300 UYGUR TÜRKÜ TÜRKİYE’YE GETİRİLSİN; 2.BORALTAN FACİASI YAŞANMASIN

300 UYGUR TÜRKÜ TÜRKİYE’YE GETİRİLSİN 2.BORALTAN FACİASI YAŞANMASIN

Tayland’da  mülteci olarak bulunan 300  Uygur  Türkü  Acilen Türkiye’ye  getirilmeli, Türk  olmayan Ezidi Kürt, Suriyeli  Arap.. birçok  topluluğa   kapılarını açan Türkiye On binlerce imzaya rağmen kendi kanından olan   Tayland’da  mülteci hayatı  yaşayıp  Çin’e  iadeyle yüz yüze olan Uygur Türklerine sahip çıkmalı, 2. Boraltan faciasının yaşanmasına izin vermemelidir.

Boraltan  Faciası,  Dünya Türklüğün  hafızalarında   kapanması  zor yaralar açmış bir faciadır. Bu facianın yaşandığı yıllar  Milli şef ismet İnönü dönemidir. Olay İkinci Dünya Savaşı sırasında Stalin yönetiminin acımasız baskılarına dayanamayan bir grup Azeri Türk’ü, “öz kardeş” saydıkları Türkiye’ye sığınmaya karar verip yola çıkıyorlar. Orada uğradıkları baskınlar sebebiyle arkaları sıra mezar taşlarından izler bırakarak, nihayet Aras Nehri’nin üzerinde bulunan Boraltan Köprüsü’nü (Iğdır) geçiyorlar ve Türk sınır karakoluna sığınıyorlar.

Artık kurtulduklarını, özgürlüğe kavuştuklarını düşünen 146 Azeri Türk’ü son derece mutludur, sevinçlidir.

Karakoldaki Mehmetçikler, başka Karakol Komutanı olmak üzere, Azeri kardeşlerini bağırlarına basıyor, ekmeklerini onlarla bölüşüyor, yataklarını ikram ediyorlar. 146 soydaşın hayatlarını kurtardıklarını düşünerek onlar da mutlu oluyor.

Sevinmekte acele ettikleri kısa bir süre sonra anlaşılıyor. Zira Karakol Komutanı’nın üstlerine yazdığı mektuba gelen şifreli cevap, tamı tamına bir “kara haber”dir:

“Karakolunuza sığınan Azerileri derhal Sovyet yetkililerine teslim edin!”

Komutan bu işte bir yanlışlık olduğunu düşünüyor. İnsan, öldürüleceğini bile bile kardeşini düşmana teslim eder mi? Buna vicdan dayanabilir mi?

Daha tafsilatlı olarak durumu bir kez daha bildiriyor, fakat gelen cevap aynıdır:

“Derhal teslim edin!”

Hâlâ inanamıyorlar. Ama Ankara’nın emri kesindir. Karakol Komutanı’nın ve karakoldaki askerlerin tüm itirazları, Azerilerin tüm yalvarışları, Ankara’daki sağır sultanları yumuşatamıyor: “Derhal teslim edin, yoksa vatana ihanetle yargılanacaksınız.”

Hangisi “vatana ihanet” acaba?.. Mazlum insanları ölüme göndermek mi, yoksa göndermemek mi? Azerilerin lideri Karakol Komutanı’na yalvarıyor:

“Bizi siz kurşuna dizin, ama Moskof’a teslim etmeyin. Öleceksek, ay yıldızlı bayrağımızın dalgalandığı Anadolu topraklarında ölelim.”

Komutan ağlıyor, askerler ağlıyor, Azeriler ağlıyor. Ankara’daki yöneticiler ise, Stalin’le aralarında bir pürüz olmaması için soydaşlarını kurban etmeye çoktan karar vermişlerdir.

Kendisine “Milli Şef” dedirten ve kendisini “Milli kahraman” ilân ettiren İsmet İnönü ise şöyle buyurmuştur: “Sovyetler Birliği ile aramızda bir pürüz istemiyorum. Bir daha böyle küçük meselelerle beni meşgul etmeyin.”

146 kardeşin göz göre göre, hem de en kalleş biçimde, sırf Stalin’in otoritesini sarsmamak için ölüme gönderilmesi “küçük mesele” ise “büyük mesele” nedir? Ne pahasına olursa olsun, iktidarda kalmak mı?

Hiçbir şey Ankara’yı kararından döndüremiyor. Çaresiz kalan Karakol Komutanı, “Bizi siz kurşuna dizin” diye yalvararak ağlayan 146 Azeri’yi gözyaşları içinde Kızılordu görevlilerine teslim ediyor.

Boraltan Köprüsü’nün bir ucu Türk toprağında, bir ucu Sovyet toprağındadır. Azeri kafilesi, Boraltan Köprüsü’nü yarıladıkları sırada, karşıdan yaylım ateşe tutuluyorlar. Buna rağmen, çoğunun son sözleri, “Yaşasın Türkiye” oluyor. Hepsi ölüyor.

Yıllar sonra Azeri şair Elmas Yıldırım, bir zamanlar Boraltan Köprüsü’nde yaşanan derin acıyı “Dönek Kardaş” isimli şiirinde şöyle dillendirecektir:

“Bizi siz öldürün, vermeyin Rus’a,

“Yakışmaz Türklüğe, sığmaz namusa.

“Vahşete göz yumup silkmeyin omuz,

“Bizi siz öldürün, varsa suçumuz.

“Men ne diyem o vefasız dağlara,

“Öz gardaşı dönek olan ağlara.”

Kızıl Orduya teslim edilen sığınmacıların hali, Türkiye tarafından dürbünle seyredenlerin ifadesine göre şöyle cereyan etmiştir ;

“Sovyet askerleri, etraflarını sardılar. Düz bir çayırlığa götürdüler. Gümrü tarafından bir otomobil geldi. Arabadan iki adam indi. Gençleri toplayıp, ellerini kollarını sallayarak bir şeyler konuştular. Ama ne konuştukları bilinmiyor. Yarım saatlik bir konuşmanın ardından Gümrü tarafından üç tank çıktı. Hepsini üç sıraya dizdiler. Sadece iki kadını ayırıp otomobil ile gönderdiler. Tanklarla sıra başlarından gençleri acımadan ezmeye başladılar. Kaçmaya çalışanları askerler süngüleyip tankların altına atıyordu. Onları oracıkta katlettiler.”

Bu hadise Azerbaycan  Türkleri arasında derin üzüntüye yol açtı. Anavatan deyip sığındıkları  ülkeden çıkartılarak Kızıl Ordunun süngü ve paletleri altında can vermeleri gönüllerde, bu güne kadar  silinmez yaralar açtı. Halk mülteci Azeri ‘kardaşları’nı bağırlarına basmıştı ama Çankaya’da oturan sözde Türkçü zatın şu demeci Balkanlardan Kafkasya’ya kadar hemen her Türk’ü sersemletmişti:

“Misak-ı Milli hudutları dışında Türk unsuru kabul etmiyoruz!”

Ne anlama geliyordu bu tuhaf söz? Yoksa “Yurtta sulh, cihanda sulh”ün aynı zatın kafasındaki anlamı, ‘Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür, dışındakilerin canları cehenneme’ gibi tasfiyeci bir denklem miydi?

Buna benzer bir faciada Balkanlarda yaşanmıştır. Makedonya’da (eski deyişle Yugoslavya’da) geçmiştir.

Üsküplü Müslüman Türkler, haklarını korumak üzere 1945’te bir direniş örgütü kurarlar. Yücelciler adını alan örgütün hikayesi ve hakkındaki bilgi sayesinde ulaştığımız Mehmed Ardıcı’nın “Yücelciler 1947” adını taşıyan değerli hatıratından başka bir vesileyle bahsetmek isterim. Ancak bugün Makedonya’daki haklarımızı korumak için kurulan ve Üsküp Başkonsolosumuz Emin Vefa Gerçek’in de haberdar ve bağlantı halinde olduğu bu örgüte yapılan ihanete dikkatinizi çekmek istiyorum.

Ardıcı, Nazi kamplarında ölenlere ağlayan aydınlarımıza, burunlarının dibinde, Makedonya’da bunca Müslüman’ın boğazlanması karşısında neden kıllarını kıpırdatmadıklarını soruyor haklı olarak. “Yarınki Balkanlarda siyasî haritayı değiştirebilecek güç sıfıra indirilirken sizler de göz yumdunuz” diyor.

Üsküp Konsolosumuzla irtibat halinde örgütlenen Yücelciler ihbar edilir ve yakalanıp işkence altında sorgulanırlar. Hücresinde şu yakıcı cümleler dökülür yazarın ağzından: “Bizler, yıktırılmış bir cihan devletinin kabul edilmemiş bir mirasıyız. Şimdiye dek namuslu kalabilmişsek Osmanlılığımıza borçluyuz. Kurtuluş ümidimi geri getiren işte bu.”

Türkiye’den ses yoktur.

Mahkemeden 4 idam kararı çıkar, 2-20 yıl arasında çeşitli hapis cezaları.. Makedonyalı Türkler kararlara Türkiye’nin tepkisini beklemektedir. Türkiye’den yine ses yoktur.

Arkadaşları Şuayip, Ali, Nazmi ve Adem idam edilirler. Yine ses yok.

Oysa teşkilat kurulurken kendilerine “Nüveyi oluşturun. Talimatlarımızı tatbik edecek, bilgi alabileceğimiz bir grubun varlığını bilmek istiyoruz” diye haber yollayan da Türk Konsolosudur. Bunun anlamı, “Ben sizi tanımıyorum, siz de beni” repliğidir.

Mehmed Ardıcı’nın şu sözlerini içimiz yanarak okuyoruz:

“Açıkça söylüyorum: Türkiye’nin kulaklarını tıkayarak oturması ne acıdır ki, devrin siyasi liderinden sadır olan ‘Misak-ı Milli hudutlarının dışında Türk unsuru kabul etmiyoruz’ kelamı, karşımızdakilerin teşvik görmesi, aferinleri manasındadır.”

Makedonya’daki Türklere önce umut verilip sonra temizlenmesine ses çıkarılmaması olayı tek değil ki. Boraltan faciası ile aynı yılda, Romanya’ya iltica etmiş olan 20-30 bin civarındaki Kırım Tatarının Türkiye’ye sığınma talebine ret cevabı veren de aynı İsmet Paşa zihniyeti değil miydi?

Bugün   Tayland’da mülteci  olan  Uygur Türkleri  2. Boraltan  faciasıyla  karşı karşıyadır.  Eğer Çine iade  edilirlerse  Boraltan  faciasındaki gibi  idam edilecekler,Peki  Boraltan  faciasından dolayı  Milli  şef   İnönü dönemini eleştiren AKP  hükümeti,milli şef İnönü’yle aynı konuma düşecektir  zaten  AKP  hükümeti  Irakta  Türkmenleri   Türkmen   katili Barzani  ve   IŞİD’in zulmüne  terk etmişdi.

Yücel TANAY


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir