ORTADOĞU DOSYASI : İsrail-Lübnan “Savaşı”: Taraflar, Çıkarlar, Stratejiler

İsrail-Lübnan "Savaşı": Taraflar, Çıkarlar, Stratejiler - image001 37

İsrail-Lübnan "Savaşı": Taraflar, Çıkarlar, Stratejiler

İsrail-Lübnan "Savaşı": Taraflar, Çıkarlar, Stratejiler - image002 18

HAMAS ve Hizbullah’ın asker kaçırma eylemlerinin ardından gündem İsrail’in “orantısız güç kullanımı” üzerine odaklanmıştır. Olayın insani boyutu ve sivil kayıplar nedeniyle İsrail’in eylemlere yanıtı çok ön plana çıkmıştır. Ancak olaylar tek taraflı değildir. Olayın diğer taraflarının da kendi gündemleri bulunmaktadır. Dolayısıyla son krize çok boyutlu bakmak gerekmektedir.

Amaç, kimin haklı ya da haksız olduğunu belirlemekten ziyade, tarafların hedeflerinin ortaya konmasıdır. Taraflardan biri kuşkusuz İsrail’dir. İkincisi ise biraz daha karmaşıktır. Bu tarafın iki üyesi ortadadır: HAMAS ve Hizbullah. Ancak bilindiği gibi bunlarla sınırlı değildir. Yazıda anlatılacağı gibi, bu örgütleri İran ve Suriye’den bağımsız olarak düşünmek imkânsızdır. Yani büyük resme bakılacak olursa, son krizi İsrail-Lübnan çatışmaları olarak değil, tüm Orta Doğu’yu kapsayan geniş çaplı bir rekabetin parçası olarak görmek mümkündür.

Yazımızda olaylara bu açıdan bakılmaya çalışılacaktır. İlk olarak, olayın bir tarafını oluşturan “İran-Suriye-Hizbullah-HAMAS ekseni” ele alınacaktır. Eksenin üyelerinin krize bakışları, gündemleri, hedefleri anlatılacaktır. İkinci bölümde İsrail aynı çerçevede değerlendirilecektir. Sonuç kısmında ise krizin ve çatışmaların nereye kadar tırmanabileceği tartışılacaktır.

1. Orta Doğu’da Saflar Belirginleşiyor: “İran-Suriye-Hizbullah-HAMAS Ekseni”

İran ve Suriye, 1979 İslam Devrimi’nden bu yana stratejik ittifak ilişkisi içindedir. Bölgedeki çıkarları ortaktır. Irak’ta ABD’ye karşı işbirliği yapmaktadırlar. İsrail ortak düşmanlarıdır. İsrail’e karşı mücadele eden Hizbullah, HAMAS’a ve diğer radikal Filistinli örgütlere destek vermektedir. İki ülke de bölgede Mısır ve Suudi Arabistan gibi Sünni güçlerin etkinliklerinin artmasını istememektedir. İran Şiilik temelinde bölgesel rolünü artırma arayışında olduğu için Sünni güçlerle rekabet etmektedir. Suriye ise, Sünnilik güçlenirse kendi içinde çoğunluğu oluşturan Sünnilerin, Nusayri rejimine karşı harekete geçmesinden çekinmektedir.[i]

Ortak çıkarlar temelinde yürüyen ittifak 11 Eylül olayları sonrasında derinleşmiştir. İran açısından, Irak ve Afganistan’daki rakipleri Saddam ve Taliban rejimleri yıkılmış olsa da sınırlarına ABD askerlerinin yerleşmesi daha tehlikeli bir ortam yaratmıştır. Aynı süreç Suriye’nin yoğun uluslararası baskı altına girmesine neden olmuştur. Ortak tehdit algılamaları iki ülkeyi daha da yakınlaştırmıştır.

Eksenin diğer üyesi Hizbullah, İsrail 1982 yılında Güney Lübnan’ı işgal ettikten sonra İran tarafından kurdurulmuştur. Örgüt halen İran’dan mali ve askerî yardım almaktadır. Karar alma konseyinde iki İranlı bulunmaktadır.[ii] Bazı analizciler Hizbullah’ı Lübnanlı bir örgüt olarak bile tanımlamamaktadır. İran’ın Hizbullah’a aylık 50 milyon avro verdiği tahmin edilmektedir.[iii] Hizbullah’ın İran’la yakınlığı çıkar birlikteliğinden öte düşünseldir. Örgütün ideolojisi İran’ın teokratik sistemine dayanmaktadır. İran da örgüte desteğini gizlememekte ve “meşru direniş örgütü” olarak tanımlamaktadır. Suriye’nin bu ilişki içindeki konumu, İran ve Hizbullah arasında köprü vazifesi yürütmektir. Suriye, Tahran ve Hizbullah’ı birleştiren stratejik halkadır. İran’ın yaptığı tüm yardımlar Suriye üzerinden gerçekleşmektedir. Tahran ve Şam, Hizbullah’ın karar alma süreçlerinde etkili iki devlettir.

Benzer ilişki modelinden HAMAS için de bahsedebiliriz. HAMAS’ın siyasi büro lideri Halit Meşal Şam’da yaşamaktadır. Örgüt Şam’da faaliyetlerini sürdürmektedir. “Dış HAMAS” olarak adlandırabileceğimiz bu kesim, örgütün askerî kanadı üzerinde doğrudan etkilidir. Bunlara da mali ve askerî yardımlar yine İran ve Suriye tarafından sağlanmaktadır. İran ve Suriye, daha ılımlı diyebileceğimiz Başbakan İsmail Haniye liderliğindeki “iç HAMAS” üzerinde çok etkili olamasalar da, Meşal aracılığıyla önemli bir nüfuza sahiptirler. HAMAS’ın son asker kaçırma eylemini de askerî kanat gerçekleştirmiştir. Bu da HAMAS’ın radikal kanadının, dolayısıyla da İran ve Suriye’nin istedikleri zaman Filistin sorununu nasıl karıştırabileceklerini göstermiştir.

Tüm bu yorumlardan, iki örgütün de tamamen İran ve Suriye’nin istediği şekilde hareket ettiği sonucuna varmak yanlış olacaktır. Bu ülkeler etkili olmakla beraber örgütlerin kendi gündemleri de vardır ve birçok zaman bağımsız hareket etmektedirler. Burada anlatılmak istenen, üyeler arasındaki çıkar birlikteliği ve İran’la Suriye’nin örgütler üzerindeki etkisidir.

Eksenin üyeleri arasındaki yakın ilişki son bir yıl içinde daha da sıkılaşmıştır. Ahmedinejat’ın iktidara gelişiyle beraber yoğunlaşan temaslar kapsamında, Tahran ve Şam’da birçok üst düzey görüşme gerçekleşmiştir. Tahran’da tüm İsrail karşıtı unsurların katılımıyla bir konferans düzenlenmiştir. En önemlisi Şam’da, Suriye ile İran arasında “İsrail’e karşı ortak cephe” oluşturma amaçlı bir antlaşma imzalanmıştır. Son krizi de eksen arasında artan işbirliği çerçevesinde değerlendirebiliriz. Asker kaçırma eylemlerinin artarda gerçekleşmesi ve Hizbullah lideri Nasrallah’ın eylemi 4-5 aydır düşündüklerini söylemesi, planlı bir hareketin varlığını güçlendiren verilerdir.

2. Eksenin Lübnan Krizinden Çıkarı Ne?

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, Hizbullah’ın bu kadar riskli ve geniş çaplı sonuçları olacak bir eylem öncesi İran ve Suriye’ye danışmamış olması neredeyse imkânsızdır. Bu nedenle asker kaçırmaya üçlünün ortak kararı olarak da bakabiliriz. Peki bu üçlü İsrail’in böyle bir eyleme çok sert karşılık vereceğini bilmiyor muydu? Kuşkusuz biliyordu. İsrail’in şiddete şiddetle, hem de misliyle karşılık verdiği herkes tarafından bilinmektedir. Bunun bir örneğini, HAMAS’ın asker kaçırmasına karşılık İsrail’in Gazze’deki operasyonlarında görmekteyiz. O zaman şu soru akla gelmektedir; İsrail’in yanıtı biliniyordu ise, neden böyle bir “risk” alınmıştır? Akla gelen ilk yanıt bunun istendiğidir.

İran, Suriye ve Hizbullah, İsrail’i yeniden Lübnan’a çekmek istemektedir. Bu ilk bakışta biraz ters gözükebilir. Uzun yıllar boyunca İsrail’in Güney Lübnan işgaline karşı direnmiş ve 2000 yılında İsrail’in bölgeyi boşaltmasıyla “zafer” kazanmış Hizbullah, neden İsrail’i yeniden Lübnan’da istesin? 2000 yılından sonraki sürece ve Lübnan’da değişen güç dengelerine bakıldığında bu daha kolay anlaşılabilir. Bu yıldan itibaren Lübnan’da saat Suriye, Hizbullah dolayısıyla da İran aleyhine işlemektedir.

İsrail’in çekilişi Suriye’nin Lübnan’daki konumunu ve Hizbullah’ı zayıflatan bir süreç başlatmıştır. İsrail işgali, Suriye’nin askerî varlığına meşru bir zemin yaratıyordu. Aynı şekilde Hizbullah, İsrail’e direnmesi nedeniyle Lübnan’ın güvenliği için vazgeçilmezdi. Ancak, ileride daha detaylı anlatılacağı üzere Lübnan’da dengeler İsrail lehine değişmekteydi.

İsrail yeniden Lübnan’a çekilebilirse bu ikilinin varlıkları meşrulaşacak, etkinlikleri artacaktır. Hizbullah’ın asker kaçırma eylemi ve savaş ortamı İsrail’in lehine gelişen süreci tersine çevirebilecektir. Dolayısıyla Suriye ve Hizbullah’ın Lübnan’da “rahatlayacağı” söylenebilir. Kendi iç nedenleri de olmakla beraber, asker kaçırmanın arkasındaki temel hesap olarak bu gerekçe öne sürülebilir. Ama olayları tek nedenle açıklamak sınırlı bir yaklaşım olur. Bundan sonraki kısımda eksen üyelerinin krizle ilgili hedefleri kapsamlı olarak ele alınacaktır.

a. Suriye

Suriye, Orta Doğu’da nispeten güçsüz bir ülke olarak değerlendirilebilir. Diğer Orta Doğu ülkeleri gibi zengin petrol kaynaklarına sahip değildir. Güçlü bir ordusu bulunmamaktadır. Zengin olduğu da söylenemez. Ama bütün bunlara rağmen bölgenin önemli ülkelerinden biridir. Henry Kissenger’ın “Orta Doğu’da Mısırsız savaş, Suriyesiz barış olmaz” değerlendirmesine gerekçe, Suriye’nin bölge (özellikle İsrail) istikrarı üzerinde oynadığı kilit roldür. Bu rolü oynamak için sınırlı sayıda kozu bulunmaktadır. Lübnan bunların içinde en önemlisidir. Bu kozun kaybedilmesi, Suriye’nin bölgede öneminin/gücünün azalmasını ve hatta içeride rejim değişikliğini tetikleyecek gelişmelerin başlangıcı olabilir. Suriye bunun farkındadır

Saddam rejiminin yıkılması ve ABD askerlerinin Suriye sınırına yerleşmesi Esad rejiminin istikrarına önemli bir tehdit oluşturmuştur. Ülke üzerindeki baskılar zamanla yoğunlaşmıştır. Hariri suikastının ardından Lübnan’dan askerlerini çekmek zorunda kalmıştır. Bu olay Suriye’yi hem daha da zayıflatmış hem de bölgedeki stratejik seçeneklerini azaltmıştır. Suriye üzerindeki baskılar içerideki ayrışımları da hareketlendirmiştir. Reform hareketinin güçlenmesi, Abdülhalim Haddam’ın[iv] yurt dışına kaçarak rejime savaş açması, Müslüman Kardeşler’in etkinlik kazanması bunlara örnek gösterilebilir.

Bu ortam içinde Suriye, Lübnan’ı kaybetmek istememektedir. Ancak süreç o yönde ilerlemekteydi. İsrail’in 2000’de Güney Lübnan’dan çekilmesi, Suriye’nin Lübnan’da askerî varlığını sürdürebilmesi için tüm gerekçeleri ortadan kaldırmıştır. 2005’e kadar, hem içeriden hem de dışarıdan gelen baskılar nedeniyle belli aralıklarla Lübnan’daki askerlerini azaltmıştır.[v] En son Hariri suikastı sonrasında tamamını çekmek zorunda kalmıştır. Etkinliği tamamen sona ermese de, Lübnan siyasetinin belirleyicisi olma konumu giderek zayıflamaktaydı. Suikast sonrası yapılan seçimlerden Suriye karşıtı blok galip çıkmış ve parlamentoda ilk kez ağırlık kazanmıştır. Halen Suriye yanlısı olmayan bir başbakan baştadır. Suriye yanlısı Devlet Başkanı Emile Lahud üzerinde görevi bırakması için baskılar yoğunlaşmaktadır. Kısaca Suriye Lübnan’ı kaybetmektedir.

Suriye, Lübnan’da İsrail tehdidi yaratabildiği oranda güçlenecektir. Lübnan içinde yeniden bir mezhepsel gerilim, çatışma da yaratmak isteyebilir. Bu da Suriye’ye ülkede daha rahat hareket etme imkânı tanıyacaktır. Tüm bu krizlerle Suriye kendini sorunların çözümünde kilit ülke olarak göstermek istemektedir. HAMAS krizi sonrasında Halit Meşal’in Şam’da basın toplantısı düzenlemesi bunun göstergesidir. Böylece önemini artırmaya çalışmaktadır. Kriz sayesinde kendi iç çelişkilerini çözmek için de fırsat yakalamıştır. Ortak dış düşmana (İsrail) karşı içeride birliği sağlamaktadır. Reform taleplerini daha rahat bastırabilmektedir.

b. Hizbullah ve Lübnan

Hizbullah’ı, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali yaratmıştır. 2000 yılına kadar İsrail işgaline direnen örgüt, ülke güvenliği açısından hayati bir konumdaydı. Ancak İsrail’in ülkeden çekilmesiyle varlık nedenini oluşturan etkenler ortadan kalkmıştır. İsrail’e karşı başarıyla direnen “ulusal kahraman” örgütten, ülkedeki istikrarsızlık unsuruna dönüşmüştür. Silahlarını bırakması ve bir siyasal partiye dönüşmesi için üzerindeki baskılar gittikçe yoğunlaşmıştır.

Lübnan’da statükonun değişimi 2004 yılından sonra hızlanmıştır. Öncelikle Suriye’nin askerlerini çekmesi için baskılar artmış, ABD ve Fransa’nın öncülüğünde BM’in 1559 no’lu kararı çıkartılmıştır.[vi] Karar, Hizbullah’ın silahlarını bırakmasını da öngörmekteydi. Buna ek olarak, içeriden de baskılar gelmeye başlamıştır. Geçen aylarda yürütülen “Lübnan Ulusal Diyalogu” toplantılarında iki konu görüşülüyordu. 14 Mart Koalisyonu[vii], Güney Lübnan’a uluslararası güçlerin yerleştirilmesini teklif etmiştir. Hizbullah’ın silahlarını bırakması konusu da “ulusal savunma stratejisi” adı altında gündeme getirilmiştir. Teklifler Nasrallah tarafından gerçekçi olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir.[viii]

Bu baskılar nedeniyle Hizbullah son zamanlarda daha çok savunma pozisyonundaydı. Bunlara ek olarak Sünni köktenciliğin özellikle kuzeyde yükselmesi ve silahlanması, El Kaide’nin Lübnan’a sızması, hükümetin Hizbul Tahrir’i yasallaştıran kanunu onaylaması da Lübnanlı Şiileri ve Hizbullah’ı kaygılandırmıştır.[ix]

Hizbullah’ın asker kaçırma eylemi bu koşullar altında gerçekleşmiştir. Öncelikle Gazze krizi Hizbullah’a eylemi için uygun ortam sunmuştur. Yeni bir cephe açarak hem İsrail’i baskı altına almış hem de HAMAS’ı rahatlatmıştır. Başlıca hedefi ülke içindeki siyasal ve askerî konumunu güçlendirmektir. Bunun yanında silah bırakması yönündeki hem uluslararası (BMGKK 1559) hem de iç (Lübnan Ulusal Diyalogu) baskıları ortadan kaldırmak istemektedir. İsrail’le savaş ortamında kimse Hizbullah’tan silah bırakmasını isteyemez. İstese de Hizbullah bu talepleri dikkate almamak için meşru bir gerekçeye sahiptir. Hizbullah ayrıca Lübnan içindeki gruplara ve dışarıya, ülkede ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Son olaylar gerçekten de hükümetin örgüt karşısındaki zayıflığını kanıtlamıştır. Hizbullah, “Lübnan’da belirleyici benim” mesajını vermektedir. Bunun yanında Hizbullah ve Nasrallah’ın hem Arap halkları hem de Lübnanlı Şiiler arasında popülaritesinin arttığı kesindir. Hele İsrail hapishanelerindeki tutukluların serbest bırakılması sağlanabilirse destek daha çok artacaktır.

Kendi adına bu amaçlarla eylemi gerçekleştirdiğini düşündüğümüz Hizbullah açısından şüphesiz bazı olumsuz sonuçlar da doğmuştur. Öncelikle Hizbullah kendi ülkesini silahlı çatışma ortamına sokmuştur. Birçok Lübnanlı Hizbullah’ı “ülkeyi karanlık bir tünele sokmakla” suçlamaktadır.[x] Ülkenin maruz kaldığı yıkımın sorumlusu olarak görülmektedir. Bunun yanında ülkeyi ekonomik olarak da zarara uğratmıştır. Hem onarım çalışmaları nedeniyle harcanacak paralar hem de yüksek gelir beklenen turizm sezonunda sektörün büyük yara alması nedeniyle, Hizbullah’ın aldığı tek taraflı kararların sonuçlarının tüm ülkeyi etkilediği düşünülmektedir.[xi]

Ayrıca ülkede zaten var olan kamplaşmayı körüklemiştir. Basit şekilde taraflar Şiiler (nüfusun yaklaşık yüzde 35’i) ve diğer gruplardır (Sünni, Şii ve Dürziler). Lübnan’da yayımlanan An Nahar gazetesinin kriz sırasında attığı başlık şöyleydi: “Ülke için mi direniş yoksa ülkeye karşı direniş mi?”. Artık Lübnan’da Hizbullah’ın ülke çıkarlarına aykırı hareket ettiğini düşünen önemli bir kesim bulunmaktadır. Lübnanlı siyaset bilimci Saad Ghorayeb Hizbullah’la ilgili olarak şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “Açıkçası diğer kesimlerin düşüncelerini çok fazla umursamıyorlar. Kendi toplumlarının desteklerine sahipler”.[xii] Bu da Hizbullah’ın gündeminin Lübnan’ın gündeminden farklı olduğunu göstermektedir. Hatta eylem “Hizbullah’ın Suriye karşıtı parlamentoya bir darbe girişimi” olarak bile yorumlanmıştır.[xiii] Bu kamplaşma mezhepsel gerilimleri tırmandıracaktır. Bunun yönetime yansıması beklenebilir. Bu da, Hizbullah’ın da içinde olduğu hükümette kriz yaratabilir.

c. İran

Yaratılan bu durumu İran açısından, ABD’yle süren nükleer kriz ve İsrail’le genel rekabeti çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. İran özellikle Ahmedinejat’la beraber kendi çatışmasını İslam dünyası-Batı çatışmasına dönüştürmek istemektedir. Böylece cepheyi genişletmek amacındadır. Bu yaklaşım İran’ın son krizlere yönelik açıklamalarında net olarak görülmektedir. İsrail’in Suriye’ye de saldırma olasılığı üzerine “böyle bir saldırıyı tüm İslam dünyasına yapılmış olarak kabul edeceklerini ve karşılık vereceklerini” söylemesi ve Hizbullah’ın eylemlerini “tüm İslam dünyası için gurur kaynağı” olarak takdim etmesi bu düşüncenin ürünüdür.[xiv] İran’a göre İslam cephesinin oluşturulmasında İsrail kilit rol oynayacaktır. İsrail’in tüm saldırıları Arap kamuoylarında nefreti körüklemektedir. İsrail savaşın içine çekilebilirse, İran’ın da amaçlarına hizmet edecektir.

Bunun yanında Lübnan’ın kaybedilmesi ve Hizbullah’ın zayıflaması da İran için kabul edilemez bir durumdur. Güney Lübnan, İran’ın İsrail’e karşı ön saldırı ya da savunma hattı niteliğindedir. İran doğrudan çatışmada askerî kapasite olarak İsrail’e karşı zayıf konumdadır. İsrail’e zarar verebilmek için Hizbullah büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle Suriye’yi ve Hizbullah’ı Lübnan’da güçlendirecek her türlü girişim İran’ın da çıkarınadır.

Ayrıca İran, kendisine zarar verilirse bölgede oynayabileceği kartları göstermek istiyor olabilir. Kendisine yönelik askerî operasyon düşüncesi varsa, muhtemelen bu risklerin önceden dikkate alınmasını sağlamaya çalışmaktadır. Nükleer müzakerelerde pazarlık gücünü de artırmaktadır. Son olarak İran, nükleer kriz bağlamında zaman kazanmayı ve baskıyı azaltmayı da düşünmüş olabilir. Eylem gerçekten de baskının İsrail’e yönelmesine neden olmuştur. Petersburg’da yapılan G-8 zirvesi buna açık bir örnektir. İran’ı köşeye sıkıştırmak için Rusya ve AB ile ittifak içinde olmaya çalışan ABD, İran yerine İsrail gündemli bir G-8 Zirvesi yaşamıştır. İran ve Rusya üzerinde baskı kurmaya çalışan ABD, gündemin İsrail-Filistin-Lübnan cephesine dönüşüne tanık olmuştur.[xv] Asker kaçırma olayının, Ali Laricani ve Avrupa Birliği arasındaki görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasından bir gün sonra gerçekleşmesi tesadüf olmayabilir.[xvi]

3. İsrail Ne Yapmak İstiyor?

İsrail’in yürüttüğü kapsamlı operasyonlara bakılınca hedefin sadece askerleri kurtarmak olmadığı, daha büyük bir amaca hizmet ettiği açıkça gözükmektedir. İsrail, eylemlerin arkasında İran’ın olduğunu, mesajın esas bu ülke tarafından verildiğini düşünmektedir.[xvii] Bu nedenle İsrail’in mesajları da İran’a ve Suriye’ye yöneliktir. İsrail bu ülkelere, kozlarının kendi karşısında ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. Gerçekten Gazze operasyonu HAMAS’ın İsrail karşısındaki zayıflığını açıkça göstermiştir. HAMAS’lı bakanlar uykuları sırasında tutuklanarak İsrail hapishanelerine konulmuştur. Ancak Hizbullah için aynı değerlendirmeyi yapmak mümkün değildir.

Suriye, Lübnan’dan askerlerini çekmiş olsa da, ülke halen Suriye istihbaratının etkisindedir. Hizbullah silahlarını bırakmamıştır ve çok güçlüdür. Parlamentoyu kaybetse de, Hizbullah hâlâ siyasal süreci tıkayacak potansiyele sahiptir.[xviii] Guardian gazetesinden Tariq Ali’nin ifadesiyle “İsrail ve ABD, Lübnan’da kaleyi ele geçirememiştir”.[xix] Hizbullah’ın asker kaçırması, İsrail’e kendi gündemini uygulamak için fırsat yaratmıştır. İsrail “Lübnan’da kaleyi ele geçirmeye” çalışmaktadır.

İsrail’in Lübnan’a yönelik gündeminin iki önemli maddesi vardır: Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve Güney Lübnan’a (İsrail sınırı) Lübnan Ulusal Ordusunun yerleştirilmesi. İsrail şu aşamada Hizbullah’ı yok edemeyeceğini, ya da örgütün silah bırakmasını sağlayamayacağını bilmektedir. Ancak bunun altyapısını hazırlamak için fırsat yakaladığını düşünmektedir.

Bunun için İsrail, Hizbullah’ın altyapısını çökerterek ve elemanlarını öldürerek örgütü zayıflatmaya çalışmaktadır. İsrail, Hizbullah’ın silah bırakmasını sağlayamasa da, BMGK’nin 1559 no’lu kararına direnme kapasitesini azaltmak istemektedir. Lübnan Hükümeti dış yardım olmaksızın Hizbullah’ı sınırlandıracak ve silahsızlandıracak güce sahip değildir. Hizbullah’ın gücü zayıflatılarak içeriden daha rahat baskı altına alınması sağlanabilir. Yani bir anlamda İsrail, Lübnan Hükümetinin işini kolaylaştırmaya çalışmaktadır. Daha önce belirlediği tehdit oluşturan stratejik mevkileri bombalama fırsatını kullanacaktır. Eğer başarabilirse pazarlıkta kullanmak için üst düzey Hizbullah üyelerini kaçırmayı düşünebilir.[xx] Daha sonraki aşamada, askerden arındırılmış bir güvenlik bölgesi yaratmak isteyebilir.

İsrail Lübnan’ı bir bütün olarak sorumlu tutmaktadır. Halka ve hükümete, Hizbullah yüzünden bu olaylara maruz kaldıklarını göstermeye çalışmaktadır. Böylece Hizbullah’ı içeriden de baskı altına almak için uğraşmaktadır. Stratejinin bu aşamada başarılı olduğu söylenebilir. Halk içinde Hizbullah’a karşı bir kızgınlık oluşmuştur. Halk “Hizbullah’ın tek taraflı kararlarının bedelini ödediklerini” düşünmeye başlamıştır.[xxi] “İsrail işgali sırasında Hizbullah ulusal kahraman olarak görülüyordu ve herkes destekliyordu. Ancak şu an İsrail işgali yok ve bu nedenle savaşın sorumlusu Hizbullah ve kurbanın da kendileri” olduğunu düşünmektedirler.[xxii]

Nasrallah kriz sırasında yaptığı bir açıklamada “Yıkılanlar sadece bizim evlerimiz, ölenler sadece bizim çocuklarımız olmayacak” diyerek yeni bir stratejinin işaretlerini vermiştir. Açıklamadan hemen sonra Hayfa saldırısı gerçekleşmiştir. Böylece çatışma ilk kez İsrail’in içine taşınmıştır. Bu da İsrail’in, “düşmanları onların topraklarında yenme” olarak özetlenebilecek askerî doktrinini alt üst etmiştir.[xxiii] Hayfa saldırısı ve Tel Aviv’in hedef olduğu yönündeki tehditler, İsrail’in yeni bir savunma stratejisi geliştirmesine neden olabilir. Hizbullah’ın sınırdaki roket sistemlerini yok edecek ve bir daha yapımını engelleyecek tedbirler alabilir.[xxiv] Hava savunma sistemleri üzerine yoğunlaşabilir. Lübnanlı siyaset bilimci Saad Ghorayeb’e göre, “İsrail içindeki saldırılar bu ülkenin yenilmezlik mitinin yıkılmasına neden olabilir. Gücün, askerî kapasiteyle aynı olmadığını gösterecek ve İsrail’in caydırıcılık gücünü azaltacaktır”.[xxv] Bu nedenlerden ötürü İsrail’in çok sert yanıt vermesi kaçınılmazdır.

İsrail, aynı zamanda bir güç gösterisine de girmiştir. Burada hem İran’a ve Suriye’ye hem de kendi kamuoyuna yönelik mesajlar vermektedir. Öncelikle Gazze ve Güney Lübnan’dan çekilmesinin HAMAS ya da Hizbullah’ın direnişi nedeniyle gerçekleşmediğini göstermektedir. Geri çekilmeler sırasında hem HAMAS hem de Hizbullah zafer kazandıklarını savunmuştu. Ancak İsrail şunu gösteriyor ki, eğer bu bölgelerde güvenliğine tehdit oluşturacak herhangi bir gelişme olursa, buralara yeniden girerek güvenliğini sağlayacaktır. Buraların halen kendi kontrolünde olduğunu göstermektedir. Böylece çekilmeler konusunda tereddüdü olan iç kamuoyunu da rahatlatmaktadır. Batı Şeria’dan da tek taraflı geri çekilme planını uygulamak isteyen hükümet, “buradan çekilsek de kontrol yine bizde olacak” mesajı vermektedir. Bunun yanı sıra, Başbakan Olmert ve İşçi Partisi Lideri ve Savunma Bakanı Amir Peretz’in kriz anlarında gerekli sert tedbirleri alıp alamayacakları konusunda şüpheler bulunmaktaydı. Zayıf olarak düşünülen hükümet ters psikolojiyle sert tedbirler alıyor olabilir. Son kamuoyu yoklamaları halkın hükümete olan güveninin arttığını göstermektedir.

Olaylar Nereye Kadar?

Büyük resme bakınca şu açıkça gözükmektedir ki, savaş İsrail-Lübnan boyutundan daha geniştir. Konunun ABD boyutu da olmakla beraber esas mücadele İsrail-İran arasındadır. İki ülke de doğrudan bir çatışmaya girmek istememektedir. Bu nedenle çatışmalar büyük ihtimalle Lübnan’la sınırlı kalacaktır. Tarih boyunca olduğu gibi bölgesel rekabetlerin bedelini yine bu ülke ödeyecek gibi gözükmektedir.

İsrail Lübnan’da halen kendi lehine işleyen süreci tersine çevirmek istemeyecektir. Bu bütün kazanımlarının kaybedilmesi anlamına gelir. Zaten İsrail’in çatışmaları bölgesel bir savaşa dönüştürmemesi ve Lübnan’a tekrar girmemesi yönündeki düşünceler İsrail basınında da savunulmaktadır.[xxvi] Bu nedenle amacına ulaşmak için hava ve denizden saldırıları tercih edecektir. Kara operasyonları özel durumlarda gündeme gelebilir.[xxvii] Olayların daha da büyümesi İran ve Suriye’nin işine gelecektir. Bu yüzden işgal ya da olayların başka ülkelere sıçraması ihtimali son derece zayıftır. İsrail işgal peşinde olmasa da askerden arındırılmış bir tampon bölge yaratmak isteyebilir. Böylece daha sonra Lübnan ordusunun gelip kontrol altına alabileceği bir alanı onlar adına hazırlamak isteyebilir.[xxviii] İsrail şimdiye kadar kaçırılan askerlerini hiçbir zaman bırakmamıştır.[xxix] Bu olaylarda da askerlerini geri almak için sonuna kadar çabalaması beklenir. Bu nedenle de, amaçlarına ulaştıktan sonra tansiyonu düşürüp, belli kanallar aracılığıyla Hizbullah’la müzakereye oturabilir ve esir değişimi gündeme gelebilir.

Tüm aktörlerin konuya bakışları düşünüldüğünde, krizin Lübnan’la sınırlı kalması büyük olasılıktır. İsrail eline geçirdiği fırsatı değerlendirecek ve Hizbullah’ı zayıflatmaya ve baskı altına almaya yönelik saldırılarına devam edecektir. Suriye, İran ve Hizbullah ise çatışmayı İsrail’in içine daha fazla taşımayacaktır. Çünkü burada amaç neler yapabileceklerini göstermek ve korkutmaktır. Şu aşamada Tel Aviv gibi kentlerin vurulması pek mümkün gözükmemektedir. Bu İsrail ile İran arasında doğrudan bir çatışmayı bile gündeme getirebilir. ABD, İsrail’e hedeflerini gerçekleştirebilmesi için belli bir süre göz yumduktan sonra krizin sona ermesi için çaba sarf edecektir. Son olarak ileriki aşamada, mevcut hükümetin Hizbullah karşısındaki zayıflığı nedeniyle, Güney Lübnan’a uluslararası bir gücün yerleştirilmesinin gündeme geleceği düşünülebilir.

ÖZEL BÜRO

İsrail-Lübnan "Savaşı": Taraflar, Çıkarlar, Stratejiler - image00131

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir