Yazının başlığını koyarken oldukça düşündüm. İlk önce “Yöresel Kalkışma” yerine “Kürt Kalkışması” deyimini kullanmayı düşünmüştüm. Ancak böyle bir tabirin, Kürt kökenli vatandaşlarımıza haksızlık olacağını düşünerek “Yöresel Kalkışma” deyimini tercih ettim. Zira bugün, Kürt kökenli vatandaşlarımızın yoğunlukla yaşadığı kimi yerlerde meydana gelen nümayişler, bu vatandaşlarımızın çoğunu da canından bezdirmiş durumdadır. Bu sebeple, bu yörelerde meydana gelen lokal olayları, hiçbir ayırım gözetmeksizin Kürt kökenli vatandaşlarımızın üzerine yıkmak ve onları “Kalkışma” gibi yıkıcı siyasi sonuçları olan bir eylemle itham etmek, onlara yapılmış en büyük haksızlık olacaktır. Bu sebeple bu tür eylemleri, bölge bazında bile değil, ancak yöre bazında olan lokal kalkışma denemeleri olarak isimlendirmekte fayda vardır. Ve bu tür kalkışmalar, ta imparatorluktan beri Türkiye’nin başını ağrıtıp midesini bulandıran bir vakıadır. Mesela Hakkari, Şemdinli ve Yüksekova gibi küçük yerleşim yerlerinde bugün bile gündemde olan nümayişler bu kabil yöresel ve tarih boyunca süregelen kalkışma denemeleridir.
BDP’lilerin ve elbette PKK’nın sık sık dile getirdikleri bir şey vardır. Sürekli 1924 Anayasası’na vurgu yapar bu insanlar. Neymiş efendim o Anayasa’da Kürtler, devletin kurucu unsuru olarak tanımlanmıştır ve Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerden Kürdistan diye bahsedilmiştir. Peki, bu insanlar, 1924’lerde özellikle Hakkari ve yöresinin sosyal ve siyasal durumunu neden hiç dile getirmezler. Getirmezler, çünkü o tarihlerde bu yöredeki insanlar tam bir ayaklanma halindedirler. İngilizlerin kışkırtmasıyla ve desteğiyle yöredeki Nasturiler ayaklanmışlar, bazı Kürt aşiretleri de onlara destek vermişlerdir. Özetle 1924’lerde Hakkari ve yöresinde devlet otoritesi diye bir şey yoktur. Zaten öncesinde de hiç olmamıştır. Her aşiretin bölgesi ayrı bir devlettir ve her aşiret reisi de kendisini devlet başkanı olarak mütalaa etmektedir o dönemde(1). Bugün, Hakkari, Yüksekova ve Şemdinli’de sık sık tekrarlanan nümayiş ve gösteriler işte bu mikrobun zaman zaman başını göstermesinin eseridir. Anlaşılan bugün BDP ve PKK, bölgedeki insanları nümayiş ve kalkışma eylemlerine sevk etmek suretiyle devletten bir şeyler koparacakları zehabına kapılmışlardır. Tıpkı 1924’lerdeki gibi
Her şey bir yana, kendilerini Kürt kökenli olarak tanımlayan bazı insanlar, en başta da sözüm ona bu ülkenin Kürt kökenli bazı aydınları ve siyasileri, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiçbir döneminde bu günkü kadar şımarıklık içine girip, hiç bu kadar mızıkçılık etmemişlerdir. Bu ülkenin sıradan bir belediye başkanı kalkıp hiç çekinmeden, “Ey hükümet, meşe ağacının hangi dalı nerenize battı. Devlet aklına söylüyorum; bizi şahin ve güvercin diye ayırmayın. Hastir diyorum, hastir…” diyebiliyorsa, bu ülkenin bir Siyasi Parti Lideri çıkıp, üzerine yemin ettiği ve şeref sözü verdiği Anayasa hükmüne aykırı olarak “Bölgede iki dilli sisteme geçmek için anayasa değişikliğini ve yasal düzenlemeleri beklemeyeceğiz…” diyebiliyorsa, bunların üzerinde iyi düşünmemiz gerekiyor. Hele bu ülkenin sözüm ona aydın geçinen ve bu sıfatla televizyon televizyon gezip adeta ekran bülbülü kesilen bir vatandaşı hiç utanmadan ve sıkılmadan “1071’de Türklere Anadolu’nun kapısını Kürtler açtı… Şimdi dağdan gelen bağdakini mi kovacak”(2) diyerek Türk Milleti’ne hakarete cüret ediyorsa başımızı iki elimizin arasına koyup derin derin düşünmemiz gerekir. Acaba bu insanlar, bu kadar cesareti nereden ve hangi güç odağından alıyorlar?
Bu insanların hangi güç odağından cesaret aldıklarını tahmin etmek o kadar da zor değil aslında. BDP lideri Selahattin Demirtaş’ın, “Güneydoğu’da iki dilli sisteme geçmek için Anayasa değişikliğini ve yasal düzenlemeleri beklemeyeceğiz…” dediği günlerde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun New York’ta Irak’ın Kürt kökenli Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari ile sarmaş dolaş poz vermesi(3) bu konuda bize az çok bir ışık tutmaktadır. Hasip Kaplan’ın o kalın ve koca sesiyle TBMM kürsüsünde “Daralker daralker…” diyerek Kürtçe haykırdığı, Sırrı Sakık’ın, “Emine Ayna Kürtçe bilmiyor” diyen Bülent Arınç’a oturduğu yerden Kürtçe göndermeler yaptığı günlerde Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun yanında bazı AKP milletvekilleri ve Erbil’deki Türk konsolosu da olduğu halde Şivan Perver Konseri’ne gitmesi de(4) bu konuda bizlere az çok bir fikir vermektedir. Genelkurmay Başkanlığı’nın BDP’nin iki dilli sistem konusundaki girişimlerine karşı yapmış olduğu son derece haklı açıklamasına, BDP’lilerle birlikte AKP’li Hüseyin Çelik’in göstermiş olduğu tepki de bu konuda bizlere yol gösterici niteliktedir aslında.
Sözüm ona Kürt aydınlarının ve Kürt siyasetçilerin yapmış oldukları densizlik ve şımarıklıklar affedilir gibi değildir ama Altan Tan isimli zırzopun ortaya attığı şu “Anadolu’nun kapılarını Türklere Kürtler açmıştır” iddiası, bir Türk çocuğu olarak gerçekten de benim kanıma dokunmuştur. Böyle absürt bir iddiayı aklı başında hiçbir normal insan ileri süremez çünkü. Bu adamlar “Çanakkale’de de Türklerle Kürtler omuz omuza savaşmıştır” diyorlar ya. İnanın bu iddia da Altan Tan’ın yukarıdaki iddiası kadar absürt ve banal bir iddiadır aslında. İsterseniz araştırın; doğu ve güneydoğudaki illerin tamamının Çanakkale’de vermiş olduğu şehit sayısı, ancak küçücük Çankırı’nın tek başına vermiş olduğu şehit sayısı kadardır(5).
Diyorlar ki; asker işini yapsın, siyasete karışmasın. İyi güzel de, askerin yapacağı iş mi kaldı bu ülkede? Maazallah bir savaş çıksa, cepheye gönderecek komutan kalmadı orduda. Böyle bir durumda adamlar, cephede vur emri vermeden önce kim bilir kaç kere düşüneceklerdir, “ya savaş bittikten sonra bir şekilde yargılanıp itibarsızlaştırılırsam” diye. Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın, kendisini yargılayan hâkimleri mahkemeye verip mahkûm ettirmesi üzerine AKP’nin, yargılama esnasında yargılamayı yapan savcılar ve hâkimler aleyhine dava açılamayacağı konusunda yasa teklifi verdikleri söyleniyor. Yasa teklifini verenlere göre buradaki amaç, yargılamanın sağlıklı olarak yürümesi için hâkim ve savcıları dokunulmaz kılmakmış! Bana kalırsa aynı düzenleme, terörle mücadelede görev alacak askerler için de yapılmalıdır. Aksi takdirde bu ülkede terörle ve Allah korusun çıkacak bir ayaklanmada hakkıyla mücadele edecek asker dahi bulunamayacaktır. Çünkü herkes biliyor ki; bugün Silivri’de yargılanan askerlerin büyük çoğunluğu, askerlik hayatlarının bir döneminde terörle mücadelede görev almış insanlardır.
CHP Kurultayı
Bütün bunlar dikkate alınınca; bugün (18 Aralık 2010) yapılan CHP Kurultayı, gerçekten de çok önemli görülmelidir. Zira bugün için AKP’nin en güçlü rakibi ve elbette AKP’nin dışında iktidarın yegâne adayı CHP’dir. O bakımdan sadece CHP’liler, solcular ve sosyal demokratlar değil, sağcısıyla, solcusuyla, yukarıda bir kısmı zikredilen gelişmelerden rahatsız olan hemen herkesin gözü, bugün Ankara Arena’da idi. Özellikle de Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında ve onun oluşturacağı yeni CHP vitrininde.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun kurultay konuşmasını, aşağı yukarı baştan sona dinledim televizyonda. Bana göre oldukça başarılı bir konuşmaydı. Kapsayıcıydı, birleştiriciydi. 41 ara başlık olduğu söylenen konuşmasında, Başörtüsü Meselesi dışında hemen her konuya ve toplumun hemen her kesiminin problemlerine değindi Kemal Kılıçdaroğlu. Aşağı yukarı Türkiye’nin bütün meselelerini koydu ortaya. Değindiği ve değinmediği konulardan ikisini oldukça önemsiyorum. Onlardan birisi Güneydoğu Sorunu, diğeri de gençlerle ilgili yaklaşımıdır.
Hükümet partisinin ısrarla “Kürt Sorunu” diyerek sanki ülkede bir etnik sorun varmış gibi ve elbette bana göre de yanlış olarak ortaya koyduğu sorunu “Güneydoğu Sorunu” gibi genel bir tabirle dile getiren Kılıçdaroğlu’nun, bu konudaki yaklaşımını son derece beğendiğimi söylemem gerekir. Kılıçdaroğlu, Doğu ve Güneydoğu sorununa Lozan Anlaşması’ndan hareketle yaklaşacaklarını söyledi. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Kürtler azınlık değil, bu ülkenin eşit haklara sahip birinci sınıf vatandaşlarıdır. Yaşadıkları bölgede ekonomik ve sosyal sorunlar vardır, bu sorunlar askeri yöntemlerle değil, devletin öncülük ettiği ekonomik-sosyal yatırımlarla ve uzlaşma ile çözülecektir. Örneğin, mayınlı araziler mayından temizlenecek ve topraksız köylülere verilecektir. Ayrıca bölgede toprak reformu yapılacaktır. Bence de son derece akılcı ve bölgedeki sorunu çözmeye yönelik cesur adımlardır bunlar. Umarım başarılı olunur bu konularda.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun gençlerle ilgili yaklaşımları da son derece radikal ve olumlu yaklaşımlardır. Kemal Kılıçdaroğlu, en başta YÖK’ün kaldırılacağını söyledi. Üniversite öğrencilerinden harç alınmasına son vereceklerini, öğrencilerin yurt ve barınma sorunlarını gidereceklerini söyledi. Üniversitelere mali özerklik vereceklerini dile getiren Kılıçdaroğlu, üniversite rektörlerinin iktidarın önünde hazır kıta duran kurşun asker pozisyonundan çıkarılacağını kaydetti.
CHP liderinin özellikle üniversite öğrencisi gençlerle ilgili olarak değinmediği tek konu, başörtüsü konusu olmuştur. Anayasa oylaması öncesinde “Başörtüsü sorununu da biz çözeceğiz” diyerek açıkça taahhütte bulunan Kılıçdaroğlu, her nedense Kurultay’da bu konuya hiç değinmedi. Galiba CHP, meselenin kendiliğinden çözüldüğü gibi bir kanaate sahip bulunuyor ki; bu konuya hiç girmedi. O takdirde CHP liderine düşen bir görev vardır. O da YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’a ve elbette hükümete teşekkür etmektir! Çünkü kendisini ve partisini büyük bir yükün altından kurtarmıştır YÖK ve hükümet!
Aslına bakarsanız üniversitelerdeki başörtüsü meselesinin çözüldüğü filan yok. Sadece yapay ve geçici bir çözüm var ortada. Seçim sathi mailine girildiği için şimdi hiç kimsenin bu konuda sesi çıkmıyor ve başörtüsü bugünlerde üniversite kampüslerinde alabildiğine özgürce dolaşıyor ama seçimlerden sonra konunun bir şekilde tekrar gündeme geleceğini tahmin etmek hiç de güç değildir. Sayın Kılıçdaroğlu, bildiğim kadarıyla Parti Meclisindeki ilahiyatçı sayısını ikiye çıkarmış bulunuyor. Umarım Sayın İhsan Özkes ve Sayın Muhammet Çakmak bu konuda bir çözüm geliştirerek hem partilerine, hem üniversite öğrencisi genç kızlarımıza ve böylece hem de toplumsal bütünlüğümüze büyük bir hizmette bulunmuş olurlar. Umarım Sayın Sencer Ayata’nın Başkanlık ettiği komisyon, bu konuda sağlıklı bir çözüm ortaya koyabilmiştir ya da koyabilecektir…
19 Aralık 2010
Ömer Sağlam
___________
1- Ayrıntılı bilgi için bkz. Turgut Özakman, “Cumhuriyet-Türk Mucizesi” c,2, s, 83-84, 12.Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara-2010.
2-bkz. Doğan Heper, “Bin yıl önceki dağ, bağ hesabı” başlıklı yazısı, Milliyet, 16.12.2010.
3-16.12.2010 tarihli Milliyet, “Davutoğlu ve Zebari’den sıcak buluşma” başlıklı haber, s, 14.
4- 16.12.2010 tarihli Milliyet, “Çubukçu ile Zana, Şivan konserinde” başlıklı haber.
5- Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Ömer Sağlam “Vatan İçin Ölmek Vatanseverlik midir” başlıklı makalesi(http://www.haberakademi.net/default.asp?inc=makaleoku&hid=8285)
Bir yanıt yazın