KIBRIS PAZARI YAZILARI (LEFKE-FERAHFEZÂ)
HÜSEYİN MÜMTAZ
Ve o müthiş hesaplaşmayı Lefke’de yaptık.
Konu, Osmanlı’nın yaptığı hatanın nerede olduğu idi. Tarihin en büyük imparatorluklarından birini kur; dili ve ırkı ayrı 72 milleti son derece akortlu bir orkestrasyonla yüzlerce yıl idare et ve …. çök.
Akıl erdirilemeyen çelişki ne idi biliyor musunuz, bu kadar millet hallerinden memnun idiler ki, uzun bir süre ses çıkarmadılar. Peki, sonra memnun idi iseler neden hepsi birden Osmanlı’nın can düşmanı kesildiler?
Meselenin öte yanı ise şu: Osmanlı, ilerde böyle bir muameleye marûz kalmamak için ne yapmalıydı? Devletin; (farklı dinden) azınlıklara uyguladığı aşırı serbesti, onları dil ve dinlerinde tamamen muhtar bırakması mı bu sonu hazırlamıştı yoksa sert bir takım baskı tedbirleri ile asimile mi etmeliydi? O takdirde de bu kadar kudretli bir imparatorluk kurup idare ettirebilir miydi?
Bilmiyorum, Lefke’nin bol palmiyeli, nemli gecesinde, üstelik bir rakı sofrasında bu konu tartışılmalı mıydı? Hoş gene de; en iyi ihtimalle Tanzimat’tan bu yana çok değişik yer ve zamanlarda, belki de milyonlarca kere görüşülen, görüşülüp de bir türlü bir karara varılmayan konu tabii gene havada asalı kaldı ya!
Yemek bitmiş, rakı bardaklarının dibindeki son yudumlar içiliyordu. Aşağılardan bir yerlerden, büyük bir ihtimalle de Yedi Dalga’daki eski madenci evlerinin birinden sonuna kadar açılmış bir kaset; “Gül Bahçeleri”ni söylüyordu. Hepimizin üstüne yavaş yavaş ilerleyen saatlerin mahmurluğu çökmüştü. Aniden söz döndü dolaştı, Kıbrıs’ta her mecliste, her zaman olduğu gibi Rum ve Yunanlıların şirretliğine geldi.
“Tabiîdir” diye söze girdim. “Şu kadar sene tebaa olmanın ezikliğini taşıyor ve bu kompleksle sabah akşam Türkiye ile yatıp kalkıyorlar.” O zaman sıra, “Peki, Osmanlı bunlar eritse idi, dinî ve millî karakterlerini ezse idi daha iyi olmaz mı idi”ye geldi. Çıkış yolunu, “Osmanlı o zaman âdil ve güçlü idi” de buldum. “Güç, âdil ise; tebaa, tâbî olmaya mecbur hisseder kendini. Ama hâkim otoritede bu iki unsurdan biri yok olursa; hele hele güç, adaletten uzaklaşırsa yönetilenler arasında homurdanmalar başlar. Osmanlı son zamanlarında, zayıflarken, zayıflığını âdil olmayan başka usuller ile örtmeye çalışması üzerine kendi çöküşünü hızlandırmış, tebaanın bir kısmı yeni efendiler aramaya, diğer bir kısmı da başının çaresine bakarak kendi ayakları üzerinde durmaya çabalamıştır. Ve tabii olarak, eski tebaa eski efendiye gittikçe artan hıncını, hiç kurtulamadığı aşağılık duygusunun tesiriyle her fırsatta belli etmiştir. İşte Yunan’ın bu tepkisi, bu hissin tezâhüründen başka bir şey değildir” dedim.
Meseleyi hallettiğimi zannederken, uzun süredir İngiltere’de yaşamakta olan iki muhatabımdan biri, bir hâtırasını nakletmeye başladı: “’74’ün 15 Temmuz’undan bir hafta kadar önce Kıbrıs’ta idim. Kıbrıs Türk Dışişleri Bakanlığı’nda memur olan kardeşim, gene bir takım çatışmalar olabilir, iyisi mi sen buralarda pek durma dedi. Ben de yahu biz İngiliz tabiyetindeyik, kimse bir şey yapamaz dedim ama gene de hemen Ada’dan ayrıldım” dedi.
Hoppalaa… Hadi, azınlıkların Osmanlı’dan kopma sebeplerine bir çözüm bulduk. Ama İmparatorluk’ta efendi olması, hâkim olması icab eden Türk unsurun bu yabancılaşması ne demek, bunu nasıl izah edeceğiz? Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak kendi kendinize; cumhuriyet dönemi kültür politikasının cumhuriyet hudutları dışında kalan Türklere bigâne nesiller yetiştirdiğini ikrar edebilir ve böylece anavatan’dan gerekli moral desteği ve yakınlığı bulamayan, terk edilmişlik duygusu içindeki Türklerin çaresizlikle bir çıkış yolu, bir hâmî aramalarını mâzur görebilirsiniz, ama bunu gelin bir de Lozan’da hudutlar çizilirken hasbel kader dışarıda kalmış Türklere anlatın…
O an iki Kıbrıs Türk’ü karşısında sorulara muhatap olan bir Anadolu Türk’ü olarak çıkış yolunu, suçu gene Osmanlı’ya yüklemekte buldum; “Demek ki” dedim. “Osmanlı azınlıklara büyük müsâmaha gösterir ve onları asimile etmezken, Türkleri de, kendini kültürel ve psikolojik erozyondan koruyacak manevi silahlarla teçhiz etmemişti.”
Ve hemen, düşünmelerine fırsat bırakmadan, İngiliz tâbiyetindeki Türk’e sordum:
“Mesela” dedim, “Siz, Kıbrıs’ta Rum’la mücadeleye başlarken, 15-20 yaşında İngiltere’ye kaçtınız, İngiliz vatandaşı oldunuz, gidip Afrika’da çalıştınız. Kıbrıs’ta askerlik görevinizi de yapmak istemiyorsunuz sonra dönüp, şimdi devletten, güneyde kalan mallarınıza karşılık, hani şu korumayı düşünmediğiniz mallarınıza karşılık, mal talep ediyorsunuz. Peki, ama nesiniz siz, kendinizi nereye ait hissediyorsunuz?”
Tevalî eden hatalardan ben sorumluymuşum gibi bir savunma içgüdüsüyle muhatabıma yüklenmiştim. Ezildi ve yavaşça “E, Türkük be yahu” dedi. “Fazla haksızlık etme” demek ister gibiydi.
Nemli-sıcak ve palmiyeli gecenin ilerlemiş saatinde birer kadeh daha rakı içtik. Uzaktan, belki hemen tepenin ilerisindeki Rum tarafından köpek havlamaları geliyordu.
***
Lefke, 1571’de Ada fethedilince padişah fermânıyla Anadolu’dan gönderilen Türklerin ilk yerleştikleri kasaba. Güzelyurt’tan sonra, deniz kıyısından da gidebilirsiniz. Ama Zodya’dan Angolem’e dönünce dar asfalt bir yol önce sizi Petre’ye çıkarır. Bu yol tam hududun birkaç metre yanındadır. Belli aralıklarla Barış Gücü gözetleme kuleleri bulunur. Arada bir de helikopterle devriye gezerler. Petre tam askeri bölgededir ve harekâttan sonra iskâna açılmadığı için bir hayalet şehir gibidir. Bakımsızlıktan duvarlar neredeyse dökülmektedir. Çevre köylerden gelenler; kapı – pencere hatta dam, işe yarar ne varsa söküp gitmişlerdir. Havada 20 Temmuz 1974 asılı kalmıştır sanki her yeri saran otlarla birlikte.
Petre’de hayat, insan ve sevgi yoktur.
Hurma ağaçları ve palmiyeler, ille de palmiyeler Petre’de de vardır ama Petre’de sevgi yoktur, aşk yoktur. Lefke’de ise hep beklenen bir şeyler vardır. Ve aslında Lefke; deniz kıyısından da gitseniz, Petre’den de gitseniz, Güzelyurt’a gidilen gecelerde vakit geçirildiği için vardır, hep Güzelyurt düşünüldüğü, hiç akıldan çıkarılmadığı için vardır, güzeldir.
Evet Güzelyurt’tan deniz kıyısını takip ederek değil de Petre’den Lefke’ye giderseniz ve hele öğlen saatleriyse sıcaktan buğulanan havada bir tepeyi aşıverince Lefke, o yeşil Lefke, palmiyeleriyle bir vaha gibi çıkar ortaya. Rahatlarsınız. Bir an önce ulaşmak için basarsınız gaza, tozlu ve kıvrımlı bir yoldan sonra beş dakika içinde Lefke’ye varırsınız.
Lefke; ağustos böceklerinden uykuya dalmamış herhangi birinin sesini, uzaktan uzağa duyulduğu bol rakılı ve şeftali kebaplı bir gecede Osmanlı’nın ve Cumhuriyet aydınının “hesabının görüldüğü”, neticede bütün Türk asıllı Fatimaların soyadlarının ille de Whitebread olmasının icap etmediğinin anlaşıldığı için güzeldir.
Kısaca Lefke; Ferahfezâ bir bestedir hep zihnin derinliklerinde bir yerlerde kalan, ama yüksek sesle bir türlü söylenemeyen…
ŞEHİR – Ağustos 1988, Sayı: 18
Bir yanıt yazın