Üretim Dinamizmi ve Dış Politika
Siyaset literatürü ile güç, birbirini besleyerek gelişmiş olan kavramlardır. Makyavel’in güç temelli görüşü, sadece diktatörlerin değil fakat siyasetin tabiatını dikkate almak isteyen herkesin bilmesi gereken unsurları içermektedir. Halkı ezerek terbiye etme, böylece daha kolay yönetme temeline dayanan siyaset, etik olmayıp başarısı sınırlı kaldığı halde toplumun önemli bir vasfını ortaya koyar.
Uluslararası ilişkiler biliminin öncülerinden Morgenthau’nun gücü esas alması, realist yaklaşımın yeni bir boyutu sayılır. Milli gelir, doğal kaynaklar, nüfus, askeri kapasite gibi hususların uluslararası arenada etkisi tartışılmazdır. Bununla beraber, mesela milli gelir bakımından iyi olan birçok ülkenin dış politikada pek de etkili olamayabildiği birçok örnek vardır. Halkın yönetime katılması, sivil toplum kuruluşlarının gücü gibi hususları öne çıkaran teoriler bu aşamada gündeme gelmektedir.
21. yüzyılın ilk on yılı geride kalıp küresel mali krizle uluslararası sistem ağır ağır evrilirken devletler arasındaki etkinlik de bir başka ilişkiler ağına savrulmaktadır. Bu gelişmelerin, her ülkenin coğrafi, tarihi, etnik gibi değiştirilemeyen jeopolitik temelleri bulunmakla beraber, önceden tedbirli olup süreci yönetme kabiliyeti olanlar, en az zarar veya en yüksek çıkarla geleceğe merhaba demek için yarışmaktadırlar.
Ülkemizin ve gelişmekte olan (veya azgelişmiş) ülkelerin bu yarıştaki yerini yeniden tespit ederken yukarıda işaret edilen görüşlere üretim dinamizmi açısından da bakmak gerekmektedir. Bilindiği gibi nice doğal kaynak zengini ülkeler üretim dinamizminden mahrum oldukları için uluslararası arenada politika fakiri olmaktan, başka bir gücün kullanım alanı haline gelmekten kurtulamamışlardır. Zaten bir eski başbakanımız da “iyi ki bizde petrol yok” demişti. Antik Helen uygarlığını bitmeyen bir hazine gibi gören Yunanistan ile üretim dinamizmi bakımdan önde gelenlerden olan Almanya çelişkisinin de bu boyutu vardır.
Yıllarca “üzerine güneş batmayan imparatorluk” İngiltere’nin doğal kaynak fakiri olması, halkını tek dayanak olarak kendi enerjisine, teşebbüs gücüne güvenmesine sebep olmuştur. Dünyayı sömürerek asırlarca yönetebilmesinin verdiği dinamizmin önemli ölçüde etik olmayan, zulüm dayanağı bulunmaktadır. Doğal kaynak fakiri bir ülkeden çıkıp asırlarca başkalarının zenginliklerine hükmederken yönettikleri kitlelerin de insan olduğunu, saygı gösterilmesi gereken hakları bulunduğunu kabul etmiş, karşılaştıkları halkların çıkarına olacak şekilde ilişki kurmayı başarmış bir İngiliz toplumunun 21. Yüzyıldaki torunlarının bugünkünden daha mutlu ve müreffeh olabileceğini düşünüyorum. Bununla beraber konunun üretim dinamizmi tarafı önemli ölçüde belirleyici olmaktadır. Etik boyutu ayrı bir konudur.
“Zenginliğin temeli topraktır” diyen fizyokratlar da aslında toprağı işleyen dinamizme işaret etmişlerdir. Günümüzün başta gelen süper gücü ABD’nin belli başlı tarım kalemlerinde de en büyük üretici olmasının bu boyutu bulunmaktadır. AB’nin nüfusuna göre tarımsal üretimi dikkate alındığında karşımıza dev rakamlar çıkmaktadır. Devletin üreticiyi desteklemesinde, toplumsal dinamizm canlı tutularak kurtlar sofrasına yem olmama gayreti görülmektedir.
Bir dönem, ülkemizin ekonomik krize girmesine sebep olan tarımsal sübvansiyonlara geri dönmenin mantığı yoktur. Vatandaşın ekonomik gerçekleri dikkate almadan verimsiz yöntemlerle ürettiklerini devletin satın alıp depolarda çürütmesi, kamu maliyesinin çökmesine yol açmıştı. Ancak bir uçtaki yanlış aksi uçtaki başka yanlışlara yol açmamalıydı. Üretim sürecini dünyada benzeri olmayan şekilde vergilendirerek pahalı ürüne sebep olmak, bizzat devlet eliyle üretimdeki rekabeti vatandaşın aleyhine çevirmek, üretim yapmaktansa sosyal yardımlarla gününü geçirmeye, dilenmeye mecbur kılmak sadece ekonomik çöküşe yol açmamakta aynı zamanda toplumsal dinamizmin yok olması sonucunu doğurmaktadır.
Sömürge ülkelerinde, sömürgecinin kontrolü dışında üretim faaliyetleri büyük suç kabul edilir, halkın kendi ayakları üzerinde durması gizli açık tedbirlerle önlenir. Kendi ihtiyacına yetecek kadar dahi üretemeyen, sürekli yardımla, destekle, sadakayla gününü geçirebilen topluluklar istismara da açık olup terör faaliyetleri için bulunmaz hazinedir. Bunun için ekonomik faaliyetler engellenmekte, esnafa dükkan kapattırılmakta, şantiyeler yakılmakta, işyerleri bombalanmaktadır. Avrupalı “müfettişlerin” mesela Yeşiller Partisi temsilcilerinin üretimi artırmak, Güneydoğu’yu yeşertmek gibi bir proje veya teşebbüslerine şahit olmadık.
Şeker, fındık, kayısı, elma, tütün gibi birçok temel tarımsal alanda köylümüzü üretim yapamaz hale getirip, bu alandaki kurulu tesisleri paslanmaya, yıkılmaya mahkum edip, ülkeyi eski sömürgecilerin desteği ile palazlanmış uluslararası tekellere emanet etmek, telafisi zor zararların kapısın açmıştır.
Pamukta, buğdayda olduğu gibi hayvansal ürünlerde de ithalatçı hale gelmemiz, bir yerlerde fahiş yanlış yaptığımızın delilidir. Tekstil, deri, kırtasiye, oyuncak gibi on yıllardan beri yerleşmiş olan sektörlerin can çekişir hale gelmesi, ithal malların maliyeti hesaba katılmadan yeniden ihraç edilmesi ile ortaya çıkan zarar, telafi edilemeyecektir.
Üretim alanında gittikçe kabaran felaketi herkesin görüp milli politikalar üretmek, belki de kurtuluş savaşı ilan etmek gerekmektedir. Bu konu, terörden az önemli değildir. Esasen terörün toplumsal zemindeki tabanının bir sebebi budur (terörün sebebi üretim yetersizliğidir, demiyorum). Yeterli istihdamla birlikte terörün de önemli bir ayağı ortadan kalkacaktır.
Kıyametin kopmasına bir saat kalacağını bilse dahi elindeki fideyi dikmesi gerektiğine inanan fertlerden oluşan üretim dinamizmine sahip toplum, yönetime akılcı katkısı ve sivil toplum kuruluşları halinde örgütlenmesi ile sağlıklı iç ve dış politikaların da teminatı haline gelir. Bir dönem başarılı olmayan politikacılar da gönül rahatlığı içerisinde, bu dinamik toplumun sıradaki fertlerine yönetim nöbetini bırakırlar. Kendileri iktidarda olmayanlar mutlu ve canlı bir toplumun ferdi olmanın huzurunu yaşarlar. İktidarını sürekli kılmak için her türlü usulsüzlük, kanunsuzluk ve yolsuzluğa başvurmanın paranoyasından kurtulurlar.
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Öncevatan, 13.07.2010
Bir yanıt yazın