Türklerde demokrasi kültürü ve Potlaç geleneği

Almanya ve Türkiye; her iki ülke de sözüm ona parlamenter demokrasi ile yönetiliyor(du). "Sözüm ona" diyoruz; çünkü Türkiye'de uygulanan parlamenter sistem, eskilerin tabiriyle "nev'i şahsına münhasır" bir parlamenter demokrasidir. Yani "kendine has" demek istiyoruz. Siz buna "hilkat garibesi" de diyebilirsiniz! - kurultay

Almanya ve Türkiye; her iki ülke de sözüm ona parlamenter demokrasi ile yönetiliyor(du). “Sözüm ona” diyoruz; çünkü Türkiye’de uygulanan parlamenter sistem, eskilerin tabiriyle “nev’i şahsına münhasır” bir parlamenter demokrasidir. Yani “kendine has” demek istiyoruz. Siz buna “hilkat garibesi” de diyebilirsiniz!

Bazıları ise Türkiye’deki demokrasiyi “Türk tipi demokrasi” olarak adlandırıyorlar. Ucundan, kıyısından bir demokrasi demektir bu. Bu adlandırmada bir miktar ironi, dalga geçme ve Türk Milleti’ni aşağılama da saklıdır aslında. Sanki Türk Milleti, aşağılanacak bir milletmiş gibi. Oysa Türk Milleti, en eski çağlarda bile bugünkü demokrasiden çok daha ileri bir demokrasiyi hayata geçirmiş bir millettir.

Zira kadim Türk Tarihi’nden öğreniyoruz ki; Türkler, kağanlarını, sıradan halkın da iştirak edip oy kullandığı geniş katılımlı demokratik yöntemlerle seçiyorlardı. Bu iş, aşağıda “Potlaç” geleneğinden bahsederken de belirtileceği gibi; farklı boylara mensup insanların boy beyini, boy beylerinin de beylerbeyi durumundaki Kağan veya Hakan’ı seçmesi yöntemiyle hayat buluyordu. Bu yöntem, tıpkı bugün ABD’de uygulanan seçim yöntemini andırıyordu. Yani seçmenler, ilk önce başkan konumundaki Kağan’ı seçecek delege veya ikinci seçmen konumundaki kendi boy beylerini seçiyorlar, onlar da toplanıp “Toy” adı verilen, şölenli, şenlikli toplantılarda başkan konumundaki Kağan’ı ya da Hakan’ı seçiyorlardı.

Bunun adı “TÖRE” idi. Töre, “yasa” ve “kanun” anlamına gelirdi Türklerde. “Töre’nin konuştu(ruldu)ğu yer ve zamanlarda Han mutlaka susardı”. Türk Milleti’nin en güçlü olduğu zamanlar, işte bu, Töre’nin konuşup Han’ın sustuğu zamanlardır. Töre’nin susup Han’ın, yani liderin konuştuğu zamanlar ise Türk Devleti’nin zayıflayıp yıkıldığı, Türk Milleti’nin de dağıldığı, boyların birbirleriyle mücadeleye giriştiği dönemlerdir. Sıradan halkın da katıldığı geniş katılımlı kurultaylar, bir anlamda hakanın meşruiyetinin tazelendiği, yeniden güvenoyu alıp onaylandığı veya zayıf kişilikli ve kötü karakterli hakanların iktidardan indirilip, yerine yenisinin getirildiği bir demokrasi şöleniydi. İktidardan inmek istemeyen, töreye uymayan veya töreyi kendine uydurmaya çalışan hakanlar ise halk tarafından güç kullanılarak tahttan indirilirdi. Ya da ikna edilerek töreye uygun davranmaya zorlanırdı ki; bunun en canlı örneği ünlü Göktürk Hakanı Bilge Kağan’dır. Bilge Kağan, bir ara Töre’ye aykırı olarak Çinlilerin de dini olan Budizm’i resmi din olarak tanımak istemiş, ancak başta vezir Bilge Tonyukuk olmak üzere, halkın desteğini arkalarına alan devlet ileri gelenlerinin ve herhalde kendisini hakan seçen boy beylerinin (aksi takdirde sana verdiğimiz desteği çekeriz) uyarısıyla bundan vazgeçmek zorunda kalmıştır.

Potlaç Geleneği

Bu anlamda “Potlaç” geleneğini iyi okumak ve bilmek gerekiyor galiba. Potlaç, iktidara gelmek isteyen hakan adayının, en azından ikinci seçmen veya delege konumundaki boy beylerine bir ziyafet tertip ederek, sınırlı sayıdaki şahsi malları dışındaki bütün mal varlığını gönüllü olarak onlara yağmalatması ve böylece kendisine temiz bir sayfa açmasıdır özetle. Bu terenler çok geniş katılımlı olduğu için, bu törenlere sıradan halkın katıldığı da kabul edilmelidir. Öte yandan, boy veya oymak beyi olmak isteyenlerin de, daha yerel düzeyde ve sıradan halka yönelik olmak üzere benzer davranışlar sergilediği kabul edilmelidir.

Bu konuda Prof. Dr. Nurullah Çetin Hoca’nın çok güzel inceleme ve tespitleri vardır. 1998 yılında Sabah gazetesinde yazmış olduğu “Han-ı Yağma” başlıklı yazısında “Türk Dili Dergisi’nin 1977 Kasım ayı sayısında Yrd. Doç.Dr.Nurullah Çetin’in çok ilginç bir araştırması yayınlandı. Çetin ‘Han-ı Yağma’ nın ortaya çıkışını anlatıyor.” diyen Prof. Dr. Güngör Uras, muhtemelen hocanın dile getirdiklerine bir miktar takla attırmak suretiyle ve biraz da alaycı biçimde şöyle diyor: “Ben sonradan olma sanırdım. Meğer anadan doğma imiş!… Yağmacılık bizim kanımızda varmış. Biz yağmacılığı Orta Asya’da öğrenmişiz. Orta Asya’da Türk beyleri, halkın üzerinde hakimiyet kurmak, halkı kendine bağlamak için devlet malını ortaya yığar sonra yağma ettirirmiş. Buna da ‘han-ı yağma’ denilirmiş…”(1)

Şahsen, Nurullah Çetin’in, bu konuda Güngör Uras gibi düşündüğünü zannetmiyorum. Güngör Uras, hakanın devletin malını halkına yağma ettirdiğini söylüyor. Oysa bu yanlıştır; yağma ettirilen mal, devletin değil, hakanın şahsi malları olmalıdır. Zaten Güngör Uras’ın konuya gayri ciddi olarak yaklaştığı, 1964 doğumlu olan Nurullah Çetin’i, 1977’de 13 yaşında iken Yard. Doç. yapmasından da bellidir! Zira Sayın Nurullah Çetin, 1977 yılında değil, 1997 yılında Yard. Doç. olmuştur. Dolayısıyla; Güngör Uras’ın istifade ettiği yazıyı da 1977’de değil, olsa olsa 1997’de yazmış olmalıdır.

Esasen Prof. Dr. Nurullah Çetin de bizim tahmin ettiğimiz gibi anlatıyor “Türk Milleti’nin Kurtuluşu, Modern Potlaç Uygulamasında” başlıklı yazısında, bu Potlaç geleneğini. Şöyle diyor söz konusu yazısında:

Eski Türk geleneğinde Türk boyları ve boy beylerinin, bölünüp parçalandıklarında ve dara düştüklerinde ziyafetle uyguladıkları bir birleşme ve bütünleşme yöntemi vardır. Dede Korkut’ta da belirtildiği üzere eski Oğuz Türklerinde şölenler, ziyafetler meşhurdur. Bunlar için potlaç, kençliyü, han-ı yağma, şölen ve toy gibi terimler kullanılır. Bu ziyafet türlerinden biri de potlaç olup bu geleneğin bir şekli de şöyleydi: Bütün Türk boylarını birleştirip hepsinin beyi olmak isteyen yani beylerbeyi olmak isteyen bey, büyük bir ziyafet verir ve bütün beyleri çağırırdı. Ziyafete gelen beyler, ziyafet sahibinin beyliğini kabul etmiş sayılırdı. Gelmeyen de bu Türk birliğine katılmadığını, ayrı baş çekmeye devam edeceğini belirtmiş oluyordu. Ziyafette yenilir içilir, sonra ziyafeti veren bey, özel eşyalarını alıp, geri kalan malını mülkünü, evini barkını, çadırını, atlarını, koyunlarını nesi varsa, ziyafete katılan beylere ve halka yağmalatırdı. Bu sembolik davranışıyla beylerbeyi, ‘beylik almakla, milleti ve devleti soyup soğana çevirmekle değil; vermekle olur’ demek isterdi. Böylece hâkimiyetini, beylerbeyliğini ilan etmiş, Türk milleti de güçlü, büyük toplumsal birliğine kavuşmuş olurdu.”(2). 

Görüldüğü gibi, hocanın anlattıklarında, beylere verilen siyasi rüşvet ya da maddi menfaat karşılığı kendine bağlama niyeti seziliyor bir miktar. Bu durumda Güngör Uras’ın “Orta Asya’da Türk beyleri, halkın üzerinde hakimiyet kurmak, halkı kendine bağlamak için devlet malını ortaya yığar sonra yağma ettirirmiş.” şeklindeki çıkarımı (devlet malı dışında) doğruluk kazanmış oluyor bir anlamda!

Ancak Nurullah Çetin ile bu konuda sosyal medya vasıtasıyla yapmış olduğumuz bilgi alışverişinde ilave olarak ve anlam itibarıyla şunları söyledi kendisi: “Potlaç, çok geniş katılımlı olduğu için, bu törenlere sıradan halkın katılımı da söz konusudur. Hakan adayının şahsi mallarının yağmalanması, seçimden sonra olduğu için, burada siyasi rüşvetten söz edilemez. Esasen hakan adayının sahip olduğu mal ve eşyalar da yağmaya katılan diğer insanlardan çok farklı değildir. Neyi var ki kime ne versin. Bu uygulamanın amacı bir anlamda hakanın ‘devletin ve kamunun malını çalmayacağım. Neyim varsa hepsi bundan ibarettir.’ demesine fırsat vermektir aslında…”

Benim Potlaç hakkında verilen bu bilgilerden anladığım özetle şudur: Hakan bu hareketiyle bir anlamda kamuoyuna mal beyannamesi vermekte, “görev sırasında ve görev süresi sonunda bunlardan farklı olarak neyim varsa benden hesabını sorun” demekte ve kendisine bir beyaz sayfa açmaktadır. Bizim tahminimize göre bu hareket, sadece hakanların işbaşına gelişlerinde değil, görev süresi boyunca da meşruiyetini güçlendirmek ve güven tazelemek için zaman zaman başvurduğu bir yöntem olmalıdır. Tıpkı bugün devlet memurlarının her beş yılda bir Mal Bildirimi Beyannamesi vermeleri gibi. Ya da siyasilerin her seçimden sonra zorunlu olarak devlete mal bildiriminde bulunmaları gibi..

Bu bilgilerden şöyle bir çıkarımda da bulunmak mümkündür aslında: Türklerde servet biriktirme, fazla rastlanan bir durum değildir. Servet birikimi, esasen yerleşik hayata geçmiş toplumlarda görülür ve yerleşik hayatı zorunlu kılar. Türkler, genelde konar-göçer bir hayat tarzını benimsedikleri için, servet biriktirmeleri fazla olası değildir. Zira bu hayat tarzında serveti taşımanın ve korumanın da başlı başına bir mesele teşkil edeceği aşikâr. Bu sebeple ister sıradan halk olsun, isterse bey olsun, Türklerin serveti olsa olsa at, koyun, keçi ve sığır sürüleriyle, kullandıkları kap-kacak ve giyecek türü eşyalardan, ayrıca savaş gereçlerinden ibaretti. Beylerbeyi, yani kağan olmak isteyen bey de zaten bazı zati eşyaları dışında sahip olduğu şahsi mallarını halkına gönüllü bir şekilde yağmalatarak onlardan kurtuluyordu. İslam’ın tesis ettiği Zekât kurumunda bu tür zati eşyalara “Havaici Asliye”, yani “Aslî İhtiyaç Malzemeleri=Temel ihtiyaç Malzemeleri” denir ki; bilindiği gibi Müslümanlar “havaici asliye” dışında sahip oldukları mallardan belli oranlarda zekat vermek durumundadırlar.

Bunları dikkate alarak, Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun Hoca’nın Ankara’da Milli Düşünce Merkezi’nde vermiş olduğu bir konferansta, 6. yüzyılda yaşamış olan ve kardeşi Bumin Kağan ile birlikte Göktürk Devleti’ni kuran İstemi Yapgu’nun çadırı hakkında anlattıklarına itiraz ettiğimi hatırlıyorum. Zira hoca, yanlış hatırlamıyorsam bir elçilik heyeti ile Batı Göktürkleri’nin idarecisi konumundaki İstemi Yapgu’nun çadırına giden bir Bizanslı’nın anlattıklarından hareketle, İstemi Han’ın çadırını, adeta Sultan Süleyman’ın billur Sarayı’nı anlatır gibi anlatmıştı konuşmasında. Anlattığına göre; birkaç odalı çadır, altın ve elmas türü kıymetli madenlerle süslü direklerin üzerinde, kumaşı atlastan, yerdeki sergileri ipektendi! Oysa İstemi Yabgu, ağabeyi Bumin Kağan ile birlikte devletin iki kurucusundan birisiydi ve ikinci adam pozisyonunda bulunuyordu. Çok geçmeden devlet ikiye ayrılmış, devletin ağırlık merkezini teşkil eden Doğu Göktürkleri Bumin Kağan ve oğulları tarafından yönetilirken, Batı Göktürkleri, Yabgu unvanıyla İstemi Han ve oğlu Tardu tarafından yönetilmiştir. İstemi Yabgu’nun, kısa sürede böyle gösterişli bir çadırda oturacak derecede zenginleştiği pek akla uygun görülmüyor bize göre.

Öte yandan yine bizim kanaatimizce Türkler, servet biriktirmeyi, çok sonraki tarihlerde olmak üzere; başkalarının malına el koyarak zenginleşen Araplardan ve Bizanslılardan öğrenmiş olmalıdırlar. Özellikle de Türkistan’ın bütün zenginliklerini yağmalayıp, Emevilerin taht merkezi Şam’a ve Abbasilerin taht merkezi olan Bağdat’a taşıyan Müslüman Araplardan!

Parlamenter Demokrasiye Elveda 

Yazımızın girişinde; “Almanya ve Türkiye; her iki ülke de sözüm ona parlamenter demokrasi ile yönetiliyor(du).” dedik. Çünkü Türkiye, “Parlamenter sistem başarısız oldu” diyerek 2019’dan itibaren başkanlık sistemine dönüş yapmaya karar vermiş bulunuyor. Bu bir anlamda, ülkemizin bir asır öncesine, yani Padişah’ın tek yetkili olduğu döneme dönmesi demektir. Muhalefete bakarsanız, Cumhurbaşkanının 2019’dan itibaren kullanmaya başlayacağı yetkiler padişahlara (Deniz Baykal’a bakılırsa peygamberlere) bile verilmemiştir!

Bir asır önce yaşanan Birinci Cihan harbinde müttefikimiz olan Almanya ise parlamenter sistemle hemen her yönden harikalar yaratmaya devam etmektedir ki; Alman ekonomisinin gücü, Türk ekonomisinin yaklaşık 4 katı büyüklüğündedir bugün. Almanya, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Dünya beşten büyüktür” diyerek itiraz ettiği BMGK’nin adeta 6. üyesi konumuna gelmiş bulunmaktadır. Zira pek çok uluslararası sorunu çözmek için toplanan BMGK, 5 daimi üyeye ilave olarak Almanya’nın da iştirakiyle toplantılar yapmaktadır artık. Çünkü Alman ekonomisi, BMGK’de veto hakkı bulunan üyelerin, mesela Rusya’nın ekonomik gücünü neredeyse üçe katlamaktadır günümüzde. Alman hükümeti, bütçe açığını kapatmak için değil, bütçe fazlasının nerelere harcanması gerektiğiyle kafa yormaktadır. Çünkü bütçesi sürekli fazla vermektedir Almanya’nın.

Dün bir TV kanalında verilen haberlerden öğrendiğim kadarıyla; Almanya’da asgari ücret 5400 TL. Yani Türkiye’deki asgari ücretin neredeyse 4 katı. Buna karşılık Alman gâvurunun 23 TL’ye yediği eti, necip Türk Milleti 40 TL’ye, Alman kâfirinin 3-4 TL’ye yediği tavuğu, asil Türk Milleti’nin fertleri, 8-10 TL’ye yemektedir. Öte yandan, Almanya’da kişi başına düşen milli gelirin de, Türkiye’dekinin yaklaşık 5 katı olduğu bilinmektedir. 2016 rakamlarına göre; Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir 9.179 Dolar iken, Almanya’da bu rakam 42.388 dolar.

Peki Almanya, tek adam yönetimiyle mi gelmiştir bu seviyeye? Elbette hayır! Gerek Almanya, gerekse ekonomik güç ve halkın refah seviyesi bakımından önde gelen Avrupa ülkelerinin hemen tamamı, parlamenter demokrasi sayesinde yakalamışlardır bu göz kamaştırıcı başarıyı. Sadece Fransa’da yarı başkanlık diye bir rejim bulunmaktadır.

Ben kendimi bildim bileli (1968’den sonra) Almanya, Willy Brand, Helmut Schmidt, Helmut Kohl, Gerhard Schröder ve Angela Merkel olmak üzere 5 ayrı Başbakan görmüştür. Yani yarım asırda sadece 5 başbakan değişmiştir Almanya’da. Ortalama 10 yılda bir başbakan değiştiği anlamına gelmektedir bu. Peki aynı sürede Türkiye’de kaç Başbakan değişti acaba sayısını bilen var mı?

Birkaç gündür Wikipedia kapalı olduğu için belki net sayamam ama 1968’den sonra şu isimler Türkiye’de başbakan olarak görev yapmışlardır: Süleyman Demirel, Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu, Bülent Ecevit, Sadi Irmak, Bülent Ulusu, Turgut Özal, Yıldırım Akbulut, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Necmettin Erbakan, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu, Binali Yıldırım. Doğru sayabildimse, sadece 1968’den bu yana Türkiye’de 16 ayrı başbakan görev yapmıştır. Bu hesapla, 1968 yılından sonra Türkiye’de ortalama her 3.1 yılda bir başbakan değişmiş demektir. Bunun anlamı şudur; Alman ekonomisi Türk ekonomisinden 4 kat, Almanya’daki parlamenter sistem ise Türkiye’dekinden 3.2 kat daha başarılıdır.

Daha önceki tarihlerde görev yapan isimlerle birlikte, 94 yıllık Cumhuriyet tarihimizde 27 ayrı başbakan görev yapmıştır Türkiye’de. 1923 yılından 1968 yılına kadar geçen 45 yılda 11 başbakan, 1968 yılından 2017 yılına kadar geçen 49 yılda 16 başbakan. Demek ki; 1923-1968 yılları arasında Türkiye çok daha istikrarlı hükümetler tarafından yönetilmişledir. Çünkü son 49 yılda her 3.1 yılda bir başbakan değişirken, önceki 45 yılda her 4.1 yılda bir başbakan değişmiştir bu ülkede.

Peki, neden? Yani Almanya’daki parlamenter sistem, Türkiye’dekinden neden daha başarılıdır? Ya da Türkiye’deki parlamenter sistem, Almanya’dakine kıyasla neden daha başarısızdır? Ben konunun fazla uzmanı değilim ama bu konuda yine de pek çok sebep sayabilirim size. Bana göre; bu konuda iki büyük sebep vardır. Bunlardan ilki ve en büyüğü; Almanların ve Türklerin demokrasiye olan inançlarındaki farklılık, ikincisi de ekonomik güçtür.

Kişi başına gelirin yüksek ve gelir dağılımın nispeten daha adil olduğu güçlü ekonomilere sahip ülkelerde siyaset kurumu da daha güçlü ve daha istikrarlı olmaktadır. Zayıf ekonomilerin demokrasileri ve buna bağlı olarak iktidarları da zayıf ve istikrarsızdır. Yani ekonomi ile siyasal istikrar ve güçlü demokrasi arasında doğrusal bir ilişki bulunmaktadır.

Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü tarafından hazırlanan 2017 Basın Özgürlüğü raporuna göre; Türkiye180 ülke arasında 155’inci sırada yer almış. Rapora göre; Türkiye son 12 yılda tam 56 sıra gerilemiş bulunmaktadır. Washington merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’un “Basın Özgürlüğü 2017” raporuna göre ise Türkiye 199 ülke arasında 163’üncü sırada. Bu konuda fazla söze gerek yok; insanların demokratik yoldan en kolay bilgiye ulaşım kaynağı olan dünyanın en büyük ve en özgür internet ansiklopedisi kabul edilen Wikipedia’ya 29 Nisan’dan beri ulaşılamayan bir ülkede yaşıyoruz biz…

________________

1-http://www.gungoruras.com/easyview.asp?idx=8557&tablo=easyqwx2,

2-

Almanya ve Türkiye; her iki ülke de sözüm ona parlamenter demokrasi ile yönetiliyor(du). "Sözüm ona" diyoruz; çünkü Türkiye'de uygulanan parlamenter sistem, eskilerin tabiriyle "nev'i şahsına münhasır" bir parlamenter demokrasidir. Yani "kendine has" demek istiyoruz. Siz buna "hilkat garibesi" de diyebilirsiniz! - kurultay

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir