıklamıştır: “Avrupa Birliği, ülkemiz için stratejik hedef olmayı sürdürüyor. AB ile çok boyutlu ve köklü ilişkilerimiz var. AB ile Gümrük Birliği içinde olan tek aday ülkeyiz. Türkiye, AB’nin beşinci büyük ticaret ortağı ve AB ile ticaretimiz yaklaşık 146 milyar dolar seviyesindedir. Gümrük Birliği’ni güncelleyerek ticaret hacmini iki katına çıkarmayı hedefliyoruz ve bunun başarılabileceğini öngörüyoruz.” AB-Türkiye Yüksek Düzeyli Ekonomik İşbirliği Toplantısı, 9 Aralık 2017 tarihinde Türk hükümetinden üç bakanın katılımıyla Brüksel’de gerçekleştirilmiştir. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Gümrük Birliği’nin güncellenmesinin Avrupa Birliği’nin de çıkarına olduğunu belirterek şunları söylemiştir: “Alman arkadaşlarımız güncellemeyi yavaşlatmaya çalışıyorlar. Hayrete düşüyoruz. AB üyelik sürecine ivme kazandırmaya hazırız… Hukukun üstünlüğü, demokratik standartların yükseltilmesi ve bireysel özgürlükler konusundaki taahhütlerimiz geçerli. Hükümetimiz AB üyelik sürecine ivme kazandırmaya kararlıdır. AB’yi değişimin motor gücü olarak görüyoruz.” Cumhurbaşkanı Erdoğan Roma ziyareti öncesinde İtalyan La Stampa gazetesine 4 Şubat 2018 tarihinde verdiği röportajda Türkiye’nin hedefinin üyelik olduğunu açıklamıştır: “Türkiye aday ülke olarak yükümlülüklerini yerine getiriyor ancak üyelik süreci bizim tek başımıza ilerletebileceğimiz bir süreç değil. AB’nin de üzerine düşeni yapması gerekir. Her şeyden önce bize verilen sözlerin tutulması lazım. AB katılım müzakerelerinde hem önümüzü tıkıyor hem de sürecin ilerlememesinin sorumlusu bizmiş gibi gösteriyor. Bu haksızlıktır. AB üyesi bazı ülkelerin Türkiye için farklı alternatifleri gündeme getirmeleri de bir haksızlıktır. Türkiye’nin arzusu, AB’ye tam üyeliktir. Bunun dışındaki seçenekler, bizleri tatmin etmekten uzaktır. AB’den beklentimiz, önümüzdeki suni engellerin bir an önce kaldırılması ve yapıcı bir tutum izlenmesidir. Türkiye’nin üyeliği iç siyasi hesaplara kurban edilmemelidir.” ) Avrupa Birliği üyeliği Türkiye için bir stratejik hedeftir ama Fransa, Almanya ve Avusturya gibi bazı AB üyeleri, Türkiye’yi üye olarak alma konusunda isteksizdir. Fakat bu ülkeler Türkiye’nin başka denizlere yelken açmasını da istemezler. AB Devlet ve Hükümet Başkanları 17 Aralık 2004 tarihinde şu kararı almışlardır: Eğer Türkiye AB’ye üye olamazsa, Türkiye’nin AB kurumlarına demirlenmesi söz konusudur. (…is fully anchored in the European structures) Demirlemek şu demektir: “Avrupa Birliği’ne eğer üye olamayacaksanız, AB’den fazla uzaklara da gitmeyin.” Bu durum, taraflar arasında imzalanmış olan Ankara Anlaşması ile Katma Protokol’e aykırıdır. Ayrıca Ermeni diasporasının iddialarının aynı tarihte Brüksel’de Türkiye’nin önüne büyük bir engel olarak çıkarıldığı da unutulmamalıdır. Avrupa Birliği Ermeni sorunu konusunda Türkiye’ye iki dayatmada bulunmuştur. Bunlar; Türkiye’nin AB’ye girmesi için sözde Ermeni soykırımını tanıması ve Ermenistan’la sınır kapısını açmasıdır. Avrupa Parlamentosu’nun Ermenistan’ın propagandası altında kalarak sözde Ermeni soykırımını Türkiye’nin tanıması için almış olduğu 5 kararı da unutmamak gerekir. AB üyeliğinin stratejik hedef olduğu belirtilmektedir ama bu hedef sözde kalmamalıdır. 23 Şubat 2018 tarihinde Brüksel’de bir araya gelen 27 AB üyesi ülkenin devlet ve hükümet başkanları Birliğin uzun vadeli bütçesi konusunu ve AB’nin uzun vadeli bütçesini ve 2020 sonrası AB Çok Yıllı Mali Çerçevesi’ni belirleyecek politika önceliklerini görüşmüşlerdir. Çok Yıllı Mali Çerçeve; AB bütçesinde yer alan harcama kalemlerine ilişkin ödeneklerin yedi yıllık dönemler itibarıyla ve yıllık tavanların önceden belirlenerek kaynakların AB’nin politika öncelikleri doğrultusunda dağılımını sağlamayı amaçlamaktadır. AB’nin uygulanmakta olan 2014-2020 Dönemi Mali Çerçevesi yaklaşık 1 trilyon Euro’dur. 2021-2028 dönemi AB bütçesinde Türkiye’nin üyeliği için tahsisat konulmazsa, bu dönemde AB üyeliği gerçekleşmeyecek demektir. Bu durumda 1959 yılından bu yana AB kapısında bekletilen Türkiye için AB stratejik hedef olmaktan çıkar, İsmet İnönü’nün “Yeni bir dünya kurulur. Türkiye de o dünyada yerini alır” sözü Türkiye için geçerli olur. Bu süreçte Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılma modeli Türkiye’ye yol gösterebilir. Ama bu yol, Batı dünyasından kopmak olmamalıdır. Türkiye’nin küreselleşen dünyadaki yerini sağlıklı bir şekilde belirlemek, kısa ve uzun vadeli değerlendirmelerinde bulunmak, çağdaş bir ülke olmak için büyük önem taşımaktadır. Türkiye, dünya ekonomisi ile bütünleşme çabası içinde olan gelişme yolundaki ülkeler arasındadır. Avrupa kıtasında olmayan ülkelerden farkı, Batı’nın siyasi ve ekonomik kuruluşlarının tamamına yakınına üye, diğerleriyle çok yakın ilişki içinde bulunmasıdır. Önemli fark, coğrafi konumu ile ilgilidir. Türkiye bulunduğu bölgede Karadeniz Ekonomik İşbirliği Kuruluşu ile İslam Konferansı Kuruluşu’na üyedir, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile yakın ilişkiler içindedir. Türkiye’nin değişen dünya şartlarına uyum sağlaması ve dünya ekonomisiyle bütünleşebilmesi için orta ve uzun vadeli stratejilere ihtiyacı vardır. Bu stratejiler içinde Türkiye’nin Batı dünyasından ayrılmasına yol açabilecek Avrasya Ekonomik Birliği (Gümrük Birliği) ve de Şanghay İşbirliği Kuruluşu ya da bazı akademisyenlerin tanımlamasıyla Altay Birliği yer almamaktadır. Türkiye tercihini, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Batı dünyasından yana yapmıştır. Avrupa Birliği ile ilişkilerde çeşitli faktörlerin etkisiyle meydana gelen olumsuz gelişmeler sebebiyle Türkiye’nin son 200 yıldır Batı’ya dönük yüzünü, Şanghay İşbirliği Kuruluşu ve Avrasya Ekonomik (Gümrük) Birliği gibi Rusya ve Çin’in siyasi ve ekonomik etkinliğinde olan kuruluşlara yöneltmesi bir alternatif olarak değerlendirilemez. Bu sebeple Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin Pamukkale’de 13 Aralık 2014 tarihinde düzenlenen Serbest Bölgeler Çalıştay’ında yaptığı konuşmada “Avrasya Gümrük Birliği, Türkiye için vazgeçilmezdir. Biz orada olmak zorundayız. Körfez İşbirliği Teşkilatı içinde olmak zorundayız. Orta Afrika Birliği denen… birliğin içinde yer almak zorundayız” açıklaması, gerçekçi değildir. Çünkü, Ankara Anlaşması ve Katma Protokol değişmediği sürece GATT/WTO kuralları gereğince Türkiye aynı anda iki farklı gümrük birliği içinde olamaz. Zaten Bakan Zeybekçi’nin 20 Mart 2017 tarihinde “Türkiye’nin yolculuğu, Avrupalı dostları ile birlikte medeniyet yolculuğudur” açıklaması, önceki görüşü ile çelişmektedir. AB üyesi ülkeler ve özellikle Almanya ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler hiçbir zaman Avrasya Gümrük (Ekonomik) Birliği üyesi ülkelerle karşılaştırılamaz. Orta Asya ülkeleri ile ekonomik ilişkileri karşılıklı olarak geliştirmek ile gümrük birliği gibi ileri seviyede bir ekonomik entegrasyona gitmek, başka şeylerdir. AB-Türkiye Gümrük Birliği, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde bir aşamadır. AB’ye üye olunursa Türkiye; egemenlik yetkilerinin kısmen devredildiği, alınan ortak kararlara tüm üye ülkelerin uymak zorunda bulundukları, Batılı anlamda demokrasi ile yönetilen, üyelik için ekonomik (Maastricht) ve siyasi (Kopenhag) kriterleri yerine getiren, ekonomik entegrasyona (bütünleşmeye) dayanan ve sadece Avrupalı ülkelerden oluşan bir uluslararası kuruluşa katılacaktır. Avrasya Ekonomik (Gümrük) Birliği çok farklı bir kuruluştur. Türkiye, AB için önemli bir stratejik ortaktır. Türkiye’siz bir AB, zayıf bir küresel güç olmaya adaydır. Avrasya Gümrük Birliğine girmek, bu pazarı kaybetmek demektir. Bu gelişme, Türkiye’nin ihracatını ve de döviz gelirlerini olumsuz etkileyerek cari açığın büyümesine yol açar. Avrupa Birliği Türkiye’nin açık ara birinci ticari ortağıdır. Günümüzde Türkiye ve AB arasında Gümrük Birliği çerçevesinde gelişmiş güçlü ticaret ve yatırım ilişkileri vardır. AB, Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırımların ana kaynağıdır. Avrupalı şirketler otomotivden enerjiye, haberleşmeden mali hizmetlere çeşitli sektörlere yatırım yapmaktadır. Türkiye’deki doğrudan yabancı sermaye stokunun üçte ikisi AB ülkeleri kaynaklıdır. Avrupa Birliği Türk şirketlerin ana yatırım adresi olmuştur. Son beş yılda Türkiye kaynaklı doğrudan yatırımların yarısından fazlası (%57) AB üyesi ülkelere gitmiştir. Avrupa’da Türk sermayesiyle kurulmuş yaklaşık 150 bin şirkette 630 bin kişi çalışmaktadır. Dışişleri Bakanlığı’na göre yurtdışında yaşayan 5 milyonu aşkın Türk toplumunun yaklaşık 4 milyonu Batı Avrupa (AB) ülkelerindedir. 15 Aralık 2016 tarihinde düzenlenen AB Liderler Zirvesi sonrasında liderler, AB-Türkiye mutabakatına bağlılıklarını yineleyerek, anlaşmanın tüm unsurlarının uygulanmasının önemini vurgulamıştır: “AB Konseyi, AB-Türkiye mutabakatına olan bağlığını yineler ve tüm unsurlarının ve tam ve ayrım yapılmadan uygulanmasının önemini altını çizer.” AB Komisyonu tarafından yapılan açıklamada “Demokrasi ile temel hak ve özgürlüklere olan saygı anlaşmanın önemli bir parçası olacaktır” ifadelerine yer verilmiştir. Tüm olumsuzluklara rağmen Türkiye Batı dünyasından kopmamalıdır. Avrasya ile ilişkiler geliştirilmeli, fakat Rusya’nın egemen olduğu kuruluşlara üye olma çabalarına son vermelidir. 2000’li yılların başında Rusya’da Putin’in iktidara gelmesinin ardından çeşitli bölgesel kuruluşlar aracılığıyla Sovyet ardılı ülkeler arasında eski Sovyetler Birliği’ne benzeyen bir birliğin sağlanması amaçlanmıştır. Putin’in amaç ve söylemlerinde büyük bir değişimin olduğunu söylemek mümkün değildir. Uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkilerde ülkelerin birbirlerini nasıl algıladıkları önemlidir. Bu algı, tarafların birbirlerine karşı tarihsel imaj ve kültürel birikimlerin etkisinden geçerek oluşur. Algılar bazen peşin yargılardan etkilenir ama algıların varlığı maddi gerçekliğin küçümsenmesi anlamına gelmez. Maddi gerçekliğe anlam kazandıran, o gerçekliğe taraflarca atfedilen önemdir. Günümüzün küresel dünyasında algılar statik olmayıp hızla değişebilmektedir. Tarafların eylemleri algıları doğurur. Bu sebeple eylem değişince algı da değişebilir. Türkiye’nin gösterdiği ekonomik performans ve izlediği dış politika, ülkemizin Batı dünyasındaki algısının değişmesini sağlamıştır. Türkiye değişirken Batı’nın Türk dış politikası algısı da değişmektedir. NATO üyeliğinden sonra Türkiye, Batı Dünyası’nın sadık bir müttefiki olarak algılanmıştır. Türkiye’nin dış politikada belli ilkeler belirleyerek bunları uygulamaya koyması, son yıllarda ABD ve Avrupa Birliği’nde endişe doğurmuştur ama bu bir eksen kayması anlamına gelmemektedir. Batı’nın çifte standartlarına yönelik Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar gibi Batılı olmayan bölgelerde seslendirdiği eleştiriler zaman zaman Türkiye’nin bir ortak değil, rakip güç olarak algılanmasına yol açmakta, Ortadoğu’daki Batı karşıtı aktörlerle ilişkileri, Türkiye’nin Avrupa’da ne tür bir ortak olacağı konusunun sorgulanmasına sebep olmaktadır. Eksen tartışmalarının doğmasına zemin hazırlayan gelişme, Türkiye-AB ilişkilerinin çıkmaz sokağa girmesidir. AB ile Türkiye arasında yapılan geri kabul anlaşması ve 33’ncü başlığın açılması konusunda Bavyera Maliye Bakanı CSU’lu siyasetçi Markus Soder ZDF televizyonunda (20 Mart 2016) kendisine sorulan bir soruyu cevaplandırırken Türkiye’nin bu konuda üstüne düşen yükümlülükleri yerine getirmesinin güç olduğunu belirterek Türkiye’ye üye olamayacağı açıklanmalıdır demiştir. Türkiye, 1856 Paris Anlaşması’ndan sonra yüzünü Batı’ya çevirmiş, Tanzimat’tan bu yana da Batı’ya yönelmiş dünyadaki tek Müslüman ülkedir. Türkiye, laik ve demokratik ilkeleri benimsemiş, Batı dünyası ile ortak sınıra sahip ve ona komşu, AB ülkeleri ile tarihi ilişkileri bulunan, dünya üzerinde mevcut 57 İslam ülkesi arasında ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve sportif alanlarda en gelişmişler arasında yer alan, hayat tarzı olarak kendi kültürel değerlerini koruyarak Batı’yı seçmiş bir ülkedir. Türk kamuoyu artık ülkemizin bir gün AB üyesi olacağına inanmamaktadır. Kamuoyu desteği olmadan Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir hükümet AB’ye üyelik konusunda istekli olmayacak, bu durumda Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler zayıflayacak ve Türkiye’de bir eksen kayması belki bu durumda olabilecektir. Bu gerçeği görerek Türkiye yeni bir strateji belirlemek zorundadır. 63 yıl önce NATO kurulduğunda hiç kimse; 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin çökeceğini, Avrupa’nın iki bloklu yapısının ortadan kalkacağını, Varşova Paktı’nın 1 Temmuz 1991’de dağılacağını, Savaş sonrası Avrupa’sının iki kutuplu yapısının askeri bakımdan tarihe karışacağını, Polonya, Çek ve Slovak Cumhuriyetleri, Slovenya, Macaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya ve Bulgaristan gibi eski sosyalist ülkelerin Türkiye’den önce Avrupa Birliği üyesi olacaklarını tahmin edemezdi. Bu sebeple Türkiye AB üyesi olmasa bile Batı dünyası ile olan ilişkilerini güçlendirmeli, uzak denizlere yelken açmamalıdır.
|
Bir yanıt yazın