Gulnara Inanc
Ulusal Kanal Ankara Temsilcisi Fikret Akfırat`in Novosti-Azerbaycan ajansliqina ozel aciklamasi.
(İlk basımı 2004 yılında yapılan ve Türkiye’nin son 30 yıllık siyasi tarihini özellikle Kürt meselesi bağlamında ele alan Kukla Devlet-ABD Kürdistan’ı Nasıl Kurdu” adlı kitabın yazarıdır. Akfırat, 2002-2011 yılları arasında Aydınlık dergisinin Ankara Temsilciliğini yürütmüştür.)
1. Seçim öncesi Türkiye’deki tabloyu nasıl çiziyorsunuz?
Türkiye, tarihinin en tartışmalı ve kritik seçimlerinden birini yaşıyor. Siyasi kamplaşma, esas olarak, “AKP” ve her biri birbirinden farklı olmak üzere değişik siyasi partilerin oluşturduğu objektif olarak oluşmuş “AKP’ye karşı çıkanlar” grubu ekseninde şekilleniyor. Şu anda TBMM’de grubu bulunan CHP, MHP, BDP ve grubu bulunmayan partilerin tamamı AKP’yi ve lideri Tayip Erdoğan’ı “faşizan” bir sistemin taşlarını döşemekle eleştiriyor. Gerçekten de AKP’nin ikinci dönem işbaşına geldiği 2007 yılından bu yana Türkiye’de temel hak ve özgürlükler alanında ciddi gerileme olduğu hem ulusal hem de uluslararası birçok kuruluşun ortak saptaması durumunda. Özellikle , 2007 yılından bu yana Türkiye’de ulusalcı olarak nitelenen ABD-AB karşıtı güçleri hedefleyen soruşturmaların açılması ve bu soruşturmaların yürütülüşü biçimi en dikkat çekici gelişme olarak kaydedilmektedir. Bu soruşturmalarda, aralarında üst düzey Ordu mensupları, siyasi parti genel başkanı, bilim adamı ve gazetecilerin de içinde yer aldığı birçok kişinin hukuki anlamda yeterli kanıt bulunmamasına rağmen yıllar boyu tutuklu kalması dikkat çekmektedir.
Öte yandan 2002 yılında, önceki iktidar döneminde artan yolsuzluk ve yoksulluk şikayetlerini ortadan kaldırma vaadiyle işbaşına gelen AKP’nin üst düzey kadrolarının ve bakanlarının 8,5 yıllık iki dönemlik iktidarı boyunca artan yolsuzluk iddialarıyla anılır olması Türkiye’de (yaratılan baskı ortamı nedeniyle açıktan olmasa da) iki veya daha fazla kişinin biraraya geldiği ortamda en fazla konuşulan konu durumunda. Yine AKP’nin kendi yandaşlarını zenginleştirdiği, kamu ihalelerinin bu amaçla siyasi iktidar gücüyle yönlendirildiği Türkiye’de en çok konuşulan konulardan. AKP ile yollarını 2007 yılında ayıran eski Başbakan Yardımcısı ve partinin en önemli üst yöneticilerinden olan Abdüllatif Şener, AKP döneminin zenginleriyle Türkiye’nin en büyük sanayici ve işadamlarının oluşturduğu TÜSİAD adlı örgütü karşılaştırarak şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Bu dönemde zengin olanlar günün birinde legalleştikleri zaman, daha doğrusu zenginlikleri legalleştiği zaman herkes görecektir ki TÜSİAD orta sınıfa dönüşecektir”.
Türkiye’de seçimlere çok sert bir kutuplaşma ortamında gidildiğini söylemek mümkün. AKP’nin iktidarını pekiştirmesine ve gücü elinde toplama oranının artmasına koşut olarak İslami söylemleri de öne çıkarması, Tayyip Erdoğan’ın seçim meydanlarında Alevilerle ilgili ayrımcı bir dile yönelmesinin, mezhepler ekseninde bir kutuplaşmayı yarattığını belirtelim. AKP’nin geçen yıl başlattığı “demokratik açılım” veya “Kürt açılımı” adıyla anılan Kürt meselesi konusundaki yeni politikaların da ayrı ve tehlikeli bir kutuplaşmaya neden olduğunu belirtmek gerekir. Açılım politikası, 1984 yılından itibaren silahlı bir ayrılıkçı hareket olarak faaliyet yürüten PKK’nın siyasal düzlemde etkili bir aktör olarak sahneye çıkmasına yol açtı. AKP Hükümeti’nin, 12 yıldır Marmara’da bir adada (İmralı Adası) tutuklu bulunan PKK’nın lideri Abdullah Öcalan ile 12 Eylül 2010’da yapılan anayasa referandumu ve seçimler öncesinde görüşmeler yürüttüğü, bu görüşmelerde en önemli tartışma konusunun AKP’nin seçim sonrasında yapmayı vaadettiği yeni anayasa olduğu da ortaya çıkmış bulunuyor.
Cezaevinde bulunan Abdullah Öcalan, avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada, “seçimlerin hemen ardından görüşmeler bir anlaşmayla sonuçlanmazsa iç savaşın çıkacağı” tehdidini savurdu.
Öte yandan bu gelişmeler, Kürt sorununda geçmişten bu yana “demokrasi, insan hakları, özgürlükler” temelinde gündeme getirilen kültürel eksenli talepler yerine siyasi taleplerin öne çıkmasına yol açtı. PKK yandaşı gruplar Türkiye’nin güneydoğusunda “demokratik özerk yönetim” adını verdikleri ayrı bir siyasi otoritenin teşkili doğrultusunda adımlar atıyorlar, BDP’nin sahip olduğu belediyeler, bu otoriteye bağlı kılmak için çalışmalar yürütüyorlar. Bugün Türkiye’de Kürt kökenli yurttaşlar adına savunulan talepler içinde bazı kültürel hakların sağlanması değil, ayrı bir özerk bölge, daha sonra da federatif bir bölge doğrultusunda istekler gündeme getiriliyor.
Sonuç olarak Kürt kökenli yurttaşlarla Kürt kökenli olmayanlar arasında Türk-Kürt ayrımı temelinde kutuplaşmanın hızla körüklendiği bir zemin ortaya çıkmış bulunuyor. Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün tarihi tanımıyla, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” formülünden uzaklaşma doğrultusunda gelişmelerin cereyan ettiği söylenebilir.
2. CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın istifasından sonra CHP’nin
durumunu nasıl görüyorsunuz, AKP, en önemli rakibini bertaraf mı etti?
Deniz Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etmesi olayı, CHP’nin AKP ile siyasi rekabeti bağlamında değerlendirmekten daha geniş boyutlu bir analizi gerektiriyor. CHP, 1940’lı yıllardan itibaren değişik zamanlarda programatik değişiklikler yapmakla birlikte Türkiye’nin Kemalist Devrimci köklerini, en azından söylem düzeyinde rehber olarak kabul eden bir siyasi parti olarak varlığını sürdürdü. Türkiye’de, özellikle 1980’den sonra ekonomik, toplumsal ve siyasal düzlemde yapısal değişiklikler yaşandı. Bu değişikliklerle, yeni bir sayasal ve ekonomik düzen inşa edilmeye başlandı. Bu “yeni siyasal ve ekonomik düzenin” en önemli propaganda teması “Leninizm gibi Kemalizm’in de miadını doldurduğu” ve “Atatürk’ün modasının geçtiği”ydi. Atatürk’ün Türkiye koşullarına özgün bir model olarak geliştirdiği Altı Ok’la tanımlanan CHP’nin temel programı, 1970’li yıllarda Avrupa sosyal demokrasisi üzerinden kısmen Batılılaştırılmıştı. Ancak Türkiye’nin olduğu kadar, CHP’nin de Kemalist köklerine asıl saldırı 1990’lı yıllarda yoğunlaştırılmıştı. Bu dönemde işlenen faili meçhul siyasi cinayetlerde kamuoyunda Kemalist olarak bilinen gazeteci, yazar, bilim adamlarının hedef seçilmesi de bu saldırının kapsamını ortaya koyan nitelikteydi. Yıllar boyu (ve halen) failleri bütünüyle ortaya çıkarılamayan bu saldırıların arkasında Batılı istihbarat örgütlerinin parmağı olduğu kamuoyundaki yaygın kanıdır.
Bu genel çerçeve içinde özellikle 1990’lı yıllardaki Körfez Savaşı ve arkasından 2003 yılındaki ABD’nin Irak işgali Türkiye’de devlet içinde ve birçok siyasi parti içinde olduğu kadar CHP içinde de siyasi kırılmalara yol açtı. O dönem, Deniz Baykal’ın liderliğindeki CHP, ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a asker geçirmesine ve Amerikan askerleri için Türkiye’nin lojistik üs haline getirilmesine neden olacak olan Hükümet tezkeresine karşı güçlü bir siyasi kampanya yürüttü. İkinci olarak, AKP’nin Türkiye’de yasama, yürütme ve yargı erklerini tek elde tutma çabasına karşı Baykal’ın Liderliğindeki CHP, etkili bir muhalefet yürüttü. AKP’nin Ordu’yu ve siyasi rakiplerini tasfiye etme çabası olarak değerlendirilen ancak daha geniş bir jeopolitik çerçeve içinde değerlendirilmesi gereken Ergenekon vb. soruşturmalarına karşı çıkışı, Deniz Baykallı CHP’nin ABD açısından bertaraf edilmesi gereken bir hedef haline gelmesine yol açtı. CHP’nin 1970’li yıllardaki lideri ve 1990’lı yılların sonunda yeniden Başbakanlık koltuğuna oturan Bülent Ecevit, ABD’nin Irak işgaline karşı çıktığı için iktidardan düşürülmüştü. Ecevit’in ardından bu kez 8 yıl sonra Baykal da ABD’nin hedefi oldu ve bir tertip sonucu koltuğunu bırakmak zorunda kaldı.
Genel Başkanlık koltuğuna oturan Kemal Kılıçdaroğlu, kendi yönetimlerindeki partiyi “yeni CHP” olarak adlandırmaya başladı. Kılıçdaroğlu’nun “yeni CHP”sinin, “Batı tipi, yeni liberal solcu” bir söylem tutturduğu dikkat çekiyor. Önceki parti yönetiminin gündeme getirdiği Türkiye’nin üniter sistemi ve ulus devlet yapısı konusundaki kaygılar, Amerika’nın bölgeye yönelik hedeflerinin eleştirisi, laik sistemin tasfiyesi, günlük hayatın ve giderek devlet işlerinin daha fazla İslami kurallarla yönetilmeye çalışılması gibi siyasetler yerine, Kılıçdaroğlu’nun “Türkiye’de laiklik tehlikede değildir”, “tarikatlar Türkiye’nin gerçeğidir”, “Askerlerin siyaset üzerindeki ağırlıklarının azaltılması” vb. politikalar gündeme getirmesi dikkat çekiyor.
3. BDP’nin adaylarıyla ilgili yaşanan krizi ve Türkiye’nin
federalleştirilmesi söylemlerini değerlendirebilir misiniz?
BDP’nin adaylarıyla ilgili ortaya çıkan kriz, Türkiye’nin Türk-Kürt kutuplaşması açısından ne kadar tehlikeli bir dönemden geçtiğinin ispatı niteliğinde. İkinci olarak Türkiye’de seçimleri yönetmekle görevli olan ve kararları kesin olan (itiraz yolu bulunmayan) yüksek hakimlerin oluşturduğu Yüksek Seçim Kurulu, BDP’nin adaylarıyla ilgili mevcut yasalara göre aday olmalarının mümkün olmadığı yönünde bir karar verdi. Bunun ardından YSK’nın kararına karşı çok büyük bir kampanya başladı. Sadece AKP yandaşı medyada değil, onlardan daha fazla “ana akım medya” olarak adlandırılan yayın organlarında YSK’ya karşı çok sert eleştiriler başlatıldı. Buna koşut olarak PKK yandaşları Türkiye’nin en büyük kenti İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerde ve güneydoğuda tedhiş eylemlerine girişti. Hükümet’in açıktan müdahalesi ve PKK yandaşlarının yakıp yıkma eyleminin ardından YSK kararı değiştirildi, adaylıklar üstündeki veto kararı kaldırıldı. Bu durumun kamuoyuna verdiği mesaj ise, Türk devletinin; yargı kurumları, siyasi iradesi, güvenlik güçleriyle PKK eylemleri karşısında acziyetinin ifadesi olarak hafızalara kazındı.
Türkiye’nin federalleştirilmesi konusunu ilk soruda yanıtlamıştım. Ancak kısaca şunu belirteyim: ABD’nin, içinde Türkiye’nin de bulunduğu bölge için hedefinin 24 ülkenin sınırlarını değiştirmek olduğunu, ABD eski Dışişleri bakanı Condoleezza Rice açıklamıştı. Hedeflenen, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde önce federal ardından bölünmüş ve böylece Büyük Ortadoğu Projesi önünde engel olmaktan çıkarılmış bir Türkiye’dir. Bunu, ABD’nin gayrı resmi politika yapıcıları da açıkça belirtmekte ve bu yolla ABD’nin amaç ve çıkarlarına uygun bir hale getirileceğini savunmaktadırlar.
4. Başbakan Erdoğan ve birçok AKP’li son kez aday olduğunu açıkladı.
Seçmenlerin çoğunluğunun oylarını alacakları düşünülüyor.
Başbakan Erdoğan ve birçok AKP’linin son kez aday olduklarını açıklamaları esas olarak bir propaganda teması olmaktan öteye anlam taşımıyor. Çünkü, Tayip Erdoğan, asıl hedefinin ABD’de veya Fransa’dakine benzer şekilde Başkanlık sistemi olduğunu açıkladı. Bu çerçevede 2012 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Başkanlık sistemine geçilmesi için anayasa değişikliğini gerçekleştirmek, arkasından Başkanlık koltuğuna oturmak istediği biliniyor.
AKP’nin oy oranı konusunda çeşitli spekülasyonlar yapılıyor. AKP’nin para desteğini alan kamuoyu araştırma şirketleri, AKP’yi en yakın rakibi CHP karşısında çok ileride gösteren anketler yayınlıyorlar. AKP’nin yüzde 47-48, hatta yüzde 52 oy alacağını iddia eden anketler bile var. Bu anket şirketleri benzer oy oranlarını 2009 yılı Mart ayında yapılan yerel seçimler öncesinde de yayınlamışlardı. Ancak seçim AKP’nin yüzde 38 civarındaki oyuyla sonuçlanmıştı.
Ancak başka bazı araştırmalar ve kamuoyu tepkileri, durumun AKP açısından iddia edildiği kadar avantajlı olmadığını ortaya koyuyor. Tayip Erdoğan’ın hedefi, yasalara göre anayasayı değiştirme çoğunluğu için taban olan 330 milletvekilini çıkarmak. Hükümet kurabilmek için de en az 276 milletvekili çıkarmak gerekiyor. Fakat, son günlerde Türkiye’de lise mezunu gençlerin üniversiteye girmeleri için düzenlenen ve bu yıl 1 milyon 700 bin öğrencinin katıldığı merkezi sınav sisteminde hile yapıldığı iddiaları Hükümet’i zora soktu. Öte yandan siyasi gözlemciler, AKP’nin otoriter bir yönelime girmesi, yolsuzluk iddiaları, PKK terörünün artışı, ayrılıkçılığın güçlenmesi gibi nedenlerle durumun AKP açısından pek de parlak olmadığını vurguluyor. Gözlemciler, Tayip Erdoğan’ın giderek sertleşen üslubunu da buna bağlıyor.
5. Erdoğan’a karşı yapılan suikast girişimi, ülkede siyasi ortamın
gerginleştiğinin bir göstergesi mi yoksa bunun daha derin jeopolitik
sebepleri var mı?
Kastamonu’da Erdoğan’ın konvoyundaki polis aracı kastediliyorsa, bu olay Başbakan’a yönelik bir suikast girişimi olarak değil, PKK’nın Türkiye’nin güneydoğusunun kırsal bölgelerinin yanı sıra kuzey bölgesinde de eylem yapabilme gücünün ispatı olarak başvurduğu bir eylem olarak nitelendi. Bu nitelemeyi PKK’nın yöneticileri yaptılar.
Öte yandan değişik zamanlarda, Tayyip Erdoğan’a yönelik suikast iddialarının basında haber konusu olmasının nedeninin bir kamuoyu oluşturma aracı olarak kullanıldığı düşünülmekte.
6. Türkiye’de laiklikle iç içe geçmiş olan Ilımlı İslam, demokrasinin tek
yolu mu? Bu yönetim biçimi Doğu’da örnek alınıyor. 2 dönem iktidarda kalan
Erdoğan, durumunu sağlamlaştırıyor. Onun karşıtları iktidara geldiğinde bu
yönetim biçimini sürdürecekler mi, yoksa bir değişiklik bekleniyor mu?
Türkiye’de laikliğin Ilımlı İslam ile iç içe geçmiş olduğu değerlendirmesi gerçeği yansıtmamaktadır. Gerçek, Ilımlı İslami bir rejimin adım adım laik sistem ile yer değiştirmesi için verilen uğraşlardır. Bunu da demokrasi kavramıyla açıklamak demokrasiyle hem gerçek anlamıyla ve hem bugünkü yaygın kullanılışıyla ters düşer. Demokrasi, dinsel ideolojinin tek otorite olduğu ve devleti yönettiği rejimler çağından burjuva demokratik çağa geçişin bir kavramı olarak, laik sistemle birlikte var olması gereken bir yönetim biçimi olarak kabul edilir. Bu nedenle, Ilımlı İslam rejiminin, Türkiye’nin demokratik sisteminin alternatifi olarak gündeme getirildiği, bu çerçevede laikliğin anti tezi olarak hayat bulmaya çalıştığını belirtmek gerekir.
Öte yandan bu yönetim biçiminin Doğu’da örnek alındığı da, Batı’nın bir propagandası niteliğindedir. Türkiye’de hayata geçirilmek istenen Ilımlı İslam rejiminin ABD’nin yönlendirmesiyle bütün Müslüman ülkeler için bir model olarak oluşturulduğu ve bu modelin çeşitli Müslüman ülkelerinde uygulanmaya çalışıldığı bilinmekte. “Ilımlı İslam” kavramındaki “Ilımlı” sıfatının Batı’ya ve emperyalist güçlere karşı ılımlılık olduğunun vurgulanması gerekir.
Erdoğan’ın durumunu sağlamlaştırdığı konusundaki değerlendirmeleri ise abartılıdır. Onun karşıtlarının iktidara gelmesi durumunda Türkiye’de bir Ilımlı İslam rejiminin varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Çünkü bu AKP ile içine girilen rejim değişikliği sürecinin sonu anlamına gelecektir.
7. Batı’nın lobi güçleri Türkiye’nin iç politik süreçlerine müdahale
ediyor mu?
Sadece Batı’nın lobi güçleri değil doğrudan Batı ülkeleri Türkiye’nin içişlerine şimdiye kadar olmadığı kadar karışmaktalar. Avrupa Birliği adaylığı sürecinin oluşturduğu zeminde, Avrupa’daki nüfusu ve uluslararası alandaki varlığı çok düşük olan ülkelerden temsilciler bile Türkiye’nin içişleriyle ilgili çeşitli konularda açıklamalar yapmakta, direktifler ileri sürebilmektedir.
Öte yandan esas önemli olan, Türkiye’nin 1946’dan beri giderek tek yanlı bir bağımlılık ilişkisi içine girdiği ABD’den gelen müdahalelerin daha belirleyici olmasıdır. Bu süreç boyunca, ABD devlet kurumlarının Türkiye Cumhuriyeti devlet kurumlarıyla kurduğu paralel ilişkiler nedeniyle, Türkiye ABD’nin her türlü etkisine açık hale getirilmiştir. Özellikle istihbarat ve güvenlik kurumları arasındaki ilişkiler, iki eşit ülke arasındaki ilişkinin çok ötesinde boyutlara ulaşmıştır.
Wikileaks belgelerinin Türkiye ile ilgili kısmında bu tür durumlarla ilgili onlarca ipucuna ulaşmak mümkündür.
Türkiye’deki Amerikan Büyükelçileri ve Büyükelçilik personeli sık aralıklarla partileri dolaşmakta iç politikayı ilgilendiren konularda yönlendirici sorgulamalar yapmaktadırlar. ABD’nin iç politik alanına müdahalesi o kadar derin boyutlara ulaşmış bulunmaktadır ki, 2002 seçimlerinde dönemin ABD Büyükelçisi Eric Edelman, AKP’nin lideri Tayip Erdoğan’ın siyasi yasağı nedeniyle seçimlere girmesi konusunda hukuki bir tartışmanın yoğun olarak yaşandığı bir ortamda seçimleri yönetmekle görevli hakimlerden oluşan Yüksek Seçim Kurulu’nu ziyaret etmiş ve AKP’nin seçimlere katılması önündeki engel ortadan kalkmıştı.
ABD’nin, sözde hükümet dışı kuruluşlar (bu NGO’ların birçoğu konusunda kısa bir araştırma, ABD devletiyle derin bağları hemen ortaya çıkarmaktadır, örn. National Endowment for Democracy, International Republican Institute, Soros Foundation vb.) arası ilişki, para akışı vb. vasıtasıyla Türkiye’de muhalefeti de organize ettiği bilinmektedir. ABD açısından istikrarsızlaştırılacak ülkelerde bu tür kuruluşların yoğun faaliyet yürüttüğü bilinir. Bu konuda en tecrübeli coğrafya eski Sovyetler Birliği cumhuriyetleri ve Varşova Paktı ülkeleridir.
8. ABD’de karşıtı olan Hilary Clinton Obama’nın ekibine girdi. Türkiye’de
de ortamı yumuşatmak adına böyle gelişmeler olabilir mi?
Bu durum seçim sonuçlarına bağlı. Fakat Kürt sorunu konusunda gündeme getirilecek bazı değişiklikler ve yeni anayasa gibi bazı konularda kısmi uzlaşmaların önümüzdeki dönem sözkonusu olabileceğini belirtelim.
9. Anketlere göre Erdoğan, 12 Haziran’dan sonra tekrar tek başına hükümeti
kuracak. Türk toplumunun AKP’ye güvenini belirleyen nedir?
AKP’nin iktidarda kalmasını sağlayan en önemli faktör, karşısındaki güçlerin dağınık olması ve dış desteğinin kuvvetli olması. Eski Refah Partisi’nin lideri Necmettin Erbakan ölmeden kısa bir süre önce yaptığı açıklamada, AKP’nin ABD ve İsrail’in istekleri doğrultusunda ve doğrudan yönlendirmesiyle kurulduğunu gündeme getirmişti. Yine 2007 yılında AKP’den ayrılan esik Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener de AKP’nin küresel güçlerin ihsanıyla iktidarda kalmaya devam ettiğini vurgulamaktadır.
Öte yandan Türkiye’de toplumun 1980’den bu yana örgütsüzleştirilmesi, sendika vb. örgütlenmelerin gücünün son yıllarda giderek azalması ve buna paralel olarak bu kuruluşların iktidar yandaşlarınca yönetilir hale gelmesi, toplumsal muhalefetin dağınıklığını ve örgütsüzlüğünü doğurdu.
Karşısındaki siyasi partilerin tek başlarına toplumu kucaklayacak bir politik söylem ve program geliştirememesi ve AKP’den memnun olmayanların bile “istikrar” adına AKP’ye önceki seçimlerde oy vermelerini sağladı. Türkiye’de, AKP öncesinde üst üste yaşanan birkaç ekonomik krizde çok büyük kayıplar yaşanması, ekonomik istikrarsızlık kaygısını çok kuvvetli bir etken haline getiriyor. Uygulanan ekonomik politikalar, yurttaşların büyük kısmının ucuz faizli kredilere, kredi kartlarına yönelmesine neden olmaktadır. Son yapılan bir araştırmaya göre, tüketicinin kredi borçları 186 milyar 642 milyon lira. Eylül 2010 sonu itibarıyla, kişi ve şirketlerden oluşan bankaların kredi müşterisi sayısı 40 milyon 980 bin. Bu rakam, nüfusun yüzde 56,5’inin bankalara borçlu olduğunu göstermektedir.
10. Ortada bir kaset olayı var. Herkes iktidarı suçluyor. Bunun temelinde
yatan esas nedenler nelerdir?
MHP’ye yönelik kasetler, Türkiye’de siyaseti dışarıdan düzenlemek isteyen çevreler açısından geçerli bir yöntem haline geldi. Deniz Baykal da, benzer içerikli bir kasetin internette servis edilmesinin ardından CHP Genel Başkanlığı’nı bırakmak zorunda kalmıştı. Kasetlerin içeriğinde Türkiye’de geçerli ahlak anlayışı temel alınarak “yasak ilişki” diye nitelenen görüntülerin servisi dikkat çekiyor. Olayın bir yönü özel hayatın gizliliğinin ortadan kaldırılmasıysa, diğer ve esas önemli yönüyse siyasetin gündeminin bu tür konularla şekillendirildiği bir atmosferin oluşturulmasıdır.
Kamuoyunda şimdi sorgulanan ve araştırılan konu, uzun süre takip ve izleme ve profesyonel çalışma gerektiren bu tür bir kaset üretimi faaliyetinin ne şekilde yapıldığı. Sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi bu kasetlerin hep AKP’nin rakiplerinin aleyhine ortaya çıkması ve kasetlerden AKP’nin yararlanmaya çalışması nedeniyle AKP suçlanıyor.
Bağımsız siyasi gözlemciler, bu tür bir izleme, dinleme, görüntüleme ve uygun zamanlamayla servis edilmesi faaliyetinin, resmi organizasyonlar olmadan yapılamayacağını vurguluyor. Bu nedenle Türkiye’de bu tür izleme ve takip konusunda yasal yetkisi bulunan kuruluşlar odak noktasına getirilmiş durumda. Öte yandan muhalefet partileri, AKP’nin resmi güvenlik güçleri içinde gayrı resmi bir organizasyon oluşturduğunu vurguluyor. Onlara göre, bu tür izleme, görüntüleme faaliyeti bu organizasyon aracılığıyla yapılıyor. Yine onlara göre, bu faaliyetlerde Amerikan istihbarat örgütünün desteği ve rehberliği de sözkonusu. Daha önce kim tarafından kaydedildiği ve servis edildiği belli olmayan bazı telefon ve ortam dinlemelerinin internet aracılığıyla servis edilmesi de buna kanıt olarak gösteriliyor. Özellikle TSK mensuplarının ve kimi yargı mensuplarının dinleme kasetlerinin servis edilmesi, bunun arkasından bazı adli soruşturmaların başlatılması da dikkat çekiyor.
Muhalefet partisi temsilcileri, kıdemli köşeyazarı Yavuz Donat’ın 11 Temmuz 2003’te Sabah’taki köşesindeki yazısında yer verdiği organizasyona dikkat çekiyor. Donat “Tayip Erdoğan’ın özel timi” başlıklı yazısında, Tayip Erdoğan’a doğrudan bağlı bir organizasyonun kurulduğundan söz etmişti. Donat’ın yazısında MİT ve Emniyet’tean, bütün iç güvenlik birimlerinin bağlı olduğu, uzman kişilerin oluşturduğu bu organizasyonun karargahı gizli bir organizasyondan söz edilmekteydi. Bu yazı hiçbir zaman yalanlanmadı.
Bir yanıt yazın