30 yaşında bir vatandaşımızın, en büyüğü 11, en küçüğü 1 yaşındaki 6 çocuğuyla birlikte, Çağlayan bölgesinde Kanser Hastalarına Yardım Derneği’ne verilen ve tamirine başlanması için hazırlıkların bitirildiği bir binayı işgal etmesi olayı beni derinden etkiledi.
Beni etkileyen, evin işgali veya daha sonra Polisimizin babacan ve koruyucu yaklaşımları sonrasında evin tahliye edilmesi değil, olayın arka planında yaşanan dram, yanlış uygulamalar, nelerin yapılamadığı ve nelerin yapılması gerektiği.
Olayın sosyal arka planı gerçekten çok üzücü.
Yaşam mücadelesinde çektiği sıkıntılara bir çözüm olarak evi işgal etmeyi gerçekleştiren anne, “iş bulursa çalışan kocam eve doğru dürüst uğramıyor, ben devletten aldığım yardımla ev kirası ödeyemiyorum” diyerek acizliğini ve sıkıntısını ortaya koymuş.
Aslında yaşanan bu olay bana göre büyük bir buzdağının sadece gözüken kısmı. Elle tutabildiğimiz, gözümüzle gördüğümüz ve zaman zaman da basına yansıyan bu bölümün alt kısmı daha da üzücü.
Barış Harekâtından sonra Türkiye’den göç edip vatandaşımız olmuş bir anne ve babanın 10 çocuğundan biri olarak 1980 yılında Değirmenlik köyünde doğmuş evi işgal eden bu anne.
Bilinen bir eğitimi yok. Bir olasılıkla ilkokulu yarım yamalak bitirdi ve bir daha da gönderilmedi.
Bu genç annenin annesi ve babası da çalışmıyor. Belli ki onların da bir eğitimi veya branşlaştığı, uzman oldukları veya ustası oldukları birer işleri yok. Baba şu anda devletten yoksulluk parası alıyor ve aldığı parayı da kızının anlattığına göre alkole yatırıyor. Eve giren tek bir kuruş yok.
Buna karşın bu evde “Allah nasıl olsa rızkını verir” düşüncesi ile 10 çocuk doğmuş. Çocukların tümü, en büyük abla hariç KKTC doğumlu.
Devletimizin Sosyal İşlerden sorumlu Bakanlığından hiçbir Allah’ın kulu da çıkıp gitmemiş 1980’li yıllarda Değirmenlik köyüne. Hiçbir devlet görevlisi veya yetkilisi uyarmamış bu insanları, sormamışlar bu anne ve babaya “Bu kadar çocuk doğuruyorsunuz ama nasıl bakacaksınız” diye.
Bu göçmen anne ve babadan doğan 10 çocuğun tümü de, yaşadığımız 21. yüzyılda yoksul, işsiz ve vasıfsız. Tümü de KKTC vatandaşı.
33 yaşındaki en büyük abla, evi işgal eden kardeşinden daha da kötü durumda. Kocasının ruh sağlığı bozuk ve hastanede tedavi görüyor. 16, 14, 12, 10 ve 9 yaşlarındaki 5 çocuğu, 5 seneden beri çocuk yurdunda yaşamlarını sürdürüyor. Kendisi Lefkoşa’da Taksim Sineması içerisinde bir odada kalıyor ve ev yerine bu eski sinemanın içinde yaşam savaşı veriyor. En büyük çocuk çok değil 2 sene sonra “sen yeterince büyüdün hadi dışarı” denip yurttan kapı dışarı edilecek. Bir olasılıkla birkaç yıl içinde evlenecek ve çocukları olacak. Annesinden ve nenesinden gördüğü yöntemle büyütecek çocuklarını, eğitimsiz, vasıfsız, yoksul ve işsiz.
Barış Harekâtından sonra ülkemize göçmen olarak gelip vatandaşımız olan bir anne ve babadan zaman içinde önce 10 çocuk dünyaya gelmiş, sonra da bunların evlenmelerinden şimdilik yaklaşık 22 çocuk olmuş. Sonra belki de bu sayı küçükler de büyüyüp evlenince 35-40’a çıkacak.
Bu insanlar vatandaşlarımızsa ellerinden tutmamız, rehabilite etmemiz, eğitimlerini sağlamamız, beceri kazandırmamız ve ülkemize yararlı insanlar haline getirmemiz gerekmektedir.
Bunları yapamazsak bu küçücük dünya güzeli ülkemizde suç oranı ve suçlu sayısı patlama yapacaktır.
Gözümüz hep ithal suçlarda ve suçlularda. Hep onları eleştiriyoruz ama dönüp de kendi içimize bakmıyoruz.
Zamanı geldi.
Sosyal Hizmetler Dairemizin kapsamlı bir çalışma yapıp proje üretmesi ve bu konumda olan, bence sayıları çifthaneli binleri bulan, bu vatandaşlarımızı 21. yüzyıla yakışır ortamda yaşayan ve çalışan insanlar haline dönüştürmesi gerekmektedir.
Ünlü Çin atasözünün dediği gibi insanlarımıza “Balık yemeği değil balık tutmayı” öğretmeliyiz. Eminim bu konuda yapılacak her tür olumlu ve ileriye dönük mantıklı projelere, T.C.’nin ilgili birimleri de destek verecektir.
Prof. Dr. Ata ATUN
1 Ekim 2010
Bir yanıt yazın