İstanbul’un bu yıl “kültür başkenti” olması çerçevesinde planlanmış etkinliklerden biri, “Avrupalı Yazarlar Parlamentosu”, dün sabah (yani 25 kasım, perşembe günü) toplandı. Bu etkinlik bugün ve yarın da devam edecek, bir sonuç bildirisiyle cumartesi günü sona erecek.
Dün bu toplantı oldu ama, basına da yansıdığı ve bir ölçüde tartışıldığı gibi, bir “olay”la başlamış oldu: Naipaul, hakkında yazılan ve söylenenlerden sonra bu toplantıya katılmamaya, Türkiye’ye gelmemeye karar verdi. “Sonuç bildirisi”, şu bu, ama bu toplantıya damgasını vuracak şey, bu olay olacaktır.
Naipaul’a karşı Türkiye’de bu kampanyayı başlatan Hilmi Yavuz oldu. Gerekçesi, Karaib adalarından Trinidad’da doğan, ama köken bakımından Hintli olan Naipaul’un Müslümanlara ve Müslümanlığa hakaret etmiş olmasıydı.
Naipaul bundan birkaç ay önce buradaydı, İstanbul’daydı. Herhangi bir sorun olmadan kalacağı kadar kaldı, gitti. Hilmi Yavuz bundan önce de onu (ve başkalarını) hedef alan yazılar yazmıştı ama belli ki bunlar yazarın o gelişinde etkili olmadı.
Ama bu sefer oldu. Bazıları toplantıya katılmayacaklarını, bazıları da katılacaklarını açıkladılar (“katılacağını” açıklamak da ortada bir sorun olduğunun işareti zaten). Bu gibi olaylardan beslenmeye alışık olan medyamız da bunu duyurabileceği kadar duyurdu. Hilmi Yavuz, yaptığı işin sadece bir “bilgilendirme ve uyarı” olduğunu söyleyip toplantıya katılacaklara “Naipaul’la aynı masada nasıl oturacaklarını” da sormayı ihmal etmedi.
Bir toplantı… Adı, “Yazarlar Parlamentosu”… İşi “yazmak” olan yazarların “konuşmaları” için düzenlenmiş bir toplantı… Ve bir yazar, bir başka yazarın kendisi hakkında başlattığı “boykot kampanyası” nedeniyle bu toplantıya katılmıyor…
Oldukça kısa bir süre içinde bu Türkiye açısından ikinci olay. Birincisi Kusturica ile ilgiliydi. Orada da aynı tavrı takınmıştım. Bir yazarın, bir sanatçının birinci işi, ne biliyor, ne hissediyorsa, bunu sanatının kuralları içinde başkalarına iletmektir. “Şunu söyleyebilirsin, bunu söyleyemezsin” diye bir kural düşünülemez.
Sanatçı iletmek istediğini iletmekte sonsuz özgürse, biz hepimiz de onun ilettiği şeyi eleştirmekte sonsuz özgürüz. Ama bunun “yaptırım”ı buraya kadar: eleştirmek. Başkalarını bir yazarı boykot etmeye çağırmak, “aynı masada oturmak” üstüne tartışma açmak bu sınırı aşıyor. Türkiye’de, Madımakların ve daha neler nelerin olduğu bu ülkede, bir adam için “dinimize sövdü” diye bir kampanya açmanın nerelere varacağını herkes tahmin edebilir.
Naipaul’u ben hiç tanımıyorum. Yazdıklarını okumadım, polemik konusu olan sözlerinin ne olduğunu da bilmiyorum, daha doğrusu, bu olaydan ötürü, kulaktan dolma öğrendim, kendim okumadım. Gene aynı şekilde, “namazında niyazında” diye tanımlanan bir Müslüman hanımla evli olduğunu söylediler. Anlaşılan bu hanım, dindar olsa da, dini hakkında Hilmi Yavuz kadar duyarlı değil. Çeşitli nedenlerle Naipaul’un düşünce dünyasını beğenmeyen, onu eleştiren birçok insan olduğunu da gene bu süreç içinde öğrendim. Okumuş olsam, ben de bu eleştirel görüşleri paylaşıyor olabilirdim.
Ama bütün bunlar, Naipaul ya da herhangi bir yazar, bir sanatçı hakkında “onun olduğu yerde ben olmam” tavrı takınmama yol açmaz. Daha önce de yazdığım gibi, benim benzer konularda adını örnek vereceğim Ezra Pound ile Céline var. Daha eskilerden de “Benito Cereno”yu yazmış Melville’i söyleyebilirim. Hiçbiriyle “aynı masa” gibi kavramlar aklıma gelmezdi, öyle bir “masa”ya ben de çağırılmışsam, bundan gurur duyardım; ama ileri sürdükleri fikirlerle de sonuna kadar dövüşürdüm.
Dolayısıyla, üstelik adı da “Yazarlar Parlamentosu” olan bir toplantıda böyle bir olay olması, toplantının böyle başlaması kötü oldu, ayıp oldu.
Türkiye açısından da ayrıca kötü oldu. Türkiye’nin halkı, bazı seçkinlerinin kendilerine yakıştırabildiği yasakçılık, hoşgörüsüzlük imgesini çok da hak etmiyor doğrusu.
Murat Belge
Bir yanıt yazın