14 Ocak 2011
Yazar : T. TAMER KUMKALE
Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur.-Gazi Mustafa Kemal Atatürk- (1920)
Ülkemizin hergün değiştirilen sanal gündem konuları arasında milletimizin topyekün geleceğini ipotek altına alan çok önemli hususlar unutulup gitmektedir. Medyamız, hiçbir zaman tartışılmaması gereken çok basit konuları abartarak gündemde tutarken, gerek Türkiye ve gerekse bölge barışını etkileyecek Füze Kalkanı gibi hayati bir konuyu birkaç cılız haber ve değerlendirme ile geçiştirmeyi başarmıştır.
Japonya’ya karşı atom bombası kullanılarak II nci Dünya Harbini sona erdirmeyi müteakip başlatılan Soğuk Savaş döneminde NBC silahlarındaki başdöndürücü gelişme ve oluşan dehşet dengesi, birbirlerinin düşmanı NATO ve Varşova Paktı yöneticilerini birlikte hareket etmeye zorlamıştır. İki hasım pakt arasında bir yandan silahlanma yarışı sürerken “Nükleer Silahların Sınırlandırılması ve Kontrolü” çalışmaları da birlikte devam ediyordu.
1917’de Komünist Devrimi ile birlikte çarlık Rusya’sının yıkılmasını müteakip kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) bu defa kansız bir halk ihtilali ile 21 Aralık 1991’den itibaren siyasi yaşam sürecini tamamlayarak tarih içindeki yerini almıştır. Bu durum dünyada ve bölgemizde siyasi, askeri, ekonomik ve sosyo-kültürel dengeleri altüst etmiştir. Dünya siyasi coğrafyası yeniden şekillenmeye başlamıştır.
Vaşova Paktının dağılması ile birlikte silahlanma yarışı durmuştur. Halbuki ABD, kuruluş sebebi olan tehdit ortadan kalkan NATO’nun devamlığını sürdürmesini istiyordu. Yeni hedefler bulunmalı ve çok büyük kazanç kapısı olan savunma sanayii gibi ekonominin lokomotifi durumundaki dev sektörde üretim ve kârlı satışlar aynen devam etmeliydi.
Nitekim VP dağılmasına rağmen NATO, yeni hedef tanımlamaları ve bazı küçük değişikliklerle varlığını sürdürmüştür. Hatta giderek gücünü arttırmış ve üye ülke sayısı 26’ya ulaşmıştır. Yeni NATO’nun askerleri, ABD’nin dayatmasıyla dünyayı ABD’nin küresel menfaatlerine göre yeniden düzenlemek maksadıyla kullanılarak Yugoslavya, Afganistan ve Irak gibi bölgesel çatışmalarda görev almaya başlamıştır.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle kurgulanmaya başlayan yeni dünya düzeninde küreselleşme adı altında ABD merkezli kapitalist sermaye dünyaya egemen olma çalışmalarında etken unsur olarak kullanılmaya başlanmıştır. Sosyalist ülkeler kapitalist olurken ABD’nin desteği ile batı kapitalizmine yani dolara bağımlı hale getirilmişlerdir.
Soğuk savaşın bitiminden sonra meydana siyasi, sosyal ve mali kargaşa çok sürmedi. Kendisini dünyanın tek gücü olmaya şartlandıran ABD, 2000’li yıllardan itibaren dünyayı yöneten tek güç olmadığının farkına vardı. Çünkü, küreselleşen dünya soğuk savaş dönemindeki gibi iki kutuplu olmaktan da çıkarak çok kutuplu bir hale dönüşmüştü. Bu dönemde Almanya ile Fransa AB içinde ABD’ne karşı politikaların başını çekerken Asyada ise Çin, Rusya ve Hindistan başlıbaşına güç merkezi olduklarını iddia etmişlerdir.
Bu ülkeler ABD’e karşı her alanda ittifak içinde olduklarını gösterdiler. Ayni anda Güney Amerikada Brezilya ve Meksika kendilerinin de birer dünya gücü olarak görülmeleri gerektiğini dillendirmeğe başladılar. Bu arada Türkiye, son yıllarda yürüttüğü yok yönlü dış politika ile Ortadoğu’da ciddi bir bölgesel güç olduğunu vurgulamaya başladı. Bu güçlerin ortak hareket noktaları uyguladıkları politikalar ile artık ABD merkezli bir küreselleşmeye kolaylıkla teslim olmayacaklarını göstermeye başlamış olmalarıdır..
İngiltere ve İsrail tek güç iddasındaki ABD’nin daima yanında yer alarak bir bakıma yeni ortaya çıkan dünya güç merkezleri karşısında bir blok oluşturmuşlardır.
Irak’ın ve Afganistan’ın işgâliyle Ortadoğu petrolleri ile Doğu-Batı enerji nakil güzergâhlarında egemen olmaya çalışan ABD’nin karşısına bu iki ülke arasına sıkışan ve ABD karşıtı politikaları ile sivrilen İran rejmi büyük bir engel teşkil ediyordu. Nükleer silahlanma çabaları içinde olan İran, Rusya ve özellikle her alanda hızlı bir gelişme gösteren Çin’den aldığı destekle ABD’ye açıkça meydan okumaktan çekinmiyordu.
ABD, yeni dünya güçleri karşısında Ortadoğu ve Asyadaki çıkarlarını korumak zorundaydı. Bu yüzden “Füze Kalkanı Projesi” adı altında bu çıkarların fiziki olarak uzaktan korunmasını sağlamak, muhtemel bir füze saldırısında ABD kıtasını savaşın yıkımından uzak tutmak amacına yönelik bir proje geliştirildi. Eski VP topraklarına yerleştirilecek ABD füzeleri ile öncelikle Rusya’ya gözdağı verilerek silahlanma yarışının yeniden başlatılması öngörülüyordu. Bu şekilde Rusya’nın azalan savunma harcamalarını arttırması ve maliyeti artan petrolün ticareti ile güçlenen Rus ekonomisinin SSCB dönemindeki gibi hızlı silah yatırımlarına yönlendirilerek zayıflatılması düşünülmüştür.
AB ülkeleri ve Rusya, ABD tehlikesini sezerek uyguladıkları başarılı politikalarla füzelerin Avrupa topraklarına yerleştirilmesi işleminin ertelenmesini başardılar. Fakat ABD projeden vazgeçmedi. Ekonomik kriz içinde bocalayan AB’nın durumu gözönüne alınarak füze kalkanı projesi bu defa kapsamı genişletilerek NATO projesi olarak gündeme taşındı. Şimdi hedefte Rusya değil, Ortadoğu vardır. İran tehdidine karşı İsrail’in güvenliği ile Irak’ın Kuzeyinde oluşturulan Barzani’nin Kürdistanı’nı korumak bu yeni projenin temel hedefi olarak tesbit edilmiştir.
Bugün kendini dünyanın jandarması olarak görerek ülkesini koruma refleksi ile yaptığı hamleleri gizleme ihtiyacı duymadan dünyanın her tarafına asker göndermeye devam eden ABD yönetimi zor günler geçirmektedir. Dünyayı kıskaç altına almaya çalışan ABD hakimiyeti her yerde çatırdamaktadır. Yenilmez olarak gösterilen bu gücün yakın gelecekte çökmesi kaçınılmazdır.
Türkiye başta olmak üzere dünya hakimiyetinde söz sahibi olmaya aday Çin, Rusya, Hindistan, Meksika, Brezilya gibi yükselen değerlerin çöken bu devin arkasından kurulacak düzeni iyi okumaları, kısa- orta ve uzun vadede kimlerle nasıl bir işbirliği içine gireceklerini şimdiden plânlamaları gerekmektedir. Bu husus iyi plânlanamadığı takdirde büyük devin çöküşünden sonra ortaya çıkacak kaos kasırgası pek çok ülkeyi yakıp yıkacak ve telafisi çok zor yaralar açacaktır.
ABD’nin güçlü yanlarından biri de sahip olduğu istihbarat imkanları ile ülkelerin iç işlerini iyi okumaları ve ülkeleri içeriden birbirine düşürecek çalışmaları çok önceden yapmış olmalarıdır. Onlar hedef aldıkları ülkeleri tetikleyecekleri iç savaşlar ile her zaman kontrol altında tutabileceklerine inanmışlardır. Bu konuda ABD dış politikaları iyi organize edilmiştir ve genelikle de başarılı oldukları bir gerçektir. Çünkü, onlar ülkeleri en güçlü olduklarını sandıkları bir anda tepetaklak etmeyi başarmıştır. İşte bu yüzden ABD’nin dayatmalarına karşı direnebilecek hükümetlerin önce iç işlerinde birlik ve beraberliği temin etmeleri gerekmektedir. Bilahare ABD’ye karşı koyacak ülkeler ülkeler yapacakları ikili antlaşmalarla dünyanın neresinde ve nasıl bir hakimiyet kuracaklarını, birbirlerinin tesir alanlarına karışmadan nasıl bir işbirliği yapacaklarını titizlikle plânlamaları gerekmektedir.
Bu genel değerlendirme sonunda Füze Kalkanı projesinin mevcut durumunu ve muhtemel etkisini nasıl okumamız gerekmektedir?
Wikileaks’in 13 Ocak 2011’de yayımladığı 18 Eylül 2009 tarihli belgeye göre; ABD Başkanı Obama’nın, başkan Bush döneminde geliştirilen Füze Savunma Sistemi Plânı’nı Rusya’nın kaygıları nedeniyle değil, tamamen İran’ın askeri gücünün artması ve bunun yarattığı tehdidin büyümesi üzerine değiştirdiği ortaya çıkmıştır.
Belgede Dışişleri Bakanı Clinton tarafından büyükelçilere gönderilen notta; “ Başkan, Savunma Bakanı Gates ve Genelkurmay Başkanlığı’nın, İran’dan Avrupa’da konuşlu güçlerimize ve ailelerine ve müttefiklerimize yönelebilecek tehditlere karşı iyileştirilmiş bir füze savunma sistemi kurulması yönündeki ortak tavsiyesini kabul etmiş bulunuyor. İran’ın halihazırda elinde Ortadoğu’daki komşularını, Türkiye’yi ve Kafkasları tehdit edebilecek nitelikte yüzlerce balistik füze bulunuyor ve Avrupa’nın daha da içlerine ulaşabilecek balistik füzeleri faal olarak geliştiriyor ve test ediyor. İran’ın füze yeteneklerine yönelik kaygılarımız istihbarat topluluğumuzun İran’ın nükleer silah geliştirme opsiyonunu saklı tuttuğu yönündeki değerlendirmelerinin sürmesinden dolayı daha da artmış durumda” denilmektedir. Ayrıca belgede; “ Gates’in politika değişikliğini İran’ın bölgesel balistik füzelerinin yaratığı tehdidin önceki beklentilere kıyasla daha hızlı bir şekilde geliştiğinin görülmesi” üzerine yaptığı ifade edilmektedir.
Nitekim ABD yönetimi tarafından füze savunma sistemi, 2010 yılında NATO’nun öncelikli gündem maddelerinden biri haline getirilmiştir. Aralık 2010’daki NATO zirvesinde kabul edilen stratejik konsept belgesinde İran’ın adı yer almamasına rağmen son Wikileaks belgesi ile ABD’nin onaylanan projenin tamamen İran’a yönelik olduğu ve başta Rusya olmak üzere diğer ülkelere de konunun bu şekilde anlatıldığı açıkça ortaya çıkmıştır.
Türkiye, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından 19 Kasım 2010’da Lizbon’da imzalanan Füze Kalkanı projesiyle ABD’nin milli çıkarları doğrultusunda hareket edeceğini taahhüt etmiş, sözde füze kalkanı projesinin Türk topraklarına kurulmasını kabul etmiş ve komşusu İran ile olan ilişkilerini zora sokmuştur.
Sonuç olarak;
Füze Kalkanı projesi ile Türkiye pimi çekilmiş ve ne zaman patlayacağı bilinmeyen bir bomba üzerine oturtulmuş olmaktadır. Çünkü bu füzelerin ne zaman ve hangi hedefler istikametinde ateşlenebileceği konusu tamamen Türkiyenin komuta ve kontrol denetimi dışında kalmaktadır. Bu durumda topraklarımız ABD ve İsrail’in çıkarları için tehlikeye atılmış olmaktadır. Komşularımızla ve özellikle 1639 yılında çizilen sınırlar ötesinde dostça yaşayan kardeş ülke İran ile savaş ortamına sürüklenmemiz her zaman mümkündür.
Durum çok ciddidir. Ak Parti yönetiminin kapalı kapılar ardına bilemediğimiz hangi gerekçeleri öne sürerek böyle bir karara evet dediğini açık kaynaklardan öğrenmemiz mümkün değildir. Burada sadece parlamentodaki iktidar kanadının değil, HALKÇILIK sloganını sahiplenen CHP ile MİLLİYETÇİLİK vasfını kimselere bırakmayan MHP’nin Füze kalkanı konusunda sessiz kalmasını anlamak zordur. Muhalefet partilerinin bu hayatî konuyu sahiplenerek iktidarı şiddetle uyarmaları ve Türk kamuoyunu doğru bilgilerle aydınlatmaları gerekiyordu. Bunların hiç biri yapılmamıştır.
Konu belirsizliğini korumaktadır. İktidarın son Wikileaks belgelerindeki bilgiler ışığında konuyu yeniden gündeme taşıması kaçınılmaz bir görevdir. Muhalefetin, boş gündemlerle oyalanmayı bırakarak bu ciddi konuyu gündemdeki yerine oturtması ve milli çıkarlarımız yönünde sonuç alınana kadar gündemden düşürmemesi gerekmektedir.
Ülkemizin bek’asını tehdit eden Füze Kalkanı projesine Türkiye’nin destek olma lüksü yoktur. Kendi insiyatifimiz dışında bizi her an komşularımızla sıcak savaşa sürükleyebilecek bu ortamdan süratle çıkmak zorundayız.
İktidarı ve muhalefeti bu projenin ülkemize yükleyeceği tehlikenin bilincinde olmaya davet ediyorum. Milletçe topyekün Füze Kalkanı’nın karşısında olunmalıdır. Projenin karşısında duracak yöneticilerimizin ise mutlak halk desteğine ihtiyaçları vardır. Halkın bu desteği verebilmesi için projenin uygulanmasının doğurabileceği tehditler hakkında doğru bilgilerle bilinçlendirilmesi lazımdır..
Medyamız başta olmak üzere bütün sivil toplum kuruluşlarımızı acilen sanal gündemlerden uzaklaşarak Füze Kalkanı Projesi üzerinde ağırlıklı olarak durmaya davet ediyorum.
Bir yanıt yazın