Sözlüklerimiz, “Millet” kavramını, “çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan; aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu-ulus” olarak tarif ediyorlar(1).
Bu anlamda Kürtlerin millet olmadıkları, daha doğrusu milletleşme sürecini henüz tamamlayamamış bir topluluk olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Zira Kürtlerin başlı başına bir ortak tarihlerinin, ortak kültürlerinin ve ortak dillerinin olduğunu hiç kimse iddia edemez. Ortak vatan ise zaten bulunmuyor. Ortak tarihin, ortak kültürün, ortak medeniyetin ve ortak dilin varlığını ortaya koyacak olan şey, eser ve belgelerdir. Peki, bu anlamda Kürtlerin ortaya koydukları başlı başına bir eser var mı? Kurmançi lehçesiyle yazılmış “Mem û Zîn” gibi birkaç eser dışında olduğu da pek söylenemez.
Öte yandan Kürtçe denilen dilin, Türkçe, Arapça, Farsça, Ermenice ve bölgedeki bazı yerel dillerden devşirilen kelimelerle oluşturulmuş salata bir dil olduğu de su götürmez bir gerçektir. Şaşılacak şey ise 19. yüzyılın sonlarında hazırlanan Kürtçe bir lügatta bulunan 8378 kelimeden 3080’inin Türkçe, 2000’inin Arapça, 1030’unun da Farsça olduğudur(2).
Ayrıca Kürtlerin, bugüne kadar, bilim çevrelerince şeksiz ve şüphesiz bir şekilde kabul edilebilecek tarzda kurdukları herhangi bir devletin bulunmuyor olması da, bu halkın henüz milletleşme sürecini tamamlayamayan, aşiret ve kabile hayatına bağlı bir şekilde varlığını devam ettiren bir etnik unsur olduğu sonucuna götürür bizi. Karduk ve Eyyubiler’in Kürt kimlikli devletler olduğu iddiaları ise tamamıyla birer safsatadan ibarettir! …
İtiraf etmeliyim ki; bu konuya ilgi duymama, Sayın Yrd. Doç. Dr. Mustafa Aksoy ve Sayın Prof. Dr. M. Saffet Sarıkaya sebep oldular. Daha doğrusu bu iki bilim adamının yazılarında kaynak olarak kullandıkları bir eser; Şerefname. Zira gerek Sayın Aksoy’un 28 Aralık 2007 günü yayına verilen “Kürtler hakkında Mitolojik Teoriler ve yalman paşa Gibilerin Cehaleti” başlıklı yazısı, gerekse M. Safet Sarıkaya’nın 6 Ocak 2008 günü yayına verilen ve Sayın Aksoy’un yazısına da atıfta bulunduğu “Kürtlerin Menşei, Yezîdîler ve Tahtacılar Üzerine Bazı Notlar” başlıklı yazısında, diğer birçok kaynağa ilave olarak Şeref Han Bitlîsî tarafından telif olunan Şerefname’ye de sık sık başvuruluyordu. Söz konusu yazılarda Şerefname’deki bilgilerden hareketle vurgu yapılan ortak konulardan birisi de Türk Hakanı Oğuz Han tarafından Hz. Muhammed’e bir elçilik heyeti gönderildiği ve bu heyetin içinde bazı Kürt unsurlarının da bulunduğu idi. İşte bu konu, benim az çok bilgi sahibi olduğum ve ilgi alanıma giren bir konu idi ve bu konuya ilgisiz kalmamam gerektiğini düşünerek balıklama atladım konunun üstüne. İnşallah bu hususta pot kırıp bir yanlış yapmış olmamışımdır!
Sayın Prof. Dr. M. Saffet Sarıkaya, yukarıda bahsi geçen yazısının girişinde her ne kadar “Burada ne medyadaki ilgili polemiklere katılacağım ne de Kürt kelimesinin etimoloji ve tarihçesiyle ilgili tahlil teşebbüsüne girişeceğim. Başlıkta görülen üç farklı zümrenin birbirleriyle çakıştıkları bazı bilgi notları sunacağım.” demiş olsa da, biz mevzua yine de onun yazısından hareketle dalış yapmaya çalışacağız(3). Ancak öncelikle söylememiz gerekirse; bizim de polemik yapmak gibi bir niyetimiz yok. Sayın Profesörün yazısını sadece bize ışık tutması ve yazımızın çerçevesinin oluşturulmasında bize yol göstermesi açısından ele alacağız. Yoksa, hocalarla polemiğe girmek, haddimize değil…
***
Türklerin, miladi 4. yüzyıldan itibaren Anadolu’da ve Orta Doğuda görüldükleri kesindir (4). İstemi Han ile birlikte başlangıçta Yabguluk, daha sonra bağımsız devlet olarak hüküm süren ve M. 552-630 yılları arasında ayakta kalan Batı Gök Türklerinin tarihi İpek Yolu’nu ele geçirmek maksadıyla Bizanslılar ve Sasanilerle sürekli rekabet ve savaş halinde oldukları da bilinmektedir. İşte bu bilgiler, Türk-Arap ilişkilerinin geçmişini, en azından Hunlar’a kadar götürmektedir. Hunlara kadar uzanan ilişkilerin, Hz. Peygamber devrinde de devam ettiği kesindir ki; Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı’nın bir çok eserinde Hz. Peygamber’in yakın çevresinde Türklerin bulunduğundan, bu bakımdan Hz.Peygamber’in Türkler hakkında bir çok hadis söylediğinden(5) hatta Hz. Peygamber’in, sefer esnasında “Kubbet’üt Türk” adı verilen bir Türk Çadırı’nı kullandığından ve Türk yapımı bir zırh kuşandığından bahsedilmektedir. Bunlara ilave olarak İslam’ın ilk kadın şehidi olan Sümeyye (R.A)’nın da bir Türk kızı olduğu ve klasik kaynaklarda asıl adının Türkçe “Pamuk” anlamına gelen “Yamih” ya da “Pamih” şeklinde geçtiği belirtilmektedir. Yani, Zekeriya Kitapçı ve başka bir çok araştırmacıya göre ünlü sahabi Ammar Bin Yasir’in annesi ve İslam’ın ilk kadın şehidi, bir Türk kızı olan “Yamih” ya da “Pamih”, daha doğrusu “Pamuk” hanımdır(6).
Hz. Ömer devrinde Araplarla-Sasaniler arasında 642 yılında yapılan Nihavent Savaşı’ndan sonra ise Türklerle Müslüman Araplar arasındaki ilişkiler çok daha belirgindir. Zira bu savaşta, Sasani ordusu içinde önemli derecede Türk unsuru bulunmaktaydı. Emeviler devrinde yoğunlukla başlayıp, Abbasiler devrinde zirveye çıkan Türk-Arap ilişkilerini ise sanırım anlatmaya gerek yoktur.
Selman-ı Fârisi ise bilindiği gibi İran asıllıdır. Doğum tarihi bilinmemekle birlikte M.656 yılında vefat ettiği kabul edilmektedir. Bir rivayete göre öldüğünde tam 150 yaşında idi. İranlıların, İslamiyet’i ondan öğrendikleri konusunda ve onun, İslamiyet’i ilk kabul edenler arasında olmasını, Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin yakın çevresinde bulunmasını, milletleri adına gurur ve övünç vesilesi yaptıkları şeklinde yoğun bilgiler bulunmaktadır.
Şerefnâme’den nakledilen “Oğuz Han, Medine’ye Hz. Peygamber’e bir heyet gönderdi. Bu heyetin başında da, Kürt büyüklerinden ve ileri gelenlerinden Büğdüz adlı bir kişi’de bu heyette idi. Çirkin görünüşlü, iri yapılı bu elçi, Hz. Peygamber’in (sav) gözüne görününce Peygamber’in canı sıkıldı ve ondan nefret etti. Elçiye, kabilesi ve mensup olduğu soy sorulunca, Kürt topluluğundan olduğu cevabını verdi. İşte o zaman Hz. Peygamber (sav) Kürtler’e beddua ederek şöyle dedi: Yüce Allah bu topluluğu, kendi arasında ittifaka ve birleşmeye muvaffak etmesin” şeklindeki bilgiler, bilimsel olmaktan oldukça uzaktır ve tamamen kulaktan dolma rivayetlere dayanmaktadır.
Öncelikle söylemem gerekirse; rivayette adı geçen Oğuz Han kimdir? Eğer Oğuz Han’dan maksat, Hun İmparatoru Oğuz Kağan, yani Mete Han ise, bu imkânsızdır. Zira Oğuz Kağan ile Hz. Peygamber arasında yaklaşık 8 asırlık bir zaman farkı vardır. Çünkü yaygın görüşe göre; Oğuz Kağan, M.Ö. 209-174 yılları arasında yaşamışken, Hz. Peygamber, M.S.570(571)-632 yılları arasında yaşamıştır. Ayrıca, Hz. Peygamber’e gönderilen elçilik heyetinin başındaki Büğdüz isimli kişinin Kürt olduğu söyleniyor ki; bu ismin Kürt olması mümkün değildir. Zira Büğdüz, Prof. Dr. M. Saffet Sarıkaya’nın da belirttiği gibi bir Türk boyunun ismidir. Ve bugün Anadolu’da Büğdüz adını taşıyan birçok köy vardır. Hatta bu köylerden birisi bugün Esenboğa Hava limanı yakınlarında olup, muhtemelen Ankara’nın Çubuk ilçesine bağlıdır.
Şeref Han’ın yaptığı gibi, Büğdüz’ün Kürt olduğunu kabul etsek bile, Türk elçilik heyetinin başına bula bula bir Kürd’ün bulunması, oldukça enteresandır! Aslında Bitlisli Şeref Han demek istiyor ki; “Bu Türkler var ya; kaba saba insanlardır. Nerede nasıl konuşulacağını bilmezler. Diplomasiden de hiç çakmazlar! Bu sebeple vaktiyle Oğuz Han, Hz. Peygamber’e göndermiş olduğu heyetin başına Büğdüz isimli bir Kürt’ü atamıştır!..”. Bu durum, olsa olsa Bitlisli bir Kürt olduğu anlaşılan Şeref Han’ın uydurmasıdır.
Kimse kusura bakmasın ama ben, “Şeref Han Bitlîsî” isminden tamamen bunu anlıyorum. Bu tavır, tam tamına, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden koparak ayrı bir devlet kurmayı kendilerine politik hedef olarak seçenlerin, şerefli geçmişlerini araştırırken, kendilerini, Türk komutan ve hükümdarı Selahattin Eyyûbi’ye dayandırdıkları tavrı hatırlatmaktadır(7). Şeref Han’ın 1543 yılında doğduğunu, Şerefnâme’yi ise 1597 yılında tamamladığını düşünürsek, bu konuda fazla abartma yapmadığımız ortaya çıkar. Mâlum, 16. yüzyıl, Osmanlı Ordusu’nun Doğu ve Güney’e seferler yaptığı, fetihler gerçekleştirdiği ve dolayısıyla Osmanlı’ya karşı bölgedeki bazı halklar üzerinde hissedilir derecede antipatilerin oluştuğu bir yüzyıl olmuştur. Şerefnâme, işte bu duygu ve düşüncelerin etkisinde kaleme alınmış bir eser olmalıdır…
Üstelik, Şerefnâme’de bulunan “Çirkin görünüşlü, iri yapılı bu elçi, Hz. Peygamber’in (sav) gözüne görününce Peygamber’in canı sıkıldı ve ondan nefret etti.” şeklindeki cümle, tamamen Hz. Peygamber’e iftira niteliğindedir! Zira, Veda Hutbesi’nde bile “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.”diyen bir Peygamber’in, değil sıradan bir insana, bir başka devleti temsilen kendisiyle görüşmek üzere gelen bir sefire böyle davranması insani ve İslami olmaktan uzaktır.
Bu itibarla; bazı düzmece rivayetleri, “Esasen menkıbevî bir hüviyete sahip iki rivayette yer alan bilgiler tarihî vakıalara uygundur.” deyip geçiştirmek, sanırım doğru ve bilimsel bir yaklaşım değildir. “Çünkü tarihî kayıtlar, Türklerin VI. yy’da Anadolu’da göründüklerini, daha sonra gelen Hazar Türklerinin de bölgedeki hâkimiyetlerini haber verir. Nitekim Müslüman Arap orduları Mâverâunnehr cephesinden önce, Hazar Türkleriyle Anadolu cephesinde karşılaşmışlardır.” şeklindeki izahatlar da bu yanlışlığı ortadan kaldırmaya yetmemektedir.
Vaktiyle merhum babamdan dinlediğim ve tıpkı Şeref Han’ın uydurmasında olduğu gibi Türkleri yermek maksadıyla uydurulduğu anlaşılan şu hikâye geldi aklıma:
Hz. Peygamber Medine’de mescidine oturmuş, gelen konuklarını ve yabancı heyetleri kabul ediyordu. Onlarla görüşüyor ve onlara İslam’ı tebliğ ediyordu. İlk önce Arap heyetini aldı içeri.
Araplar içeri girdiklerinde,
-“Esselamü aleyküm ya hatimen nebiyyîn” diye selam verdiler.
Hz. Peygamber bu sözlerden hoşnut oldu ve onlara,
-“Aleykümselam ya Arab-ı Kureyşî” diye tebessüm ederek karşılık verdi.
Sonra Kürtler ve Fârîsiler girdi içeri ve onlar da Hz. Peygamberi;
-“Esselâmü aleyküm ya seyyidil mü’miniyn” şeklinde selamladılar.
Hz. Peygamber onlara da tıpkı Araplara yaptığı gibi gülümseyerek,
-“Aleykümselam ya Kürd-ü Fârisîn” diye mukabelede bulundu.
Daha sonra Türk heyeti girdi içeri ve Hz. Peygamber’i şöyle selamladılar,
-“Selâmün aleyküm Memet dayı!”
Hz. Peygamber biraz gerildi, yüzünü buruşturdu ve Türklere şu karşılığı verdi;
-“Aleykümselam Türk oğlu Türkler!”
***
“Esasen menkıbevî bir hüvviyete sahip iki rivayette yer alan bilgiler tarihî vakıalara uygundur.” şeklindeki yargıya varırken esas alınan “Cümle doksan bin asker idi… Oğuz-Yolunca bunlar, bir Tâife idi; Bayındır-Khan’un askeri idi. Bizüm Peygamberimiz dünyaya gelmezden mukaddem bunlar, kırk yıl Gürcistan keferesiyle ceng-cidal edüp, Tokuz-Tümen Gürcistan Beğlerinden kharac aldılar. Peygamberimiz gelip, İslâmlık yayılmaya başlayınca, Bayındır Khan’ın timsâli, onu rüyasında görüp, ‘iman getirdikten sonra’, üç Beği’ni Mekke’ye Elçi gönderüp, o’na ümmet olduğun bildürdi.
Peygamberimiz, Selmân Farisî’yi, İslâm’ın esaslarını ona öğretmek üzere, bu elçilerle gönderdi. Selmân da, bu işini bitirince Dede Korkud’u içlerine Şeykh dikdi” şeklindeki ikinci rivayette geçen Dede Korkut ve Emir Bayındır’dan maksat kimlerdir? Bu iki isim, belli bir devirde (elbette aynı devirde, yani birbirlerinin çağdaşı olarak) ve bu isimlerle yaşamış iki kişi midirler? Yoksa, en azından eski Türk Kültürü’nde hükümdarlara “Bayındır Han”, halk arasında yaşayan bilge kişilere de “Dede Korkut” unvanı veriliyor olamaz mı? Akkoyunlu soyundan olup 1481 yılında ölen ve Ahlat’ta adına kümbet şeklinde anıt mezar yapılmış olan Ahlat şahlarından Emir Bayındır, bu hikayenin neresindedir? Bu sorulara makul ve mantıklı cevaplar vermeden, “Esasen menkıbevî bir hüviyete sahip iki rivayette yer alan bilgiler tarihî vakıalara uygundur.” demek sanırım çok doğru bir yaklaşım olmasa gerekir.
***
Prof. Dr. Muharrem Ergin tarafından konu ile ilgili olarak yapılan incelemeler esas alınarak oluşturulduğu söylenen bir internet sitesinde bulunan “Dede Korkut’un destanların ilk anlatıcısı olduğu tahmin edilmektedir. Hikayelerde veli bir kişi olarak ortaya çıkar. Oğuzlar önemli meseleleri ona danışırlar. Keramet sahibi olduğuna inanılır. Gelecekten haberler verdiği söylenir. Ozan ve kamdır. Kopuz çalıp, hikmetli sözler söyler. Kopuzuna da kendine duyulduğu gibi saygı duyulur. Oğuzname’de, Dede Korkut’un 295 yıl yaşadığı ve Hz. Muhammed’e elçi olarak gönderildiği anlatılmaktadır. Oğuz Han’a vezirlik yapmış olduğu da düşünülmektedir” (8) ve bir gazete haberinde geçen “Bu yıl, Dede Korkut Destanı’nın doğuşunun 1300. yılı. Doğu Anadolu ve Azerbeycan’da yaşayan Müslüman Oğuz boylarını anlatan ve yalnız Türklerin değil, dünyanın ortak zenginliği olan Dede Korkut Destanı’nın’nın 1300. yaşı, Azerbeycan ve Türkiye’nin UNESCO nezdinde yaptığı girişimler sonucunda sadece Türk devletlerinde değil, tüm dünyada kutlanıyor. UNESCO’nun Haziran ayında Paris’te yaptığı 1300. yıl kutlamaları, “Dede Korkut Sergisi” ile başlamış ve dünyanın muhtelif ülkelerinden 64 sanatçı ve bilim adamı katılmıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı da,Dede Korkut Destanı’nın doğuşunun 1300. yılını bir dizi etkinlikle kutluyor. Konser, sempozyum, film gösterimi, tiyatro ve sergilerin yeraldığı kutlama programı “Dede Korkut 1300” adıyla CRR Konser Salonu’ndaki açılış töreninin ardından Cuma günü (yarın) başlayacak”(9) şeklindeki bilgileri doğru kabul edip yan yana getirirsek, Dede Korkut’un en iyimser tahminle, 295 yıl ve M.S.400-700 yılları arasında yaşadığı ortaya çıkar. Bu bilgi ile Dede Korkut’un, Türk Kağanı adına Hz. Peygamber’e elçi olarak gönderilmiş olabileceği sunucuna varmak mümkünse de, onun Oğuz Han adına Hz. Peygamber’e gönderilmiş olması yine de mümkün değildir. Zira pek çok kaynakta Oğuz Han’ın M.Ö. 209-174 yılları arasında yaşadığı belirtilmektedir.
Buradan çıkarılacak sonuç şudur; Oğuz Han, yani Hun İmparatoru Mete, 35 yıl gibi kısa bir ömür yaşamıştır. Bu bilgileri bir tarafa atıp Oğuz Han’a tıpkı Dede Korkut gibi 300 sene ömür biçsek bile hem Dede Korkut’a, hem de Hz. Muhammed’e çağdaş olması mümkün olmuyor. Dede Korkut’un 295 yıl yaşadığını ve Hz. Muhammed’e elçi olarak gönderildiğini doğru kabul etsek bile o zaman “Oğuz Han’ın elçisi olarak Hz. Muhammed’e gönderilmiştir” değil de “Oğuz Hanı’nın elçisi olarak Hz. Muhammed’e gönderilmiştir” demek daha doğru olur. Yok eğer, birinci söyleyişle söylersek, o zaman da Bitlisli Şeref Han’ın bahsetmiş olduğu Oğuz Han’ın, İslami devirde hüküm süren Oğuz soylu Türk Devletleri’nin birisinde hükümdarlık yapmış ve “Hükümdar” ve “Kağan” sıfatı yerine “Han” sıfatını kullanmış birisi olduğuna hükmetmemiz gerekecektir. Eski Türklerde Büyük Kağan’ın emrinde görev yapan ve bugünkü Valileri andıracak tarzda yarı özerk yetkilere sahip kişilere “Yapgu”, “Han” ya da “Şad” denildiğini biliyoruz. Hatta Orta Asya’da Rus işgaline kadar Kazan ve Astragan hanlıkları adı altında bazı hanlıklar bulunduğunu ve bu hanlıkların emirlerine Han denildiğini, meşhur Sokollu Mehmet Paşa’nın Don ve Volga nehirlerini birleştirmek ve bu yolla Hazar Denizi üzerinden Orta Asya’ya varmak suretiyle Asya’daki Rus işgalinin önüne geçmeyi planladığını da.
Öte yandan bahsi geçen Oğuz Han, Amanullah Han ve Eyüp Han örneklerinde olduğu gibi Afganistan ve Pakistan’da kullanıldığı, ya da Şerefnâme’nin yazarı Şeref Han’da olduğu gibi bir isim olabilir diyeceğim ama, o zaman da böyle sıradan insanların Dede Korkut gibi bir adamı Hz. Peygamber gibi yüce bir şahsiyete elçi olarak göndermesi biraz abes kaçar!..
Dede Korkut’un, Hz. Peygamber’le görüşüp görüşmediği ve bu ismin belli bir şahsa ait olup olmadığı kesin değildir. Ancak kesin olan bir şey varsa, o da Dede Korkut hikâyelerinin İslami Devir Türk Edebiyatı’nın sözlü ürünlerinden olduğudur. Yani bu hikâyelerin, Türklerin İslam Dini’ni kabul ettikten sonra oluştuğudur. Zira hikâyelerde geçen Dede Korkut’a sık sık “Adı görklü Muhammed’e salavat getirtilmesi” bu anlama gelmektedir. Bu da, söz konusu hikâyelerin, daha çok 8. yüzyıldan itibaren özellikle Kuzey Doğu Anadolu’da yerleşmeye başlayan ve İslamiyet’le tanışan Türk Boyları’nda ortaya çıktığı şeklindeki tezin doğru olabileceğini göstermektedir. Böyle bir bilgi, yukarıda verilen gazete haberini de teyit eder niteliktedir. Ancak şöyle bir ihtimal de akla gelmiyor değil; bu hikâyeler sadece, 8. yüzyıldan itibaren Kuzey Anadolu Bölgesi’ne yerleşen Türk boylarına ait olmayıp, kadim ortak Türk Kültürü’nün ürünüdürler. İslami devirde yapılan ise, sadece bu hikâyelerin içine bazı İslami unsurların karıştırılmış olmasıdır. Bu ihtimal de insana mantıklı gelmiyor değil hani…
Dede Korkut hakkında verilen; “Bazı rivayetler İshak Peygamberin soyundan olduğunu söyler. 9. ila 11. yüzyıllarda Türkistan’ın Aral Gölü bölgesinde Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu ve bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına danışmanlık yaptığı destanlarından anlaşılmaktadır. 570-632 yılları arasında (Muhammed zamanında) yaşadığı da rivayet edilir. Kıpçakların Oğuz Türkleriyle yaptığı mücadeleler Dede Korkut Hikâyeleri’nin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Korkut kelimesinin “kork-” fiil kökünden türemiş olma ihtimalinin yanı sıra Arapça kökenli olup elçi manasına gelmesi de mümkündür. Her iki ihtimalde de Korkut kelimesinin bir lakap, bir unvan olduğu görülmektedir. Dede kelimesinin ise ata manasında kullanıldığı tahmin edilmektedir. Fakat destanlarda daha çok halk arasında büyük hürmet ve kutsallık kazanmış halk bilgini anlamında kullanılmıştır”(10) şeklindeki bilgiler de bize bu konuda önemli fikirler vermektedir…
Şeref Han ve Şerefnâme
Kaynaklarda “Şeref Han” ve eseri “Şerefname” hakkında oldukça geniş bilgiler bulunmaktadır. Onlardan birisinde şu bilgilere yer verilmiştir.
“(Şeref Han)1220 – 1650 yılları arasında Bitlis’te hüküm sürmüş olan Şerefhanlar sülalesinin bir mensubudur. 1543 yılında doğan Emir Şeref Han’ın babası Emir Şemsettin, annesi ise Türkmen olup Tokat Bayındırlı diye bilinen Emir Han Musullu bin Külabi Bey Bin Emir Bey’in kızıdır. Babası Emir III. Şeref, Osmanlı’ya karşı geldiğinden İran’a kaçarak Şah Tahmasb’a sığınmıştır. Şeref Han, İran Şahı Tahmasb tarafından, Nahcivan Valiliği’ne gönderilmiştir. Oradan III. Murad’a mektup yazarak Osmanlı’ya bağlılığını bildiren Şeref Han, Sultan III. Murad tarafından hediyeler gönderilerek Bitlis Beyliği’ne atanmıştır. 1604 yılında Bitlis’te vefat etmiştir. Mezarları Bitlis’te, Şerefiye Külliyesinin avlusundaki türbenin içindedir.
Şerefname’nin yazarıdır. Şeref Han’ın 60 yaşında ve 1597 tarihinde tamamladığı bu eser Farsça olup Doğu Anadolu’nun tarihi, beylikleri, soy kütükleri, Bitlis Beyleri ve vuku bulan olayları anlatmaktadır. Bu eser, Farsça’nın dışında Türkçe, İngilizce, Arapça ve Rusça’ya tercüme edilmiştir. Yazdığı bu eseri, “Eğri Fatihi” olarak anılan Sultan III. Mehmed’e ithaf etmiştir(11).
Diğer bazı kaynaklarda ise konu ile ilgili olarak şu bilgilere yer verildiği gözlenmektedir:
“Şerefname, Doğuda hüküm sürmüş Kürt sülalelerinin ayrıntılı tarihçesidir. Bitlis hükümdarı Beşinci Şeref Han tarafından 1597 tarihinde Farsça olarak kaleme alınmıştır. Kürt tarihine ilişkin en önemli özgün kaynaklardan biridir. Rojkanlı 5. Şeref Han, Bitlis Emiri Şemseddin Han’ın oğlu, Osmanlılarla 1514’te ittifak andlaşmasını imzalayan ve Bitlis’teki Şerefiye Camii’ni inşa ettiren 4.Şeref Han’ın torunudur.”(12) Şerefname, Kürtler’in orijini konusunda iki rivayet aktarır. Birine göre onlar Dahhak’ı iyileştirmek için öldürülmekten korkup dağlara sığınanların soyundandırlar. Diğerine göre ise bütün Kürtler Cezire hükümdarlarının çocuklarından olan Boht (Boxt) ve Becn (Becnewi aşiretinin atası) adlarındaki iki kardeşin soyundan türemişlerdir. Şerefname’nin Kürt olarak tanımladığı ünlüler de bir ipucu olabilir. Şeref Han‘a göre Rüstem bin Zal (yani Zal oğlu Rustem) (Şeref Han, Firdevsi’nin Şahnamesi’nde ona Rustem-i Kürd denildiğini aktarır), Behram Çupin (Şeref Han’a göre “Kürdiler ve İslam dönemindeki Guri“ sultanları onun soyundandır), Gırgin Milad, Hayreddin Paşa adıyla ün yapan Osmanlı Sultanı Orhan’ın sadrazamı Mevlana Taceddin-i Kurdi, Şirin’e aşık olan ünlü Ferhat (Şeref Han’a göre Ferhat Kelhur Kürtleri’ndendi ve İran hükümdarlarından Hüsrev Perviz’in zamanında yaşadı) gibi ünlüler Kürt idiler (Bk. Şerefname, s. 23). Doğru ya da yanlış bu isimler de birer ipucu gibi görülüp değerlendirilebilir”(13).
Prof. Dr. M. Saffet Sarıkaya’nın, “Şerefnâme’ye göre, Cezîretü’bni Ömer, Ardelen, Gurgil, Finek emirleri neseben Halid b. Velid’e; Süleymaniye, Meyyafarikîn emirleri II. Mervan’a ve Culamerkî ve Mahmûdî şefleri ise diğer Emevîlere bağlanıyordu” dedikten sonra Ahmet Turan isimli yazarın “Yezidiler” isimli eserinden “Fırkanın kendisine nispet edildiği Şeyh Adî b. Müsâfir de Emevî ailesindendir.” (14) şeklinde aktardığı bilgiler, Şeref Han gibi Kürt kökenli yazarların, sürekli olarak Kürtleri bir yerlere istinat ettirmeye çalıştıklarını, bunun için de zaman zaman kendilerini Kureyş Araplarının en şovenist kabilesini teşkil eden Beni Ümeyye’ye, yani bilinen adıyla Emevilere bile nispet etmekten çekinmediklerini göstermektedir.
İşin şaşırtıcı olan tarafı ise M.Saffet Sarıkaya ve eserinden alıntı yaptığı Ahmet Turan gibi yazarların, “Bütün bunlar Kürtlerle Yezidîler arasında kurulan ilişkinin arka planını göstermekte, Yezîdî adlandırmasıyla ilgili Müslüman yazarların görüşlerini desteklemekte ve Yezîdîliği eski İranî, Asûrî vb. farklı menşe’lere dayandırarak Kürtlerin millî dinî gibi sunma çabalarını boşa çıkarmaktadır” (M.Saffet Sarıkaya, agm.) diyerek Şeref Han ve benzeri Kürt tarihçilerine destek vermeleridir. Açık söylemek gerekirse; Şeref Han gibi Kürt kökenli tarihçilerin vermiş oldukları bilgileri doğru kabul eden yazarlar, Yezidiliğin Kürtlerin Milli dini olmadığını ve Kürtlerin İranî ve Asûrî kökenli bir kavim olmadıklarını ispat etmek için, onların Arap kökenli bir kavim olduğu konusundaki iddialara en azından sessiz kalmaktadırlar. Ve bu grup yazarlar, Kürtlerin, aslında Türk soylu bir kavim olduklarını, hatta Türkan, Karakeçili ve Torunlarda olduğu gibi bazı Kürt gruplarının sonradan, belki de Osmanlı asırlarında Kürtleştiklerini bir türlü söyleyemiyorlar.
Bugün ağırlıklı olarak Tunceli (Dersim), Bingöl (Çapakçur) ve Elazığ (El-Aziz) yörelerinde yaşayan ve Zazaca konuşan insanların kendilerini Türk olarak tanımladıkları bilinen bir gerçektir. Bu husus, geçtiğimiz yıl içinde TTK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu tarafından Kayseri’deki bir toplantıda da dile getirilmiş, bu görüş, Kamer Genç gibi bazı siyasiler tarafından da desteklenmiştir(15).
Gazeteci Avni Özgürel de Şerefname isimli eser ve müellifi Şeref Han’ın Kürtlerle ilgili görüşleri hakkında şu ilginç bilgi ve tespitleri aktarmaktadır:
“Yasaklamalar dolayısıyla Türkçe çevirisi ancak 1971’de çıkan Şerefname’nin Kürt tarihi ve sosyolojisi açısından ne denli önemli bir kaynak olduğunu biliyoruz. Şerefname, Bedlis (Bitlis) beyi Şeref Han tarafından 1597’de Farsça yazıldı. Orijinal el yazma nüshası Oxford Üniversitesi’nin Bodleian Kütüphanesi’nde bulunan eser 1669’da yine Bitlis beylerinden Ahmed Mirza Bey ve 1681 yılında Şem’i takma isimli bir yazar tarafından iki defa Arap harfleriyle, 1930’da ise Diyarbakırlı öğretmen Süleyman Savcı tarafından Latin harfleriyle olmak üzere üç kez Türkçeye çevrildi, ancak yayımlanmadı. İlki 1971’de çıkan M. Emin Bozarslan çevirisi ise sonra tekrar basıldı.
Burada Kürt beyi Şeref Han’ın Kürtler’e dair değerlendirmelerini aktarmak istiyorum. ‘Birbirlerinin sözüne uymaz, asla birlik ve beraberlik içerisinde hareket edemezler’ diye tanımladığı Kürtler konusunda Şeref Han hayli esprili bir dille, hikâyeler anlatarak hükümler verir. Örneğin Hz. Muhammed ile görüşmeye giden heyette yer alan Buğduz adlı bir Kürt’ün çirkinliğini gördükten sonra Hz. Muhammed’in, ‘Yüce Allah bu topluluğu, kendi arasında ittifaka ve birleşmeye muvaffak etmesin, yoksa birleştikleri takdirde, onların elleriyle insan nesli mahvolur’ dediğini nakleder sonra da ekler: ‘O zamandan beri bu topluluk birleşik büyük bir devlet, birleşik büyük bir saltanat kurmaya muvaffak olamamıştır’ Keza, ‘Kürtler arasında şimdilik, genel olarak emrine uyulacak ve yargısı uygulanacak kimse olmadığı için, bu halk en ufak ve önemsiz nedenlerle ayaklanarak, önemsiz hatalar ve küçük suçlar yüzünden büyük suçlar işlerler’ der.. Ve, ‘Kürtler üreyip kısa zamanda çoğalırlar, ancak aralarında öldürme yaygın olduğu için nesilleri çoğalmaz!’ hükmüne varır…Diyebilirsiniz ki Şeref Han’ın değerlendirmesi yanlıştır, bakın nasıl Barzani ve Talabani’nin liderliğinde birleşti Kürtler, devlet olma yolunda en önemli safhayı atlattılar v.s. Türkiye’de de Öcalan’ın otoritesini kabul ettirdiğini öne sürebilirsiniz…Ama unutmayın ki bu fotoğraf, devam eden oyunun şu an görünen sahnesinden. Müteakip ‘karelerde neyin olduğu da daha belli değil. Son üç asırda zaman zaman ayağa kalkmış ama her defasında ‘kullanılmışlığın’ pençesine düşüp hüsrana uğramış bu acılı halkın şimdi önüne düşenlerin ‘doğru’ yerlerde saf tuttuğundan fazla emin olmamak lazım.”(16).
***
Şerefname’nin ilmi değeri, bilimsel önemi, doğu ve güneydoğu Anadolu’da yaşamış ve halen yaşayan insanların geçmişleri hakkında vermiş olduğu bilgilerin ne derece sıhhatli olduğu ile ilgili olarak hüküm verme konusunda kendimde hak ve yetki görmüyorum. Çünkü eseri inceleme ve başka eserlerle kıyaslama imkânı bulamadım. Esasen almış olduğum eğitim de bu konuda herhangi bir fikir yürütme konusunda bana yeteri kadar ışık tutmamaktadır.
Ancak yukarıda verilen bilgilerden hareketle bir okuyucu olarak diyebilirim ki; Şeref Han, Fatih Sultan Mehmet’in Uzun Hasan yönetimindeki Akkoyunlular’a, torunu Yavuz Sultan Selim’in ise Şah İsmail yönetimindeki Safevilere karşı yürütmüş oldukları siyasetten kendilerince zarar görmüş ve yöresel de olsa ellerindeki otorite ve gücü kaybetmiş bir aileye mensuptur. Çünkü verilen bilgilerden, bu ailenin, Han adı altında Bitlis’te uzunca bir süre hakimiyet sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Annesi Musullu bir Türkmen (muhtemelen Akkoyunlu) sülalesine mensuptur. Babası Emir Şemsettin ise, tıpkı bugün Barzani ve Talabani’ye özenerek başkaldırma emareleri gösteren teröristler gibi Osmanlı’ya karşı gelmiş ve Yavuz Sultan Selim’in önünden kaçarak İran Şahı’na sığınmış bir şahsiyettir(17).
İnanç veya diğer saiklerle Osmanlı’dan kaçarak İran’a sığınan babası sebebiyle çocukluk ve gençlik çağlarını İran’da geçirdiği anlaşılan ve Şah Tahmasb tarafından Nahçivan valisi yapılacak kadar İran sarayının itimadını kazanan Şeref Han’ın, Osmanlı Sultanı III. Murat’tan aman dileyip affı şahaneye mazhar olduğu ve ancak bu yolla Bitlis’e dönebildiği de anlaşılmaktadır. Yazmış olduğu Şerefname isimli eseri Osmanlı Sultanı III. Mehmet’e sunmuş olmasını ise, ancak onun Osmanlı’ya yaranma isteği ile açıklayabiliriz.
Bütün bu sebepleri alt alta koyunca, Şeref Han’ın, özelde Osmanlı’ya, genelde de Türklüğe karşı iyi gözle baktığı ve iyi duygular beslediğini söylemek herhalde mümkün değildir. Üstelik, Avni Özgürel’in tabiriyle; mensubu bulunduğu Kürtler hakkında bile alaycı ve esprili bir dil kullanan Şeref Han’ın, muhtelif konularda vermiş olduğu bilgilere ne derece bel bağlanacağının ve bu bilgilerin, bilimsel çalışmalarda hareket noktası kabul edilip edilmeyeceğinin takdirini okuyuculara bırakmak istiyorum. Benim kanaatimi sorarsanız, Şerefname’deki bilgiler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yapılacak sosyolojik ve kültürel araştırmalarda ışık tutucu olabilir. Ancak tarihçilik ve tarih yazarlığı konusunda söz konusu eserdeki bilgilere ihtiyatla yaklaşılmasında önemli faydalar olacağına inanıyorum.
Ömer Sağlam
______________
(*) Bu yazı ilk defa 18.01.2008 tarihinde “habarakademi.net” isimli internet sitesinde “Şeref Han ve Temel Kürt Kaynaklarından Şerefname Düzleminde Bir Ufuk Turu” başlığı ile yayınlanmıştır.
1- Türkçe Sözlük, TDK Yayını, c,2, Ankara-1998, s, 1563. & https://tr.wikipedia.org/wiki/Millet
2- https://www.facebook.com/photo.php?fbid=620890651286790&id=484124871630036&set=a.485381744837682
3- Bu konuda yapmış olduğum kısa yorum, elektronik posta vasıtasıyla Prof. Dr. M.Saffet Sarıkaya’ya gönderilmiştir. Ayrıca daha önce Sayın Mustafa Aksoy’a da bu konuda bazı açıklamalar gönderilmiştir.
4- Daha geniş bilgi için bkz. Prof. Dr. Erol Güngör, Tarihte Türkler, s.22, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1989 – Prof. Dr. Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, s.3, DİB Yayını, Ankara, 1999 – Ömer Sağlam, Çöldeki Osmanlı ve Kavm-i Necip (Türk-Arap İlişkilerinin İçyüzü), s. 165, Ömer Sağlam Kitaplığı Yayını, Ankara, 2003.
5- “Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre; bir defasında Hz. Peygamber’in huzurunda el-Acem; yabancı kavimler konuşuldu, onların durumları dile getirildi. Hz. Peygamber bu münasebetle buyurmuşlardır ki; “Onlarla veya onlardan bazıları ile birlikte olmam benim için, sizlerle veya sizlerden bazıları ile birlikte bulunmamdan daha güvencelidir”.(et-Tirmizi, Sünen-i Tirmizi)
Abdullah İbn Mesud’dan rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; “Türkler size dokunmadıkça sakın siz de Türklere dokunmayınız. Çünkü, Allah’ın ümmetime vermiş olduğu bu mülk ve saltanat nimetini ilk defa bu Kantura oğulları onların elinden çekip alacaklardır”(Et-Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, X. s.181. Es-Suyûti, Hasâisu’l Kubrâ, II. S.434.).
Yukarıdaki bilgiler Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı’nın “Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler” isimli eserinden nakledilmiştir. Söz konusu eserde bunlar gibi bir çok hadis daha bulunmakta ve bu hadisler çeşitli yönlerden tenkide tabi tutulmakta(Hadis dilinde buna cerh ve tadil denilmektedir), neticede bu hadislerin sahih oldukları, yani Hz. Peygamber’e ait oldukları vurgulanmaktadır. Hadislerde geçen Acemler’den maksat, Türkler ve İranlılar, yani Araplar dışındaki yabancılar, Kantura oğullarından maksat ise sadece Türkler’dir.
6- Zekeriya Kitapçı kitabında şöyle diyor: Büyük İslam Alimi Merhum Prof. Dr. Muhammed Hamidullah bu konuda şunları söyler: “Hz. Peygamber’in büyük sahabelerinden Ammar b. Yasir, Yemen asıllı idi. O’nun babası (Yasir) Mekke’ye göç ettikten sonra Sümeyye ile evlendi. Bu aile İslam Dini’ne ilk girenlerden ve çok samimi bir Müslüman idiler. Müslüman olduktan kısa bir zaman sonra Sümeyye, efendisi Ebû Cehil tarafından şerefsiz bir şekilde öldürülmüştür. Belazurî, Sümeyye’nin aslen Kesker mıntıkasındaki Zandaverd’ten olduğunu söylemektedir. Müteveffa Prof. Z.V.Toğan, bu bölgenin İranlılarla, Türklerin birlikte yaşadıkları, karışık bir yer olduğu kanısındadır. O’nun maceralarla geçen hayatını ayrıntılı bir şekilde veren Belazurî; Sümeyye’nin asıl adının Yamîh olduğunu ilave etmektedir (İst. Yazması). Prof. A.Karahan, kelimenin “Pamih” olarak okunması gerektiğini Türkçe Pamuk (cotton) kelimesinin telaffuz farkı olabileceğini, zira Türk kadınları arasında bu ismin yaygın olduğunu söylemektedir. Gerçek böyle ise, Sümeyye (Pamuk) hanım Türk asıllı ilk Müslüman sahabiye olmaktadır. Bununla birlikte İslam’ın ilk şehid kadını da O olmuştur. Allah O’na rahmet etsin). Amin”(Bkz. Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman Oldu, s.10,11, Yedi Kubbe Yayınları, 2004, Konya).
Nureddin Çankaya isimli bir yazar ise şunları söylüyor: “İslam’ın ilk şehidi, cennetle müjdelenen Ammar bin Yasir’in annesi PAMUK idi. Pamuk, Özbek Türkü’ydü. İranlı mecûsilere esir düşmüş, müşrik Araplar’a köle olarak satılmış, adı Sümeyye olarak değiştirilmişti. İslam’ın ilk şehidi olmak bu Türk kadınına nasip olunca, Kantura yolunda, İslam tarihinde Türk olmanın ne olduğunu görmüştük.”(http:// www.otuken.net/arsiv isimli internet sitesinde bulunan “Tarihimizi öğrendik sandık hep” başlıklı yazısı”
Not: Bu konuda “Türk Kızı Sümeyye (İslam’ın İlk Kadın Şehidi)” başlığı ile 2005 yılı içinde yazmış olduğum bir makalenin, bugün, çoğu yerde ismimiz ve imzamız silinerek, bazen de başka imzalar altında kullanıldığı görülmektedir. Bilgi ve bilim hırsızlığının, ulaşmış olduğu boyutu göstermesi açısından burada konuyu bir kez daha zikretmek istedim. Ömer Sağlam.
7- Selahattin Eyyubi, bir çok kaynakta, “Eyyûbîler Devletinin kurucusu. Künyesi, Melik Nâsır Ebû Muzaffer Yûsuf bin Eyyûb bin Şâdî’dir. 1137’de Tikrit’te doğdu. Babası Necmeddîn Eyyûb; Âzerbaycan’da Erivan’ın Devin kasabasındaki Hazbânî kabîlesine mensup olup, Büyük Selçuklu Sultânı Mesud Şâhın Tekrit muhâfızıydı…Selçuklu atabeklerinden Nûreddîn Mahmûd Zengî’nin yanında Haçlılara karşı yapılan muhârebelere katıldı. Muhârebelerde cesâret ve yiğitliğiyle dikkat çekti. On yedi yaşındayken, Atabek Nûreddîn Mahmûd Zengî’nin sarayına alındı. Böylece devlet teşkilâtı ve idâresini de mükemmel bir şekilde öğrendi…” şeklinde tanıtılmaktadır. Bu ve benzeri bilgiler, onun Türk olduğu konusundaki görüşleri son derece güçlendirmektedir. Zaten Mısır’da Eyyubilerin yerine kurulan Memluk Devleti de tamamen Türk karakterli bir devlet olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır.
8- .
9-http:// www.yenisafak.com.tr/arsiv/1999/aralik/02/ internet sitesinde bulunan “Dede Korkut 1300 yaşında” başlıklı haber.
10 -http://www.wikipedia.org/wiki/Dede_Korkut+
11-
12- bk.http://wikipedia.org/wiki/%C5%9 Şerefname).
13-bk. Seyfi Cengiz, “Kürtlerin Orijini” başlıklı makalesi,
.
14- Prof. Dr. M.Saffet Sarıkaya, 06.01.2008 tarihli ve “Kürtlerin Menşei, Yezîdîler ve Tahtacılar Üzerine Bazı Notlar”başlıklı ilmi makalesi, .
15- M. Saffet Sarıkaya’nın, bahsi geçen makalesinin 21 nolu dipnotunda geçen “Yezîdî aşiretleri de Kürt aşiretleriyle aynı hatta göç etmişler; Tiflis, Erivan’a kadar çıkmışlardır.” şeklindeki cümleyi görünce ilave bir şeyler söylemeye ihtiyaç duymuş durumdayım.
Bundan birkaç yıl önce televizyonda yerli yapım bir belgeselde izlemiştim(Yanlış hatırlamıyorsam Beyza Güdücü tarafından hazırlanıp sunulan “Nâr-ı Beyza” isimli programdı). Programda Ermenistan ve bu ülkede yaşayan halklar tanıtılıyordu. Bu halklardan birisi de Yezidiler’di. Ekrana gelen görüntülerden de gördüm ki; Ermenistan’da yaşayan Yezidiler, cenazelerini üstü açık tabutta ve yanılmıyorsam tamamen çıplak olarak nakletmekte idiler…Vaktiyle gazeteci yazar Faik Bulut’un, “Ortadoğu’nun Solan Renkleri” isimli kitabında da okumuştum, Yezidiler, Adî Bin Müsafir’i yarı peygamber, yarı tanrı bir insan olarak kabul ediyorlar. Melek Tavus adı verilen Şeytan’ın Yezidilik’te önemli bir yeri vardır. Ve Melek Tavus, Yezidilik’te kutsal kabul edilen bir varlıktır. Dini merkezleri Kuzey Irak’ta Musul yakınlarında bulunan Laleş’tir ve burada bulunan tapınak ve Âdî bin Müsafir’e ait türbe, kutsal mekân olarak kabul edilir ve Yezidiler, hac için buraya giderler. Bugün Hakkari kent merkezinde vaktiyle görme fırsatı bulduğum Âdî Bin Müsafir’e ait bir makam vardır ve bu makam, yöredeki Müslümanlarca da kutsal mekân ve ziyaretgâh olarak kabul edilmektedir. Makamın kapısında Abdulkadir Geylani’ye ait olduğu söylenen şu söz yazılıdır: “Peygamberlik eğer çalışmakla kazanılsaydı, bu hak mutlaka Âdî Bin Müsafir’e verilirdi”. Anlaşılacağı üzere; Âdi Bin Müsafir, bölgedeki Müslümanlara göre Velî (Evliyaullahtan) bir kul, Yezidîlere göre ise yarı tanrısal bir şahsiyettir. Yezidîler, bugün Ermenistan ve Gürcistan’dan başlayıp aşağıya doğru ta Yemen’e varıncaya kadar birçok ülkede küçük gruplar halinde yaşamaktadırlar. Yemen’de çok daha güçlü oldukları bir vakıadır. Ve Yezidiler, İngilizlerle işbirliği yaparak Yemen’de Osmanlı’ya başkaldıran ve devleti oldukça uğraştıran gruplardan birisidir(bk. Cemal Kutay, Lavrense Karşı Kuşçubaşı, s.44-5, Neşreden Mustafa Unan, Tarih Yayınları Müessesesi, İstanbul, 1965. Ayrıca bk. Ömer Sağlam, Çöldeki Osmanlı ve Kavm-i Necib (Türk-Arap İlişkilerinin İç Yüzü), s. 243, Ömer Sağlam Kitaplığı Yayını, Ankara, 2003). Bugün gelinen noktada, diğer birçok inanç sistemi gibi iyice sulandırılıp çığırından çıkarılmış haliyle Yezidiliğe ne kadar İslamî denilir, bunun takdirini konunun uzmanlarına ve bu uzmanların insafına havale ediyorum.
16 -bk. Avni Özgürel, 02.10.2005 tarihli Radikal Gazetesi’nde bulunan “Türkiye’nin iki asırlık engelli yolu” başlıklı yazısında yer alan “Şerefnamede Kürtler” başlıklı alt bölüm.
17- Emir Şemsettin’e hâmilik ettiği anlaşılan Şah Tahmasp, 1514 yılında Çaldıran’da Yavuz Sultan Selim’e yenilerek tacını, tahtını kaybeden Şah İsmail’in oğludur. 1514 yılında İsfahan’da doğmuştur. Babasının ölümü, Alevi ve şii söylemiyle Hakka yürümesi üzerine 1524 yılında, yani henüz on yaşında bir çocuk iken tahta çıkarılmıştır. Ömrü boyunca, var olan devlet sınırlarını korumak, Alevi inancının kurumlarını oluşturmak için çalışmıştır. Kendisini rahat bırakmayan, başta Osmanlı devleti olmak üzere çeşitli güçlerle savaşmış 1576 yılında Kazbin’de vefat etmiştir (Ayrıntılı bilgi için bkz. .
Bir yanıt yazın