Yavru Vatan’dan Besleme Ülke’ye Evrimleşen Kıbrıs

Yıl, 1974. Sıcak mı sıcak bir Temmuz günü. Henüz 14 yaşlarındaydım. O gün, güttüğüm davar sürüsünü Eğlek’e(1) bırakmış, öğle yemeği için köye geliyordum. Galiba yanımda küçük kardeşim Enver de vardı. Köyün girişindeki harmanların yanından geçerken, harmanda düven sürmekte olan köylülerden birisi bize şöyle seslendi:

-“Lan çobanlar, Kıbrıs’ta savaş çıktı. Türkiye savaşa girdi. Yakında sizi de askere alırlar!”

Doğrusu heyecanlanmıştık. Çünkü biz, küçük yaşta askere alınmanın ne demek olduğunu iyi biliyorduk. Babamın anlattığına göre; dedem, Birinci Dünya Savaşı sırasında henüz bizim yaşlarımızda iken zorla askere alınmış ve bir daha dönmemişti/dönememişti. Babamın dediğine göre; “Filistin” denilen bir ülkede, Kudüs civarında şehit düşmüştü dedem.

Harmanda düven sürmekte olan köylülerden bu haberi aldığımız için eve varınca direk radyonun başına koştuk kardeşimle. Babamın, biz oynayıp bozmayalım diye yüksekçe bir yere koyduğu ve gündüzleri Uzun Dalgadan yayın yapan TRT Ankara Radyosu, geceleri ise Orta Dalga’dan yayın yapan TRT İstanbul Radyosu dışında başka radyo kanalı çekmeyen PHILIPS marka radyomuzu açtığımızda, radyoda marşların çalındığını ve saat başlarında Kıbrıs Savaşı’na dair verilen haberleri duyduk. Gerçekten de Türk Ordusu, o gün Kıbrıs’a çıkarma yapmıştı. Bir kez daha ürperdiğimi ve korktuğumu hissettim. Öyle ya; bu bir savaştı ve düşmanın ta buralara kadar gelip bizim köyü bombalaması mümkündü. Hem babam, daha önce anlatmamış mıydı; Milli Mücadele yıllarında, Kötü Yunanistan ta Polatlı’ya kadar gelip dayanmış ve bizim köylüler, düşman askerleri köye geldiğinde kaçıp saklanacakları kaya kovuklarını bile önceden belirleyip hazırlamışlardı! Radyomuz, Türk Ordusu’nun Yunanistan destekli Kıbrıs Rum Muhafız Birlikleriyle savaştığını söylediğine göre; Yunanistan aynı şeyleri yine yapar ve ta Ankara’ya ve Çankırı’ya kadar gelebilirdi! Onun için hazırlıklı ve tedbirli olmalıydık!(2).

1974 yılında gerçekleştirilen ve adına Kıbrıs Barış Harekâtı denilen çıkarmadan sonra Kıbrıs’ı hep “Yavru Vatan” olarak bildik, tanıdık ve sevdik biz. Bizim için Türkiye “Ana Vatan”, Kıbrıs ise “Yavru Vatan”dı artık. Bu söylem ve kabul, en azından birkaç gün öncesine kadar böyle idi. Ancak anlaşılıyor ki; bu söylem artık oldukça demode olmuş durumda. KKTC’den artık “Yavru vatan” diye söz etmiyor politikacılarımız. KKTC, artık onlar için “Besleme”, “Asalak” ve “Tufeyli” bir ülkedir!

Öfkeyi bir hitabet sanatı olarak kabul eden Başbakanımızın, “‘Türkiye buradan çek git’ diyor. Sen kimsin be adam. Ülkemizden beslenenlerin bu yola girmesi manidardır” şeklindeki sözlerinden sonra, kabinenin aklı başında, ılımlı ve mutedil bir bakanı olarak bilinen ve bu itibarla hükümetin “Cemil Âbisi” olarak da kabul edilen Cemil Çiçek’in “Cuma günü küfrettiler, pazartesi gönderdiğimiz paradan 13. maaşlarını aldılar” şeklindeki sözleri, işin tuzu biberi olmuştur. Açıkçası Cemil Abi’nin çıkışı, meselenin üstüne kelimenin tam anlamıla tüy dikmiş bulunmaktadır. Başbakanın çıkışından sonra, başbakana ve Türkiye’ye destek verip, “HAS…TİR” pankartını açanlara “SOYTARI” diyen KKTC yetkililerinin bile, Cemil Çiçek’in açıklamalarından sonra saf değiştirmeseler bile en azından üzüntülerini belirtmiş olmaları, bu bakımdan son derece önemlidir. Derviş Eroğlu ve Mehmet Ali Talat’ın son açıklamalarını bu bakımdan düzgün bir bakışla okumakta fayda var.

Anlaşılacağı üzere; Başbakanın ve Cemil Çiçek’in açıklamaları, KKTC halkını ve yöneticilerini bazı arayışların içine itmeye başlamıştır. KKTC’nin bazı yöneticilerinin, Türkiye’ye diklenmeye çalışmaları işte bunun belirtisidir. Bence de Başbakan ve Cemil Çiçek, KKTC halkına karşı ayıp yapmışlardır. Devletimiz tarafından, Milli Davamız olan Kıbrıs için yapılan harcamaları, sanki babalarının kesesinden, çocuklarının kasasından ya da hazine tarafından AKP’ye aktarılan paydan veriyorlarmış gibi hava atıp caka satmaları, KKTC’de bardağı taşıran son damla olmuştur. Oysa 8 Şubat günü yazmış olduğumuz “Besleme Krizi ve TDK’ye Göre Besleme ve Besleme Basın” başlıklı yazımızda da ayrıntılı olarak dile getirdiğimiz üzere(3)

KKTC’deki soydaşlarımız, ne beslemedir ne de onlar için bütçeden aktarılan kaynaklar haybeden yapılmış giderlerdir. KKTC’ye aktarılan kaynaklar, Kıbrıs Türk Halkı’nın Türkiye’deki alacaklarının sadece küçük bir bölümüdür. Çünkü KKTC’deki insanların da, en az bizim kadar Anadolu topraklarında hakları vardır ve bu insanlar, Kıbrıs’a gökten yağmamışlardır. Onları, oraya leylekler de getirip bırakmamışlardır. Osmanlı’nın devlet siyasetinin icabı olarak vaktiyle Anadolu topraklarından alınıp Kıbrıs’a yerleştirilmişlerdir. Bazen Anadolu’daki yurtlarından zorla sökülerek/koparılarak zorla Kıbrıs’ta iskâna tabi tutulmuş kardeşlerimizdir.

KKTC’ye aktarılan kaynaklar, aynı zamanda bizim yarınki torunlarımız adına bugünden yapmış olduğumuz yatırımlardır. Tıpkı dedelerimizin dün bizim için yapmış olduğu yatırımlar gibi.

Kıbrıs Türkleri, aslında iteleyip örseleyeceğimiz insanlar değil, tam tersine başımızın üzerinde taşıyacağımız kahramanlardır. Zira onlar, her türlü zulme, tehdide ve yıldırma hareketine karşı asırlardır yılmamışlar, yıkılmamışlar, dimdik ayakta durmuşlar, böylece 1974 yılında Adaya asker çıkarmamızın haklı gerekçesi/meşru sebebi olmuşlardır. Osmanlı, siyaset icabı, vakti zamanında Anadolu’dan pek çok insanı götürüp ülkenin sınır boylarına yerleştirmiş ve oraları Türkleştirmeye çalışmıştır. Ancak ne çare ki; bu maya sadece Kıbrıs’ta tutmuş ve sadece Kıbrıs’ı Türkleştirebilmiştir Osmanlı. O da kısmen. Diğerleri, yani “Evlâd-ı Fatihan” olarak isimlendirilen diğerleri, yaşanan savaşlar sebebiyle, örneğin Balkan Savaşları münasebetiyle, yerleştirildikleri toprakları terk ederek Anadolu’ya göçmüşlerdir/kaçmışlardır. Ancak bir avuç Osmanlı Türkü, Kıbrıs’ta tutunmuş, tırnaklarını Beşparmak dağlarına geçirmiş ve canlarına pahasına adayı terk etmemişlerdir. Dolayısıyla bu kahraman insanlar (ın torunları), bugün kendilerine reva görülen muameleyi asla hak etmemektedirler.

Öte yandan bana kalırsa; AKP hükümetinin KKTC’ye bakış açısı, diğer Türk Cumhuriyetleri’ne, daha doğrusu Türklüğe bakış açısını yansıtan bir durumdur. Ermenistan’la uyduruk bir mutabakat sebebiyle can ciğer kardeşimiz olan Azerbaycan’la olan ilişkilerimizi bile zedeleyen, diğer Türk Cumhuriyetleri’ni zaten çoktan unutan AKP, bugün aynı oyunu KKTC üzerinde sergilemeye çalışmaktadır. Ümmetçi bir zihniyetten gelen ve şuur altında din eksenli bir dünya yaratma azim ve arzusunda olan AKP hükümetinin, Arap-İslam Dünyası’na göstermiş olduğu ilgiyi Türk dünyasına bir türlü göstermemesi işte bu yüzdendir. Hükümetin, örneğin Suriye’ye karşı duymuş olduğu muhabbeti Azerbaycan’a karşı duymaması, Filistin halkına karşı uygulanan yalıtılmışlığa karşı uluslar arası arenada sergilemiş olduğu tepkinin aynısını, KKTC’ye karşı uygulanan tecrit politikasına karşı göstermemesi işte bu sebepledir. Eğer böyle olmasaydı, Sayın Başbakan, daha geçenlerde, hem de Erzurum’da, izlemiş olduğu Kıbrıs politikası sebebiyle Türkiye’ye posta koymaya yeltenen Yunanistan Başbakanı Papandreu’ya da “One Mınute” çekerek hiç haddini bildirmezmiydi? Tıpkı Filistin halkına destek amacıyla İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e yaptığının aynısını Papandreu’ya da yapmaz mıydı?

Kıbrıs Barış Harekâtı mı Yoksa Kıbrıs’ın Yeniden Fethi mi?

“Kıbrıs Barış Harekâtı” tabiri, bence kesinlikle yanlış bir laftır. Bir tabirin doğru olabilmesi için, hemen herkesçe, en azından büyük bir çoğunluk tarafından doğru kabul edilmesi gerekmektedir. Peki, 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’ta yapmış olduğu askeri harekâtı, bütün dünya bizim gibi mi anlıyor ya da algılıyor? Hayır, Türkiye dışında “Kıbrıs Barış Harekâtı” diyen bir Allah’ın kulu ya da ülkesi yoktur dünyada. Dünyanın hemen bütün ülkeleri, Türkiye’nin 1974 yılında yapmış olduğu eylemi “İşgal” olarak değerlendirmektedir. Yani onların gözünde Türkiye, halen Kıbrıs’ta bir işgalci konumundadır(Dışişleri Bakanı iken AKP’li Yaşan Yakış da işgalci demişti Türkiye’ye).

Peki, “Kıbrıs Barış Harekâtı” tabirinin kime ne faydası vardır? Bana kalırsa hiç kimseye bir faydası yoktur. Bu tabir, sadece bizim, yani Türkiye Türklüğünün, kendi kendini kandırmasına yaramaktadır. Oysa böyle bir tabir, faydadan çok zarar vermektedir Türkiye’ye ve KKTC’ye. En başta böyle bir kabul, KKTC halkının, en azından Türkiye’deki bazı Türklerin ve Türk politikacılarının gözünde “Besleme” ve “Embesil” bir halk olarak görülmesine sebep olmaktadır. Çünkü bunlara göre; Türkiye, Kıbrıs’taki Türklerin canlarını ve mallarını kurtarmak için oraya gitmiştir ve canı pahasına kurtarmıştır da. O sebeple, Kıbrıs Türklerinin, Türkiye’ye şükran ve minnet borçları vardır. Türkiye’nin her dediğini yapmak zorundadırlar. Türkiye’ye karşı asla diklenemezler, baş kaldıramazlar. Türkiye, Kıbrıs’ta, 1974 harekâtı ile kurtarmış olduğu canları ve malları, istediği gibi kullanabilir, yönlendirebilir!

Merhum Ecevit’in, dünya kamuoyunun tepkisini azaltmak için 1974 yılında kullanmış olduğu “Türk askeri, adaya savaş için değil, barış için gidiyor. Sadece Türklerin değil, Rumların da can güvenliklerini temin etmek için gidiyor…” şeklindeki açıklamasına binaen Türkiye tarafından genel kabul görmüş “Kıbrıs Barış Harekâtı” şeklindeki kabulün sonucu bundan ibarettir. Oysa biz kabul edelim veya etmeyelim, 1974 yılında Kıbrıs’ta vuku bulan ve yaşanan olaylar düpedüz bir savaştır. Çünkü dünya askerlik literatürüne göre bu olay ancak bu şekilde isimlendirilebilir.

Bana kalırsa 1974 yılında yapılan şey, Türkiye’nin Kıbrıs’ı (en azından adanın bir bölümünü) ikinci kez fethetmesidir. Zira Türkiye, Kıbrıs’ı ilk kez 1571 yılında fethetmiş, 1878 yılında ada elimizden çıkmış ve 1974 yılında şartların uygun olduğunu gören Türkiye adayı yeniden ve ikinci kez fethetmiştir. Bu fethin görünürdeki amacı adada yaşayan Türklerin can güvenliğini sağlamak ise de asıl maksat, Türkiye’nin güney sınırlarının korunmasına yöneliktir. Yoksa asıl maksat Kıbrıs adasında yaşayan Türklerin can güvenliklerini temin etmek olsaydı Türkiye, gönderirdi Kıbrıs’a üç beş yolcu gemisini, yükler getirirdi oradaki 100.000 civarındaki Türk’ü olur biterdi. Türkiye daha dün (1980’li yılların sonunda) Todor Jivkov idaresindeki Komünist Bulgaristan’ın zulmünden kaçan 300.000 Türk’ü ve yine aynı dönemde (1990’ların başında) Saddam Hüseyin’in zulmünden kaçan 400 bin Kürdü ülkesine kabul edebildiğine göre, taşrada orta ölçekli bir il, hatta irice bir ilçe nüfusuna denk düşen nüfusa sahip Kıbrıs Türklerini haydi haydiye kabul edebilir ve kolayca içine sindirebilirdi. Demek ki; Kıbrıs’ın, 1974 yılında yapılan ikinci fethinde güdülen asıl amaç, adadaki Türklerin güvenliğini sağlamak değil, asıl amaç büsbütün Türkiye’nin güvenliğini ve güney sınırlarımızın emniyetini sağlamaktır.

Böyle olunca, daha doğrusu böyle bir kabulde, KKTC’ye aktarılan kaynakların Doğu ve Güneydoğu’da ya da Trakya’daki sınır illerimize aktarılan kaynaklardan hiçbir farkı olmayacaktır. Bu durumda Sayın Başbakan ve yardımcısı Cemil Çiçek, nasıl ki; doğu ve güneydoğuda yaşayan vatandaşlarımıza “Besleme” gözüyle bakamaz iseler KKTC’de yaşayan soydaşlarımıza da “Besleme” ve “Asalak” gözüyle bakamazlar. Unutulmasın ki; Türkiye’mizin ana karasına, değil roket ve füze atımı mesafesi, sadece 60-70 km gibi sıradan bir sahra topunun hedef menzilindeki Kıbrıs Adası, ülkemizin güvenliği ve emniyeti açısından son derece önemlidir ve hayatidir. Hele hele Ceyhan limanını dünyanın ikinci Amsterdam’ı ya da ikinci Abadan’ı yapmaya azimli gözüken, Antalya’yı dünyanın ikinci Paris’i, ikinci Londra’sı veya ikinci Singapur’u yapmaya çalışan bir Türkiye, Kıbrıs’taki Karpaz Dağları’nı asla gözden çıkaramaz. Çıkardı mı, Kıbrıs’ı ele geçirecek siyasiye otoriteye diyet ödemek zorunda kalır. Bu sebeple Sayın Cumhurbaşkanı bugünlerde Tahran yerine keşke öncelikle Lefkoşa’ya gidebilseydi…

Not: Bütün okuyucularımın ve vatandaşlarımın sevgililer gününü ve sevgililer sevgilisi peygamberimizin doğum gününü en içten dileklerimle tebrik eder, saygılar sunarım.

14 Şubat 2011
Ömer Sağlam
_______________
1-Eğlek: Sürünün yazın öğle sıcağında dinlendiği gölgelik(bkz. TDK Türkçe Sözlük, s, 677, Ankara, 1998). Eğlek kelimesi bizim yörede (Çankırı-Yapraklı) “Eğrek” şeklinde telaffuz edilmektedir.
2- Bu satırları okuyan bazı okuyucularımın, “Amma da korkakmışsınız” dediğini duyar gibiyim. Ancak şunu belirtmeliyim ki; olay Anadolu’nun kuş uçmaz, kervan geçmez ücra bir köyünde geçmektedir ve bizim o tarihlerde, henüz Türkiye ile Yunanistan’ın askeri güçlerini ve nüfusunu kıyaslayacak bilgimiz yoktur. Ayrıca bu okuyucularım unutmasınlar ki; 1990’da Birinci Körfez Savaşı çıktığında, devlet yöneticilerimiz bile Saddam’ın Türkiye’ye füze ve Kıyamet Topu fırlatabileceğini, bu yüzden hazırlıklı olmamızı tavsiye etmişlerdir. Başkent Ankara’da bile halkın marketlere akın edip sığınakları gıda ile doldurduğu ve gaz maskeleri temin ettiği biliniyor. Geçenlerde bir yerde Malatyalı bir esnafla konuşurken, adamın dediğine göre; Malatyalılar Saddam’ın gaz saldırısından korunmak için evlerinin pencerelerini naylonlarla kapatmışlar.
3- Bkz. &

Yıl, 1974. Sıcak mı sıcak bir Temmuz günü. Henüz 14 yaşlarındaydım. O gün, güttüğüm davar sürüsünü Eğlek’e(1) bırakmış, öğle yemeği için köye geliyordum. Galiba yanımda küçük kardeşim Enver de vardı. Köyün girişindeki harmanların yanından geçerken, harmanda düven sürmekte olan köylülerden birisi bize şöyle seslendi: - fft99 mf2219178

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir