Dün çok sevdiğim bir arkadaşım bana sabah sabah yaşadığı av macerasını anlattı. Hem çok hoşuma gitti hem de beni düşündürdü. Yıllardır yaşadığım politik olaylar gözümün önünden film gibi geçti, arkadaşım hikayesini anlatırken.
Arkadaşım deneyimli, yetenekli iyi bir avcı. Donanımı eksiksiz, tüfeği en kalitelisinden. Saçmaları seçme ve pahalı, cipi ve av köpeği de av için en uygun cinsten.
“Sabah sabah daha güneş doğmadan evden çıktım ve av bölgesine gittim” diye başladı hikayesine;
“Gün ağarırken elde tüfek, köpeğimle av yürüyüşüne çıktık. Çok geçmeden köpeğim hızla koşarak yanımdan ayrıldı ve bir tavşanı önüme doğru çevirdi. Tavşan önde köpeğim arkada bana doğru koşarlarken -ki o kısacık saniyeler içinde -ben, hayal gücümde tavşanı vurmuş, postunu yüzmüş, etini temizlemiş ve yahni yapmak için tencereye koymuştum bile.
Tüfeğimi doğrulttum ve ateş ettim. Tabii ıska.
Tavşan önde, köpeğim arkada solumdan kaçıp gözden kayboldular ve kısa bir müddet sonra önlü arkalı gene bana doğru gelmeye başladılar. Bu defa aklım tenceredeki tavşanda olduğundan çok daha dikkatle nişan aldım ama gene ıska.
Yine gözden kayboldular, yine önlü arkalı bana doğru gelmeye başladılar ve yine ıska, yine ıska, yine ıska. Tam altı kez köpeğim tavşanı benim önüme yöneltti ama nafile…
Vuramadim o tavşanı, halbuki ne güzel tencerenin içindeydi….”
Büyük bir gülümseme ile hikayesini noktaladı.
Birlikte güldük, üstelik ben ona biraz da takıldım avdan hiç anlamamama rağmen. Kocadın artık dedim kendisine, neredeyse benden 25 yaş küçük olmasını dikkate almaksızın.
Sonucun garanti olduğu konularda, aynen tavşanın yüzülüp tencereye konduğu bu hikayede olduğu gibi, çok düşük de olsa başka bir sonucun ortaya çıkabileceği geldi aklıma ve konuyu Rumlarla yıllardır sürdürülen müzakereler ile ilintilendirdim.
Rumlar 4 Mart 1964 tarihli ve 186 numaralı BM Güvenlik Konseyinin “Geçici Kararı” ile geçici bile olsa devlet olarak tanındıkları gerçeği doğrultusunda, “biz devletiz, Türkler azınlık, nasıl olsa varılacak anlaşma bizim istediğimiz gibi olmak zorundadır” düşüncesi ile müzakerelere ve Kıbrıs sorununun çözümüne hep tencerede yüzülmüş tavşan gözü veya da yaygın halk deyimi ile “Çantada keklik” anlayışı ile baktılar.
Ama New York’ta yapılan 4’üncü 3.lü zirve, ne çantada kekliğin olduğunu ne de tencerede yüzülmüş tavşanın bulunduğunu ortaya çıkardı.
Rum lider Hristofyas ne kadar da müzakerelerden kaçmaya çalışsa ve bahaneler yaratmaya uğraşsa, artık müzakereleri bir sonuca ulaştırmak için kararlı olan Birlemiş Milletlerin bu hızlı ve prensipli gidişini durdurmasına olanak yok.
Genel Sekreter’in Özel Danışmanı, cuma günü Güvenlik Konseyi’ni bilgilendirmesinin ardından yaptığı açıklamada genel hatlarıyla çıkmaz ihtimalinin olasılığından bahsetmesine rağmen BM ekibi, Ocak ayına kadar ki süre içinde başlıca hedefi olan Kıbrıs sorununun iç yönleri kapanmasa dahi uluslararası konferans düzenlenmesini başarmak için hararetle çalışmakta.
BM Genel Sekteri Ban Ki Moon’un Kıbrıs sorununu Güney Kıbrıs’ın AB dönem başkanlığından önce kapatmak istediği kesin. Bu nedenle de Ocak ayında Kıbrıs sorununa çözüm bulma yolunda liderler arasında bir mutabakat olmaz ve 4’lü veya 5’li konferans kararı çıkmazsa, bu yola taş koyan lider veya liderlerin Green Tree malikânesinden “elini kolunu sallayarak çıkamayacağı” ve kendisine çıkmazın sorumluluğunun yükleneceği de çok net bir gerçek.
Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun ve müzakere ekibinin Kıbrıs sorununa çözüm getirmek için yaptıkları çalışmalara, girişimlere ve masaya koydukları önerilere karşın Rum tarafının yapıcı hiçbir öneri yapmaması ve yıllardır kaşarlanmış önerilerini ısıtıp ısıtıp masaya koymaları çanağın kimin başında kırılacağını apaçık göstermektedir.
Rum Lider Hristofyas’ın gerek Kıbrıs Rum tarafında, gerek AB içinde gerekse de BM çevrelerinde saygınlığı ve inanılırlığı artık yerlerde sürünmekte. Hristofyas’ın arkasında Eroğlu’nunki gibi halk desteği olmadığından, çözüm doğrultusunda yapıcı adımlar atması olanaksız.
Müzakerelerin yıllarca daha, Rumların arzuladıkları siyasi ortam oluşuncaya kadar süremeyeceği mümkün olmadığından, artık sona gelindiği kesin.
Prof. Dr. Ata ATUN
ata.atun@atun.com
7 Kasım 2011
Bir yanıt yazın