Açılımın Geldiği Nokta ve Başkanlığa Doğru Giden Türkiye
Bir tarafta, büyük ölçüde gizli tanık sıfatıyla kullanılan itirafçı PKK militanlarının beyanlarına ve iddialarına göre şekil aldığı konusunda ciddi iddialar bulunan ve PKK ile mücadelede etkin görev aldıkları bilinen TSK mensuplarını hedef aldığı konusunda çok ciddi emareler bulunan davalar. Bir tarafta Sayın Abdullah Gül’den sonra Cumhurbaşkanı olmayı kafasına koymuş bulunan Başbakan’ı, Yarı Başkan veya Başkan konumuna getirecek şekilde dizayn edilmeye çalışılan anayasa değiştirme operasyonu.
Bir tarafta, Van’da, içlerinde iktidar partisi mensuplarının da bulunduğu olan eylemcilerce yumurta ve taş yağmuruna tutulan CHP lideri Deniz Baykal, diğer yanda Samsun’da almış olduğu yumruklarla burnu kırılan kapatılan DTP lideri Ahmet Türk. Bir tarafta iki de bir yepyeni bir söylem olarak “Devlet Aklı”na seslenen ve devleti tehdit etme cüretinde bulunan Osman Baydemir, diğer tarafta geçtiğimiz günlerde kutlanan Nevruz etkinliklerinde Van’da açılan bir pankart: “İşgalci TC Kürdistan’dan defol!”. İşte size demokratik açılım çalışmalarının geldiği son nokta…
Çeşitli isimlerle emekli ve muvazzaf TSK mensupları aleyhine açılmış bulunan davaların, PKK ile etkin mücadelede bulunmuş bazı isimleri hedef aldığı noktasında ciddi şüpheler bulunduğuna en güzel örnek Emekli Korg. Engin Alan’dır. Çünkü Engin Alan, terörist başını Kenya’dan getiren ekibin komutanıdır. Terör örgütü ile en etkin mücadele, onun özel kuvvetler komutanı olduğu dönemde yapılmıştır. Bu bakımdan adı geçen komutanın, başka bir sebeple de olsa tutuklu olarak yargılanıyor olması, en azından PKK için özel bir anlam taşıyor olmalıdır. Terör örgütünün lider kadrosu, muhtemelen açılmış olan davalarda kendilerine büyük zayiat verdiren askerlerin yargılanmasına kıs kıs gülüyor olmalıdırlar…
Sayın Başbakan, 2011 seçimlerinden sonra aktif siyaseti bırakacağını daha önce deklare etmiş bulunmaktadır. Onun bu taahhüdünü, siyasetten tamamen çekileceği şeklinde anlamamak gerekir. Çünkü Sayın Başbakan, Sayın Gül’den sonra Cumhurbaşkanı olmayı hedeflemektedir. Anayasa Değişiklik Paketi ile yapmak istediği ise büyük ölçüde, Gül sonrası dönemde Cumhurbaşkanı olarak kendisini çok güçlü bir konuma getirme çabasıdır. Zira Anayasa Değişiklik Paketi, cumhurbaşkanına çok büyük yürütme yetkileri içermektedir. Eğer Tayyip Bey’in aklında tıpkı Fransa’daki gibi Yarı Başkanlık veya ABD’deki gibi Başkanlık sistemine geçme niyeti olmasaydı giderayak böyle geniş kapsamlı bir değişiklik paketine gerek duymazdı.
Öte yandan iki dönemdir tek başına iktidarda bulunan AKP’nin, tam sekiz yıl bekledikten sonra, seçimlere çok az bir süre kala cumhurbaşkanının yetkilerini parlamenter demokrasilerde pek fazla görülmeyecek biçimde arttıracak şekilde kapsamlı bir Anayasa Değişikliğine gidiyor olması, gerçekten de çok anlamlıdır. Bunun yegâne anlamı şudur: Sayın Başbakan, bu değişiklik paketini önceki dönemde TBMM gündemine getirip yasalaştırarak Sayın Gül’ün elini siyaseten güçlendirmek istememiştir. O, Sayın Abdullah Gül’ü, “Bizim Cumhurbaşkanı adayımız, Abdullah Gül kardeşimdir” diyerek tek başına aday göstermiş, manevi kardeş sıfatıyla seçtirmiş ve yine bugüne kadar da o nazarla muamele etmiştir. Bu bakımdan ben, Başbakan’ın Abdullah Gül hakkında kullanmış olduğu “Sayın Cumhurbaşkanı” deyimini bile hep “Abdullah Gül kardeşim” olarak algılarım.
Doğrusunu söylemek gerekirse; Sayın Abdullah Gül de, şimdiye kadar başbakana karşı kardeşlik hukukunun dışında başka bir hukukla bakmamış ve hep manevi kardeşliğin gereğini yapmıştır. Yaklaşık 3 yılık dönemde TBMM tarafından gönderilen hiçbir düzenlemeyi ve hükümet tarafından yapılan hiçbir atamayı, şöyle adam akıllı gerekçeler ileri sürerek veto etmemiş, hemen hepsini onaylamıştır. Sayın Gül’ün bu uysal ve hemen her hareketinde Sayın Başbakan’a karşı minnet duyguları kokan görüntüsü, ne yazık ki; kendisini milletin cumhurbaşkanı değil de AKP’nin cumhurbaşkanı pozisyonuna düşürmüştür. Bu itibarladır ki; bana göre Sayın Gül, 87 yıllık cumhuriyet tarihimizde, Merhum Fahri Korutürk’ten sonra en silik ikinci cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmeye namzettir…
***
Geçtiğimiz 12 Nisan günü, kapatılan DTP’nin Genel Başkanı Ahmet Türk’ün Samsun’da yumruklu saldırıya uğraması ve bu saldırıda burnunun kırılması haberini burnumuzun direği sızlayarak izledik. Bu saldırıyı kesinlikle tasvip etmiyorum. Ancak benim tasvip etmediğim başka bir şey daha var. O da Ahmet Türk ve bir kısım BDP’li siyasilerin Samsun’a gidiş sebebidir. Neymiş efendim; Bulanık olaylarına ilişkin davanın görüldüğü duruşmalara katılmak istemişlermiş. Neden katılmak istemişler? Peki, onlar katılmasalardı, hukuk yine tecelli etmeyecek miydi? Elbette edecekti.
Ancak Bulanık Olaylarının ve Samsun’da görülen davanın önemli bir yanı var. Çünkü Samsun’da görülmekte olan davada yargılanan bir anlamda devletin ta kendisidir! Çünkü yargılanan kişiler Geçici Köy Korucusudurlar. Yani bir anlamda devlet memuru olan ve bu sıfatla devletin ellerine silah verdiği kişilerdir. BDP’liler Bulanık’ta “Kepenk Kapatma Eylemi” yapıyorlar ve esnaftan kepenklerini kapatmalarını istiyorlar. Aynı zamanda Geçici Köy Korucusu da olan bazı insanlar bu eyleme katılmıyorlar, yani örgütten yana değil, devletten yana tavır alıyorlar. Vay sen misin kepengini kapatmayan? Adamların dükkânları ve malları saldırıya uğruyor, onlar da mallarını ve canlarını korumak için saldırganların üzerine ateş açıyorlar. Sonuç; adamlar hem yerlerinden ve yurtlarından oluyorlar, hem de işlerini ve mallarını kaybediyorlar. Üstelik lehine tavır aldıkları devlet otoritesi tarafından tutuklanıp hapse atılıyorlar. İşte Samsun’da görülmekte olan dava bu davadır ve bu davada yargılanan tam anlamıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Ahmet Türk ve arkadaşları ise, bir anlamda mahkemeyi devlet aleyhinde hüküm vermesi için etkilemek üzere Samsun’a gitmiş gözüküyorlar…
Samsun’a gidiş amaçları ne olursa olsun, hatta bizzat kendileri itiraf ettikleri gibi; Ahmet Türk ve arkadaşları, terörist başı Abdullah Öcalan’ın vermiş olduğu talimat ve onun çizmiş olduğu yol haritasına göre siyaset yapmış da olsalar, Ahmet Türk’e yapılan saldırıyı asla hoş göremeyiz. Zira bu tür eylemler, devlet otoritesinin zafiyeti olarak görülür. Devleti zaaf içinde göstermeye ise hiç kimsenin hakkı yoktur.
Öte yandan benim anlam veremediğim önemli bir nokta daha var: O da iktidar partisi yöneticilerinin, daha açık tabirle devlet gemisinin dümeninde oturanların takınmış olduğu tutumdur. İktidar partisi, Van’da saldırıya uğrayan CHP Lideri Deniz Baykal’a yapılan saldırılar karşısında sessiz kalmayı, hatta inkâr etmeyi yeğlerken, Ahmet Türk’e yapılan saldırı karşısında telaşa düşüp canhıraş bir çabanın içine girmişlerdir. Zira medyadan takip edebildiğim kadarıyla, Bülent Arınç’tan Beşir Atalay’a varıncaya kadar birçok bakan Ahmet Türk’e geçmiş olsun kuyruğuna girmiş, Başbakan ise ABD’den birkaç kere “Geçmiş Olsun” telefonu etmiştir. Eskiden Komünist ve Marksist olarak prim yapan, şimdilerde ise barış, demokrasi ve insan hakları havarisi kesilen sözüm ona itibarlı liboş köşe yazarları ise, Ahmet Türk’e yapılan saldırıyı alabildiğine kınadıkları halde, Bulanık olaylarının iç yüzünü araştırma gereği bile duymamışlardır. Hatta onlar, Sayın Yılmaz Özdil gibi aklı başında ve tarafsız yorumlar yapan bazı gazetecileri de hedef tahtasına oturtmakta hiçbir beis görmemişlerdir.
Şimdi bu liboşlar ve Ahmet Türk’e geçmiş olsun kuyruğuna giren barış ve demokrasi savunucuları, 14 Nisan’da Eruh’ta, 15 Nisan’da Kozluk’ta ve 17 Nisan’da Samsun’da Güvenlik görevlilerimize karşı girişilen hain saldırılar karşısında acaba neler diyecekler? Acaba onlar, devletin itibarını ve bekasını koruma uğruna yetim kalan evlatlarla, evlatsız kalan ana-babaların ve eşlerini yitiren kadınlarımızın yüzlerine hangi yüzle bakacaklar? Doğrusu bu sorulara verecekleri cevapları çok merak ediyorum.
Van’da Deniz Baykal’a yapılan saldırılar karşısında kılını bile kıpırdatmayan siyasilerin, Samsun’daki saldırıdan sonra İl Emniyet Müdürü ve yardımcılarını görevden almaları da bir hayli anlamlı olmuştur! Oysa yapılacak şey, Van Emniyet Müdürü’nün de derhal görevden alınması olmalıydı. Bu takdirde hiç kimse, Samsun Emniyet Müdürü ve yardımcılarının görevden alınmasını BDP’nin baskısı ve tehdidi olarak algılamaz, herkes bunu devleti zaafa düşürenlerin istisnasız cezalandırılması olarak yorumlardı.
Büyük devlet odur ki; bütün vatandaşlarına eşit mesafede durur ve aynı suçu işleyenlere aynı cezayı verir…
18 Nisan 2010
Ömer Sağlam
Bir yanıt yazın