Çalıytayların gediklisi ve açılımların yılmaz savunucusu olmakla AKP hükümetinin akıl hocalarından birisi olduğu anlaşılan Zaman Gazetesi Yazarı Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne “Bize Nizamı Cedit Ordusu Lâzım” başlıklı yazısında Padişah III. Selim tarafından kurulan Nizamı Cedit Ordusu’nun başarılarını öve öve bitiremiyordu. Türköne’ye göre Akka Kalesi önlerinde Napolyon Bonapart’ı hezimete uğratan da Nizamı Cedit Ordusu’ydu. Ona göre; Nizamı Cedit Ordusu’nun bu başarıları, Yeniçerilerin gadrine uğradı ve Kabakçı Mustafa nam bir başı bozuk ve düzenbazın başını çektiği bir ayaklanma ile dağıtıldı. M.Türköne bahse konu yazısını şöyle bağlıyordu:
“Türk askerinin şerefini, ülkemizin güvenliğini, Türkiye’nin birliğini, halkın hukukunu, devletin bekasını koruyabilmek için bu ‘kurumsal yapı’ya son vermemiz ve yeni bir ordu kurmamız lâzım. Bizim bir Nizam-ı Cedit ordusuna ihtiyacımız var.”(1)
Prof. Türköne aynı konuyu, “Yeni bir ordu kurmak” başlıklı yazısında da işliyor ve şöyle diyordu: “Yeni bir ordu kurmak, çağın ihtiyaçlarına ve ülkenin çıkarlarına uygun köklü bir dış güvenlik reformuna girişmek demek. Komutanların siyaset hırsına bu ülkenin birliğini, dirliğini ve refahını neden feda edelim? Evet neden? Mevcut komuta kademesini tasfiye edince, yeni orduyu kiminle kuracağız? diye soranlara cevabı yine tarihten verelim. Ankara’da yeni orduyu kuran komutanların -Atatürk dahil- rütbesi neydi?”(2)
Anlaşılacağı üzere; Mümtaz’er Türköne “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” çerçevesinde yazmış olduğu bu yazılarda siyasete müdahale etmeyi gelenek haline getirmiş TSK’nin toptan lağvedilmesini, yaşlı generallerin ordudan temizlenmesini ve genç subaylarla yeni bir ordu teşkilini savunuyordu. “Genç subaylarla yeni bir ordu kurulup yönetilemez” diyenlere de Milli Mücadele’yi yürüten orduyu kuranları örnek veriyordu.
Daha önce de yazmış olduğumuz gibi; M.Türköne’nin unuttuğu bir şey vardı: Enver Paşa da tıpkı Mümtaz’er Türköne gibi düşünerek “yaşlı” ve “siyasete karıştıkları” gerekçesiyle tecrübeli generalleri bir bir emekliye sevk ederek yerlerine genç subayları atamış, ancak bu genç subayların yönetimindeki Osmanlı Ordusu hemen her cephede yenilmiştir.
Sarıkamış yenilgisinin sebebi nedir biliyor musunuz? Harekâta karşı çıkan yaşlı ve tecrübeli(aynı zamanda Harp Okulu’ndan Enver Paşa’nın hocası da olan) Hasan İzzet Paşa’nın 3. Ordu kumandanlığından alınarak yerine yarbaylıktan albaylığa yeni terfi ettirilen genç ve tecrübesiz Hafız Hakkı Paşa’nın atanmış olmasıdır. Görünürde 3. Ordu kumandanlığına Enver Paşa’nın vekalet etmesine karşılık, harekât, büyük oranda genç ve tecrübesiz Hafız Hakkı Paşa’nın yanlış planları üzerine kurgulanmış, sonunda da yenilgi kaçınılmaz olmuştur.
Akka Kalesi önlerinde Napolyon’un ordularını yenilgiye uğratan ise III. Selim’in Nizam-ı Cedit Ordusu’nun mahareti değil, büyük oranda, yaşı yetmişleri çoktan geçmiş durumdaki Alaylı Osmanlı Paşası Cezzar Ahmet Paşa’nın üstün dirayeti, askeri sevk ve idaredeki üstün kabiliyeti ile Osmanlı Donanması’nın denizden yapmış olduğu kuşatmadır. Milli Mücadele’yi yürüten ordunun hangi şartlarda ve kimler tarafından kurulduğunu ise herkes gayet iyi bilmektedir. Milli Mücadele’yi zaferle sonuçlandıran sebeplerden birisi yeni kurulan ordunun düzen ve disiplini ise de asıl sebep Türk Milleti’nin özgürlük aşkı ve zafer azmidir. Kısaca Mustafa Kemal Paşa’nın da dediği gibi milletin mukadderatını kurtaran yine milletin iradesidir. Yeni orduyu kuranların hemen tamamının, savaş tecrübesi de olan Osmanlı yetiştirmesi subaylar olduğu, arkalarında yaşlı subayların biriktirdiği askeri tecrübe olduğu asla unutulmamalıdır. Yoksa Milli Mücadele’yi birkaç yılda oluşturan yeni ordunun kazandığı iddiası, büyük ölçüde fasafisodan ibarettir. Çünkü bu ordu, Türk Milleti’nin binlerce yıllık askeri dehasından imbiklenerek kurulmuş bir ordu idi ve perde arkasında hep tecrübeli generaller rol oynamıştır. Mustafa Kemal’i Erzurum’da karşılayan 15. Kolordu, herhalde Kâzım Karabekir tarafından yeni kurulmuş bir kolordu değildi…
Dolayısıyla M.Türköne’nin vermiş olduğu örnekler yanlıştır ve birer saptırmadan ibarettir. Mümtaz’er Türköne gibi sözde bir bilim adamının bu yanlış örneklerden hareketle haddinden büyük tekliflerde bulunması ve bu tekliflerin ne yazık ki hükümet kanadında kabul görmesi ise ülkemiz adına büyük bir talihsizliktir. Öte yandan M.Türköne’yi, TSK’yi toptan lağvedecek düşüncelere iten “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” , “Kafes Eylem Planı” ve “Bülent Arınç’a yönelik suikast planı” gibi sözde plan ve eylemlerin de en azından şimdilik birer komplo teorisinden ibaret olduğu da ortadadır. Çünkü sözde “İrtica ile mücadele eylem planı” nı hazırladığı ileri sürülen Dnz. Kur. Albay Dursun Çiçek halen muvazzaf subay olarak görevinin başındadır. Adı geçen, birkaç gün önceki TV. haberlerinde hakkındaki söylenenlerin tamamının, “Yalan ve palavra” olduğunu söyledikten sonra “Bir albay hükümet mi devirebilirmiş?” şeklindeki, Türkiye’de pek çok insanın sorduğu, o bildik soruyu sormuştur. Ayrıca, “Bülent Arınç’a yönelik suikast planı” nı ihbar eden telefonun da yurtdışında ve okyanus ötesinde bulunduğuna ilişkin haberler var medyada(3). Emniyetin ele geçirdiği krokinin ise bozulan bir bilgisayarı tamir ettirmek için bir astsubay tarafından bilgisayar tamircisini tarif etmek için gelişigüzel çizilerek görevli askere verildiğine ilişkin bilgiler var gazetelerde. Bütün bunlar, TSK’nin planlı olarak yıpratıldığına, milletin de boş yere oyalandığına ilişkin ciddi ipuçları vermektedir aslında.
Her nedense darbe ve suikast planları çerçevesinde tutuklanan ya da sorgulanan askerler genelde genç subaylardan oluşmaktadır. Söz konusu planların içinde hiçbir generalin adı geçmemektedir. Oysa bugüne kadar Türkiye’de genç subaylarca planlanıp gerçekleştirilmiş hiçbir darbe yoktur. Buna belki de bütün Türk Tarihi boyunca cüret eden tek kişi 1962 ve 1963 yıllarında üst üste iki kez ayaklanan Albay Talat Aydemir olmuştur. O da başarılı olamayıp 1964 yılında yağlı ilmekte canını vermek durumunda kalmıştır. Ergenekon kapsamında sorgulanan ve yargılanan generallerin ise tamamı emekli subaylardan oluşmaktadır. Türk tarihinde emekli olduktan sonra darbe yapmış bir generale de rastlanmaz. Çünkü hem darbe ciddi bir iştir, hem de Türkiye başçavuşların bile darbe yapabildiği bir Afrika ülkesi değil, köklü bir devlettir.
Öte yandan artık TSK’da en azından silaha başvurarak darbe yapma dönemi 12 Eylül 1980 darbesiyle, yazılı muhtıra verme dönemi 12 Mart 1971 muhtırasıyla çoktan kapanmış bulunmaktadır. 28 Şubat 1997 günü yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Sayın Necmettin Erbakan, eğer Sayın Erdoğan’ın 27 Nisan 2007 E-Muhtırası karşısında göstermiş olduğu dirayeti gösterebilmiş olsaydı inanıyorum ki 28 Şubat Post Modern Darbesi diye bir darbe de yaşanmazdı bu ülkede. Böylece General Çevik Bir’ler ve General Erol Özkasnak’lar “Post Modern darbe yapmakla” ve “Demokrasiye balans ayarı yapmakla” övünemezler, böylece General İlker Başbuğ’un tabiriyle bugün TSK’ne karşı yöneltilen asimetrik savaş da bazı kesimlerce “28 Şubat’ın intikamı alınmak isteniyor” şeklinde yorumlanma durumunda kalmazdı.
Kamuoyuna yansıyan ve medyada yerini bulan haberlere göre; hükümet Emniyet ve Mit’e de ağır silah ithal izni vermek için kanuni düzenleme yapmak üzeredir. Ayrıca ülke sınırlarının, AB uyum yasaları çerçevesinde çıkarılacak bir kanunla yeni oluşturulacak ve İç İşleri Bakanlığı’na bağlı olacak 50.000 kişilik sivil bir güçle korunacağı belirtilmektedir. Yine İç İşleri Bakanlığı’na bağlı olarak Kamu Güvenliği Müsteşarlığı adı altında yeni bir güvenlik biriminin oluşturulacağı söylenmektedir. Bütün bunların üzerine bir de Sivil Hakim tarafından TSK’nin en gizli birimi olan Kozmik Odalarda yapılan aramaları ekleyince, insanın aklına Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne’nin yapmış olduğu önerilerin hükümet çevrelerinde kabul görmekte olduğu gibi bir izlenim doğmaktadır. Yani hükümet galiba şu Nizamı Cedit Ordusu’nu ciddi ciddi düşünüyor gibi.
Polis ve jandarma marifetiyle iç güvenlik zaten kendi yetkisinde olan İç İşleri Bakanlığı, sınır güvenliğini sağlayacak 50.000 kişilik sivil güç ve kamu Güvenliği Müsteşarlığı da kendisine bağlanınca TSK’den çok daha güçlü hale gelecektir. Üstelik İç İşleri Bakanlığı’na ağır silah ithal etme yetkisi de verilecektir. Hakkari’de sokak göstericilerine teslim olarak, Diyarbakır’da göstericiler tarafından linç edilmekten yine merhamete gelen göstericiler tarafından kurtarılarak yüreklerimizi dağlayan polis, ithal edilecek bu ağır silahları sokak göstericilerine karşı kullanamayacağına göre acaba kime karşı kullanacaktır? Dolayısıyla Emniyet’e ve MİT’e ağır silah ithal izni verecek kanun yeni bir ordu teşkilinin işaret fişeği gibi gözükmektedir.
Suudi Madalyası’nın Bedeli İsrail Çuvalı mıdır?
Hükümet “komşularla sıfır sorun” anlayışıyla hareket ettiğine ve yakın gelecekte ufukta Türkiye’nin girmek zorunda kalacağı geniş çaplı bir savaş da görünmediğine göre, bu durumda hükümet iç ve dış güvenlik (sınır güvenliği) hizmetlerinden yalıtılmış TSK’ni acaba hangi hizmette değerlendirecektir? Bu şartlarda bizim aklımıza TSK’nin yetki ve görev alanına giren iki alan geliyor: Birisi Afganistan, diğeri de Kuzey Irak! Hadi bilemediniz bir üçüncüsü de Lübnan ve Filistin olsun. Peki, sizce bundan sonra TSK hangi görev ve hizmetleri yerine getirecektir? Türk Milleti’nin bağrından çıkmış ve onun çelikleşmiş iradesi olan TSK’ni sıradan bir lejyonerler ordusu durumuna getirmeye kimin ne hakkı vardır?
Bakın bugün, küçücük İsrail bile senin büyükelçini çağırıp hücre benzeri bir odada hakarete maruz bırakıyorsa bunun sebebi TSK’nin yıpratılıp zayıflatılması, hazinenin de boşaltılarak Türkiye’nin IMF’e ve diğer Uluslar arası Finans Kuruluşları’na avuç açar vaziyete getirilmiş olmasıdır. Eğer TSK, yıpratılmamış, hazine de ağzına kadar dolu olsaydı şu küçücük İsrail, senin büyükelçine dünkü çirkin muameleyi nah yapardı. Şimon Peres’e “One minute” çekmek, olur olmadık her ortamda İsrail’e veryansın etmek, Suriye, Libya ve Lübnan ile vizeleri kaldırmak ve daha da önemlisi Suudi Arabistan Kralı Abdullah’a Devlet Şeref Madalyası vermek suretiyle 200 bin dolarlık Faysal Ödülü’nü kazanmış olabilirsiniz. Ancak bu madalyanın maliyeti esasında bir haydut devlet olan İsrail tarafından çuvallanmak olmamalıdır. Zira anlaşıldı ki; 200 bin DOLAR’lık Suudi Faysal Ödülü’nün bedeli, değeri 1 ŞEKEL bile etmeyen bir İsrail çuvalıymış!
Evet, önceki gün (11 Ocak 2010) itibarıyla 60 yıllık devlet geçmişi olan İsrail, binlerce yıllık devlet geçmişi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin başına çuval geçirmiş bulunmaktadır. Ki; bu çuval, 4 Temmuz 2003 günü Süleymaniye’de ABD tarafından başımıza geçirilen çuvaldan kesinlikle çok daha vahimdir. İsrail’in resmen özür dilemesi filan yetmez. Ömer Seyfettin’in “Pembe İncili Kaftan” isimli hikâyesinde anlatmış olduğu Türk Sefiri Muhsin Çelebi’nin Haşmetli İran Şahı’na karşı sergilemiş olduğu haysiyetli tavrı, kıytırık İsrail Devleti’nin kıytırık Dışişleri Bakan Yardımcısı karşısında sergileyemeyen Büyükelçi Oğuz Çelikkol derhal Ankara’ya çağrılmalı ve pasifize edilmelidir. Gerekirse hakkında soruşturma başlatılmalıdır. Zira uluslararası arenada bu devleti küçük düşürmeye ve bu milleti utandırmaya hiç kimsenin hakkı ve yetkisi yoktur. Neymiş efendim “Sayın büyükelçi İbranice bilmiyormuş”. Bilseydi efendim. Madem bilmiyordu, neden gitti/gönderildi Tel Aviv’e…
13 Ocak 2010
Ömer Sağlam
1- Zaman Gazetesi, 29 Ekim 2009
2- Zaman Gazetesi, 1 Kasım 2009
3- Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı önce “İhbar telefonu sistemimizde kayıtlı değil” diyerek yurtdışını işaret etti. Bunun üzerine söz konusu telefonun ABD’de bulunduğu iddia edilerek dikkatler Fethullah Gülen Cemaati üzerinde yoğunlaştırıldı. Hatta Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç, bu istikamette açıklamalar yaptı. Ancak birkaç gün önce Hürriyet Gazetesi’nden öğrendik ki; suikast ihbarının yapıldığı 0312 1230606 nolu telefon Ankara’da faaliyet gösteren bir Türk Telekom Bayii’ne ait telefonmuş. Peki; TİB bu olayı başlangıçta neden maniple etme gereği duydu. Acaba bir senaryo olan suikast planındaki ihbarcının ortaya çıkmasını mı istemiyordu? Bana göre Türkiye Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Abdüllatif Şener’in iddiaları ve Sincan Ağır Ceza Hakimi Osman Kaçmaz’ın arama talebi gerçekten de incelenmeye değerdir. Ne demişti Sayın Şener “TİB’de, en alttaki hizmetliden en tepedeki başkana varıncaya kadar bütün personel bizzat Sayın Başbakan tarafından atanmıştır ve direk kendisine bağlıdır. Ben bile dinleniyorum…”. Ancak pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da medyanın yapmış olduğu karartmayı ve yönlendirmeyi de göz ardı etmemek gerekir. Kimisi diyor bu telefon Yenimahalle ilçesi sınırları içinde, kimisi diyor Çankaya’da. Keçiören’de diyenler de var(bkz. 13 Ocak 2010 tarihli Milliyet, “Arınç İhbarı Keçiören’den” başlıklı ve Tolga Şardan imzalı ilk sayfa haberi. Eğer Milliyet’in haberi doğruysa, muhbir Başbakan’ın evinin civarlarında bir yerlerden aramış polisi)
Bir yanıt yazın