TÜRK “AYDINI”NIN AKÇURA’DAN HABERİ VAR MI?

TÜRK “AYDINI”NIN
AKÇURA’DAN HABERİ VAR MI?

Hüseyin MÜMTAZ

Neocon’ların, bu arada Kaddafi’nin ve İngilizlerin
Akçura’yı okumadıklarını, yahut okuyup da anlamadıklarını veya işlerine geldiği
gibi anladıklarını gördük..

“Osmanlı coğrafyası”nı elde tutmak, bir araya
getirmek yahut “adı şimdi değiştirilen” aynı bölgede etkili olmak için 1904’de “sınıfta
kalan” “ÜÇ TARZ-I SİYASET”in ilk iki ayağı, yâni “Amerikan tarzı Osmanlıcılık”
ve “İngiliz güdümünde İslâmcılık”ın 2011’de de uygulanabilirliğinin olmadığı
anlaşılıyor.

Sıra geldi “ÜÇÜNCÜ SİYASET” olan Türkçülük’e.

Türkçülük yapısı gereği, ilk iki örnekte olduğu gibi
“bir başkası” tarafından kullanılması mümkün olmayan özellikler içeriyor.

Yoksa mümkün mü?

O halde bu yazıdaki kilit kavram “Türk aydını”
olacaktır.

Türk aydını kendi varlığının bilincindeyse, gücünün
farkındaysa kendisini “kullandırmayacak”, kaderine sahip çıkacaktır.

Türk aydını bunu başarabilmek için önce Akçura’yı iyi
bir okumalı, hemen ardından tarihi ve coğrafyasıyla ve nihayet kendisiyle
hesaplaşmalıdır.

O halde önce “aydın”, sonra Türk “aydını”, ancak
ondan sonra “Türkçülük”..

“Aydın” ve “elit” son yıllarda sanki eşanlamlı imiş
gibi kullanılmaya başlandı..

Arkadan “entel”, tepkisel olarak “entel-dantel”
geldi.

Paradigmayı tamamlasın diye ben “dantellektüel”i
kullanacağım..

“Elit”, toplumun çoğunluğundan kopuk ve toplumun
kaygılarından bîhaberdir.

Entel(ektüel) ise “elit”den de
rafineymiş görüntüsü verir.

Bizde aydın kendini “entelektüel”
olacağım diye “elit” görür. Toplumla neden ilgilensin, çünkü o “uluslararası”dır.

Biri bana “ulusal-milliyetçi” olunmadan
nasıl “uluslararası-milletlererası” olunabileceğini anlatabilir mi lütfen?

“Aydın” biraz huysuz, çokça
muhalif olacaktır kabul..

Aykırı olmazsa, olağan-durağan
olur, bu da gelişmeyi, yeniliklere açık olmayı, çağdaşlığı engeller.

Aydın hep iyiyi, güzeli, doğruyu
arayacaktır.

İşte tehlike de burada… Bunu
yaparken, yeni öğretilere ve kültürlere açık olurken kendi kültürünün temel
özelliklerinden uzaklaşacak mıdır?

Yeri geldi, manzara koyalım..

Japonya’nın kimse “geri”
olduğunu iddia edebilir mi? İkinci Savaş mağlubu Japonya sanayide, teknolojide,
elektronik ve otomotivde dünya devi..

Geçen hafta önce 9 şiddetinde
deprem, sonra tsunami arkadan nükleer bir felaketle yüzyüze kaldı.

Japonya yıkıldı…

Milyonlarca Japon evsiz,
elektriksiz, susuz.. Yüzlerce ölü, kayıp, binlerce yaralı..

“Çağdaş” Japonya ve Japonlar,
yüzyıllarından ötesinden taşınagelen kültür ve geleneklerine bağlılıklarıyla
dünyaya ders veriyorlar.

Hiçbir televizyon ekranında
ağlayan, sızlayanı bırakın…. yağma yapan Japon, yağmalanan dükkan-ev-market
gördünüz mü?

Çünkü ferdin önce diğer Japon’a,
sonra kurumlarına ve devletine saygısı var.

99 depreminde
Yalova-Kocaeli-İstanbul’a diğer bölgelerden otobüslerle “talan” seferi
düzenlendiğini, yağma görüntülerinin ekranları kapladığını hatırlıyor musunuz?

Alibeyköy Deresi taşıp da
izinsiz-imarsız gecekonduları su basınca gecekondu ahalisinin çıkıp “Nerde bu
devlet?” diye bağırışlarını, televizyon-radyo muhabirlerini tekmelemelerini
unuttunuz mu?         Demek ki “aydın” yeni
öğretilere ve kültürlere açık olurken aynı zamanda da kendi kültürünün temel
özelliklerinden uzaklaşmayacak bir çizgiyi doğru koyamazsa toplumundan kopuk,
ayakları yere basmayan, köksüz bir nilüfer çiçeği, bir “elit” haline gelir.

Aydın’ı böyle olan toplum;
topluluk-güruh haline gelmez mi?

Peki “demokrat” ve “aydın” olmak
ille “solcu” olmayı mı gerektirir? “Türk/çü aydın” olunamaz mı?

“Türkçü”, demokrat olamaz mı?

Demokratlığın ölçüsü
azlık-azınlık-azınlıkçı olmak mıdır?

Aydın, muhalif, aykırı ve huysuz
olmak ille “öteki”, yabancı olmak mıdır?

Azlık olmak, azınlıkta hissetmek
midir kendini, azınlık olmak mıdır?

Bireysel aidiyetinin
köklerini-kültürel birikimini “çoğunlukta” bularak, kendini çoğunluğa ait
hissederek aydın olunamaz mı?

Ezilenin-sömürülenin yanında
olmak başka ve yüce bir duygudur ama ille kendini onunla özdeşleştirmek de “bizatihi”
ezik olma sonucunu doğurmaz mı?

Bambaşka bir yerin nüfusuna
kayıtlı olarak “dünyevi mecburiyetler tahtında” yerleştiğiniz Artvin’de
Artvinli, Hatay’da Hataylı, Kars’ta Karslı, Diyarbakır’da Diyarbakırlı,
Muğla’da Muğlalı, Balıkesir’de Balıkesirli olmak iyidir, hiçbir diyeceğimiz
olamaz. Doğan empati, uyumu ve dayanışma ve birlikte yaşamayı kolaylaştıracak bir
tür sinerji yaratır da Artvin’de Gürcü, Hatay’da Arap, Diyarbakır’da peşmerge,
Muğla ve Balıkesir’de Rum hissetmek kendini, “bir tür mahalle baskısına” boyun
eğmektir.

Algılama ve aidiyet duygusu
muhataralı olanlar için konuyu biraz daha açalım..

Hatay Türk devletinin, Hataylı
da Türk milletinin elbette bölünmez parçasıdır.

Öte yandan Hatay, Suriye’nin
(Arapların) “Megali idea”sının da en önemli parçasıdır.

İşte meseleye bu açıdan bakınca
bir başka yerli olarak, misafir bulunduğunuz-iş/görev yaptığınız Hatay’da
Hataylı olmayı, bireyin kendisini Hataylılardan farklı görmemesini anlarım ve makul
karşılarıma ama Hatay’da Arap kültürü ve ideolojisinin esiri olmayı anlayamam.

Akıllı okuyucu burada neden
bilhassa “Megali idea” kavramını kullandığımı, zihninden örnekleme yaparak
ufkunu kendiliğinden genişletebilecektir.

Hani
muhaliftiniz siz?

Neden “sınır ötesi” herhangi bir
komşunun dış kaynaklı dayatmalarına boyun eğiyorsunuz?

Hani “aykırı” idiniz siz?

Solcu ve demokrat olmak ille
azlık, azınlık, azınlıkçı olmak mıdır?

Türkçülerin, muhafazakârların
hem demokrat hem aydın hem de liberal olamayacağını kim söylüyor?

Atilla İlhan mı?

Hadi canım siz de..

Konu hem Türkçülük, hem
Osmanlıcılık, hem solculuk, hem de bilinçli aydın olmak olunca Atilla İlhan’sız
bir yazı noksan olur..

Gelecek yazının da konusu bu
olur..

Hüseyin MÜMTAZ - tuerkbayragimetalikayyildiz

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir