Diyanet’teki Bürokrat-Akademisyen Savaşı-I

Bildiğim kadarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı, yakın zamanlara kadar genelde ilahiyatçı bürokratlarla idare edilen bir kuruluş idi. “Genelde” tabirini özellikle kullanıyoruz; çünkü geçmişte çok az da olsa bazı akademisyenlerin kısa sürelerle de olsa Diyanet’te görev yaptıkları biliniyor. Bunlar, daha çok Başkan seviyesinde görev yapmak üzere ve siyasi mülahazalarla dışarıdan atanan insanlardır. Prof. Dr. Süleyman Ateş ve Doç. Dr. M.Sait Yazıcıoğlu bunlardan ikisidir(1).

Ancak son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın özellikle üst yönetim kadrolarının hemen tamamıyla akademisyenler tarafından işgal edildiği gözlenmektedir. 1990’lı yılların başında yeniden oluşturulan Din İşleri Yüksek Kurulu’na üye seçilen akademisyenlerle birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı, son yıllarda tamamen akademisyenlerin hücumuna uğramış bulunmaktadır. Din İşleri Yüksek Kurulu gibi daha çok bir Danışma Kurulu olarak görev yapan birimler ve Başkan Yardımcılıkları bir yana, artık Diyanet’teki daire başkanlıkları, hatta il müftülükleri de akademisyenler tarafından doldurulmaktadır!

Akademisyenler, Diyanet İşleri Başkanlığı kadrolarını neden tercih ederler kesin olarak bilmiyoruz! Belki de bu sebeplerin başında parasal sebepler geliyor olmalıdır. Zira Diyanet İşleri Başkanlığı’nın maddi imkânları, hem ilahiyat fakültelerinden çok daha iyi durumdadır, hem de özellikle Başkan, Başkan Yardımcısı ve Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinin maaş göstergeleri çok yüksektir. Ayrıca Diyanet’te müdür seviyesinin üzerindeki kadrolarda çalışanlar da, sözleşmeli personel statüsünde yüksek maaş almaktadırlar. Yurtdışı görevleri ve hac imkânları ile eften püften sebeplerle düzenlenen ücretli konferans, panel ve seminerler de işin cabasıdır. Öte yandan, Diyanet’in çeşitli birimlerinde görev alan akademisyenlerin bazılarının, statüleri gereği, geldikleri fakültelerdeki görevlerini de devam ettirerek oradaki ücretlerini de alma imkânları bulunmaktadır. İşte Diyanetin sahip olduğu bütün bu imkânlar, özellikle ilahiyatçı akademisyenler için bu kurumun bir cazibe ve çekim merkezi olması sonucunu doğurmaktadır.

Bilebildiğim kadarıyla; Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun yanı sıra Başkan Yardımcıları Mehmet Görmez, İzzet Er, M.Şevki Aydın ve M. Emin Özavşar profesör seviyesinde akademisyendirler. Ayrıca Dış İlişkiler Dairesi Başkanı Ali Dere ve İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı ile Stockholm Din Hizmetleri Müşaviri Bülent Baloğlu da çeşitli ilahiyat fakültelerinde Prof. olarak görev yapmakta iken Diyanet İşleri Başkanlığı’nda bürokratik kadrolarda görevlendirilmiş akademisyenlerdir. Keza Prof. Dr. Hamza Aktan,  Prof. Dr. Bünyamin Erul, Prof. Dr. Burhanettin Tatar, Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal, Prof. Dr. Yavuz Ünal,  Doç. Dr. Soner Gündüzöz,  Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı, Doç. Dr. İlyas Üzüm gibi akademisyenler de halen Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nda üye sıfatıyla görev yapmaktadırlar.

Diyanet İşleri Başkanlığı kadrolarının çoğu profesör seviyesinde olan akademisyenlerce doldurulmuş olması, ilk bakışta Diyanet’e ve din hizmetine seviye getirilmesi gibi bir anlam içeriyorsa da aslında bu durum, Diyanet’teki bir rekabetin, çekişmenin ve hatta alttan alta yürütülen bir çıkar çatışmasının da sebebini teşkil etmektedir. Çünkü onlarca yıldır Diyanet’te çeşitli bürokratik kadrolarda çalışan ve haklı olarak yükselmeyi bekleyen Diyanet çalışanları, üst kadroların hariçten atanan akademisyenlerce işgal edilerek önlerinin kesilmesini bir türlü hazmedememektedirler. Üstelik bu konuda son derece de haklıdırlar. Öte yandan Diyanet’in üst kadrolarına atanan akademisyenler, yıllarını Diyanet teşkilatında çalışarak geçirmiş bürokratlarca, sürekli olarak Diyanet teşkilatını ve Diyanet tarafından verilen hizmetleri yeterince tanımamakla itham edilmektedirler. Bunlara göre; akademisyenlerin bu durumları, bazen iş akışını engellemekte ve hizmetleri tıkanma noktasına getirmektedir.

Hülasa, iddialarına göre; TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin örneğinde olduğu gibi, İmam-Hatiplik ve Müftülük Memurluğu görevlerinden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 2 Numaralı protokolüne yükselecek derecede kaliteli bürokratlar yetiştiren Diyanet İşleri Başkanlığı bürokratları, kendileri kenarda köşede beklerken, Diyanet’teki üst düzey stratejik, prestijli ve bir o kadar da dolgun ücretli kadroların akademisyenlerce doldurulmasını iyi karşılamıyorlar. Bu insanlara iyi gözle bakmıyorlar! Bu durumu galiba en güzel şekilde dile getiren kişi, halen Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Başmüfettiş sıfatıyla görev yapmakta olan Sayın Abdülkadir Sezgin olmalıdır. A.Sezgin 4 Ocak 2010 tarihli ve “Diyanette Ruhanileşme Yahut Vatikanlaşma Süreci” başlıklı yazısında bu durumu şöyle tenkit etmektedir:

“…(Diyanet İşleri Başkanlığı) 2003 yılı ile başlayan yeni dönem icraatları, yayınları, yayınladıkları ile son derece dikkatle izlenmeye değer bir yapı göstermektedir. Özellikle ‘aydın ve ilerici’ sayılan kesime göre Diyanet, Hanefi – Maturidi bir kurum olarak kurulmuştur. Nitekim Cumhuriyet döneminde Merhum Atatürk’ün emri ve Meclis kararı ile Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a sipariş yoluyla yazdırılmış KUR’AN TEFSİRİ de aynı şekilde Hanefi fıkhı ve Maturidi inancı esas alınarak yazdırılmıştı. Bu ve benzer sebeplerle Diyanet Sünni-Hanefi bir kurum olarak kabul edilirdi.

İşte bu yeni dönemde bu anlayış kırıldı veya bu kabulün değiştirilmesi amacıyla çok şey yapıldı. 2003 yılından itibaren Diyanet üst yönetimine ‘akademisyen’ seçilirken eski kabulü beğenmeyen ve değiştirilmesinden yana olanlar seçilmiş görünüyor. Çoğunluğunun da Ankara Ü. İlahiyat fakültesi öğretim Üyelerince neşredilen İslamiyat Dergisi yönetici ve yazarları arasından seçilmiş olması, bu seçimlerin şuurla yapıldığını ortaya koyuyor. Bu derginin yayınlarındaki bakış penceresi, ‘Kuran’ın Tarihselliği’ görüşüne dayanıyor. Bu görüşe göre Kur’an’ın –en azından- bazı ayetleritarihsel metin’dir ve bunlara inanılması gerekmez’.

Konuya ilişkin en kısa tanım budur. Dergi yönetici yazarlarının çoğunluğu Diyanet kadrolarına (7-8 yıl geçici sürelerle izinli?!) atanmış olması yüzünden, dergi çıkarılamadığı için yayını sona erdi. Şimdi zaman yazdıklarını uygulama zamanı. Bu inanışı halka anlatmak belki gerekli değil; gerekli olsa bile bu koca koca ilahiyatçı –akademisyenlerin ‘Kuran’ın bazı ayetlerine inanmadıkları şeklinde bir anlayış çıkarsa ne olacak?’”(2).

DİB Başmüfettişi Dr. Abdulkadir Sezgin’in, Diyanet’teki akademisyenlerin uygulamalarını tenkit ederken dikkat çektiği bir ayrıntı gerçekten de çok ilginç. Şöyle diyor Dr. Sezgin:

“…Vatikan Ruhanileri gibi, ilçe ve İl Müftüleri dahil, herkese konumuna uygun şekilde süslü Sarık ve cübbe yapılması, konuk Devlet Başkanlarını karşılama ve cami gezdirme ‘resmi törenler’de bu süslü cüppelerin giyilmesi çok da dikkatimizi çekmedi veya rahatsız edici olmadı. ‘2596 sayılı bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair kanun ve bu kanunun tatbik suretini gösterir nizamname’ şeklinde de bir mevzuatımız olduğu bu süslü cüppeler yapılırken de, giyilirken de aklımıza gelmedi”(3).

Abdulkadir Sezgin gerçekten de doğruları dile getirmektedir. Şahsen ben de iyi biliyorum ki; bir önceki Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’ın zamanında din adamları tek tip elbise giyerlerdi: Siyah cübbe ve kırmızı fes üzerine beyaz sarık. Bu elbise Diyanet İşleri Başkanı için de geçerliydi. Bir farkla; Mehmet Nuri Yılmaz’ın siyah cübbesinin yaka kısmından başlayıp eteklerine varıncaya kadar, cübbesinin ön kısmında sarı sırma bulunuyordu. Ancak halen görevde bulunan Başkan Ali Bardakoğlu’nun giydiği elbise, cübbeden çok kaftana benzemektedir.

Gerek Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun giydiği sırmalı elbise, gerekse aynı zamanda yakın arkadaşı da olan İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı’nın giymiş olduğu sırmalı elbise, geçtiğimiz yıllarda kendilerini ziyarete gelen Katolik Dünyası’nın ruhani lideri Papa 16. Benedictus’un elbisesini bile gölgede bırakmıştır! Bu sebeple Dr. Sezgin’in, “Diyanet Vatikanlaşıyor mu?” şeklinde sormuş olduğu soru gayet isabetli bir surudur.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun giymiş olduğu elbise sadece Abdulkadir Sezgin’in ve bizim dikkatimizi çekiyor değildir. Aynı dikkati gazeteci-yazar Soner Yalçın da çekiyor ve şöyle diyor kitabında:

Diyanet İşleri Başkanı’nın cübbesi dikkatinizi çekiyor mu? Her geçen yıl cübbe daha süslü hale geliyor. Önce bir soralım: Bu cübbe örfi mi dini mi? İslam’da cübbe var mı? Hz. Muhammed namaz kılarken özel bir giysisi var mıydı? Yoktu. Dört halifenin özel bir cübbesi, kıyafeti var mıydı? Yoktu. Demek ki İslam’da cübbe yok. Son yıllara kadar Diyanet İşleri Başkanları sade, beyaz bir cübbe giyerlerdi. Sedefler, kaftanlar yoktu öyle. Peki, neden her geçen yıl Diyanet İşleri Başkanı’nın cübbesi süslü hale geldi? Nereden çıktı bu sedef düğmeler, kaftanlar? Nasıl sormayız: Özlenen Osmanlı şeyhülislamlığı mı?”(4).

 Soner Yalçın, bu soruları sormakta çok da haksız sayılmaz. Çünkü Diyanet İşleri Başkanı’nın adeta padişah kaftanına dönüşen cübbesi bu soruların sorulmasını haklı kılmaktadır. Ve Soner Yalçın’ın dediği gibi İslam’da cübbe veya namaz kılmak için özel olarak belirlenmiş başka herhangi bir kıyafet türü yoktur. Merak edenler için söyleyelim: Mekke’deki Mescidi Haram’ın ve Medine’deki Mescidi Nebevi’nin imamlarının bile özel bir dini kıyafeti yoktur. Bu durum eskiden de böyle idi, halen de böyledir. Görebildiğim kadarıyla bahse konu kutsal mekânların imamları kahverengi bir cübbe giyiyorlar. Başlarında ise hemen bütün Arap erkeklerinin günlük yaşamlarında kullandıkları tülbent benzeri beyaz bir örtü vardır. Kırmızı fes üzerine beyaz sarık ve siyah cübbe ise sadece bize özgü bir kıyafettir. Arabistan’da fes diye bir giysi yoktur. Çünkü senelerdir kavgasını verdiğimiz ve toplumda ayrışma sebebi yaptığımız meşhur fes bile İslami bir giysi değildir! Eğer Fes, İslami bir giysi olsaydı, bugün şeriatla yönetilen Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde erkeklerin fes giymesi zorunlu olurdu…

DİB Başmüfettişi Abdulkadir Sezgin’in, halen TBMM’de bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu Tasarısı çerçevesinde kaleme almış olduğu makalesinde dile getirdiği başka ilginç görüşleri de bulunmaktadır.  Özellikle, Diyanet tarafından oluşturulan “Tasavvuf Müziği Koroları” ile Kilise Koroları arasında bir benzerlik bulunduğunu, bununla Diyanet’in, kendisine Vatikan’daki yapılanmayı örnek aldığını ima ediyor olması ve hazırlamış oldukları kanun tasarı ile özellikle Diyanet’teki akademisyenlere sağlanan imtiyazlara vurgu yapması son derece önemlidir. İşte makalesinde bulunan o satırlar:

429 sayılı kanunun tanımı ile ‘muamelat-nassa ait’ işlerden olan ‘aile bürosu’, ‘Tasavvuf Müziği korosu’ kurulması, yanında kurum personelinden ‘din öğrenimi’ veya ‘yüksek din öğrenimi’ almış olanlarla (İmam-Hatip dışı)  ‘lise ve dini okul’ ve yüksek öğrenim görmüş olanlar arasında maddi imkanlar bakımından, din öğrenimi görmüş olanlar lehine farklı düzenlemeler Diyanet’in ruhanileştiği iddialarını güçlendirmektedir.

Din öğrenimi gördüğü halde genel idari hizmetler kadrolarında çalışanların, din hizmetleri kadrolarında çalışan arkadaşlarından daha az maaş alması için hazırlanmış tasarı gündemde. Bu tasarı ile yaklaşık Diyanet çalışanlarından %50’si mağdur duruma düşecek. Akademisyenler mi, tasarı onlara sağlanan İMTİYAZLAR da sınır yok”(5).

Abdulkadir Sezgin’in makalesinin tamamından hareketle diyebileceklerimiz ancak şunlar olabilir: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hangi dini anlayış üzerine kurulduğu ve Diyanet’teki din anlayışının değişip değişmediği iddiaları ile “İslamiyât” isimli dergi etrafında kümelenenlerin “tarihsel metin” olarak gördükleri bazı Kur’an ayetlerine inanmak gerekmez deyip demeyeceklerini tartışmak bizi aşar! Ancak bu satırlarda altı çizilen ve bizim de dikkatimizi çeken husus, İlahiyatçılara, özellikle de “İslamiyât” isimli dergi etrafında kümelenen Ankara İlahiyat Fakültesi hocalarına Diyanet’te duyulan tepkinin artık iyiden iyiye ve açıkça dillendiriliyor olmasıdır.

İsmi geçen derginin ileri gelenlerinden Prof. Dr. M.Sait Hatipoğlu’nun, iki dönem öncesine kadar Din İşleri Yüksek Kurulu’nda üye olarak görev yaptığını biliyoruz. Prof. Dr. Hatipoğlu’nun öğrencilerinden ve yine “İslamiyât” isimli dergi çevresinde kümelenen akademisyenlerden Prof. Dr. Mehmet Görmez ve Prof. Dr. M.Emin Özafşar’ın halen Başkan Yardımcısı, Prof. Dr. Bünyamin Erul’un Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi ve TDV Yayın Kurulu Üyesi bulunması,  Prof. Dr. Ali Dere’nin de DİB Dış İlişkiler Dairesi Başkanı olarak görev yapıyor olması, bizim Sayın Abdülkadir Sezgin’in yazısından böyle bir anlam çıkarmamıza sebep olmaktadır. Keza aynı fakülteden Prof. Dr. İbrahim Çalışkan, Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, Prof. Dr. Mualla Selçuk ve Prof. Dr. Şamil Dağcı’nın da yakın geçmişte Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi olarak görev yaptıkları bilinmektedir. DİB. Başmüfettişi Dr. Abdülkadir Sezgin’in akademisyenler hakkındaki kanaatlerinin oluşmasında bu isimlerin de etkili olduğunu sanıyoruz…

8.5.2010

Ömer Sağlam

____________

1-M.Sait Yazıcıoğlu, Diyanet İşleri Başkanı olduktan sonra Prof. olmuştur. Başkanlıktan sonra ise Ankara İlahiyat Fakültesi Dekanlığı ve YÖK Üyeliği yapmıştır. YÖK’ün Türban yasağını fakültesinde en sıkı şekilde uygulayanlardan birisi M.Sait Yazıcıoğlu olmuştur. Öyle ki; onun dekanlığı sırasında Türbanlı öğrencilerin fakülte binasının pencerelerinden atlamak suretiyle sınavlara girdikleri konusunda yaygın rivayetler bulunmaktadır. Ayrıca Diyanet tarafından Kırgızistan’dan getirilerek Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi’nde eğitime tabi tutulan Kırgızistanlı kız öğrenciler de sırf adı geçen fakültedeki türban yasağı yüzünden fakülte binasına sokulmamışlardır. Adı geçenin türban konusundaki yasakçı uygulamaları ve arkasından “Türban sorununu çözmek namus meselemizdir” diyerek yola çıkan AKP’de milletvekili ve bakan olması tam bir çelişki ve takıyye olarak karşımıza çıkmaktadır.

2-Bk. Dr. Abdulkadir Sezgin, “Diyanette Ruhanileşme Yahut Vatikanlaşma Süreci” başlıklı makalesi, (siyah vurgular Sayın Sezgin’e aittir. Alıntının başındaki parantez tarafımızca konulmuştur)

3-Dr. Abdulkadir Sezgin, agm.

5- Dr. Abdulkadir Sezgin, agm.

 DEVAM EDECEK

Bildiğim kadarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı, yakın zamanlara kadar genelde ilahiyatçı bürokratlarla idare edilen bir kuruluş idi. “Genelde” tabirini özellikle kullanıyoruz; çünkü geçmişte çok az da olsa bazı akademisyenlerin kısa sürelerle de olsa Diyanet’te görev yaptıkları biliniyor. Bunlar, daha çok Başkan seviyesinde görev yapmak üzere ve siyasi mülahazalarla dışarıdan atanan insanlardır. Prof. Dr. Süleyman Ateş ve Doç. Dr. M.Sait Yazıcıoğlu bunlardan ikisidir(1). - diyanet

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir