Kur’an’da “Gece yürüyüşü” anlamındaki “İsrâ” kavramı geçer ise de “Göklere Yükselme” anlamındaki “Miraç” kavramı geçmez.
Dolayısıyla; Miraç kavramı ile ilgili olarak anlatılanlar, bazı ayetlerin de aşırı ve yanlı yorumlanmasıyla sonradan uydurulmuş bilgilerdir.
Hz. Peygamber, böyle bir hadiseyi yaşamış olsa bile, bu hadise, Merhum Yaşar Nuri Öztürk’ün de söylediği gibi; olsa olsa ancak rüyada yaşanmış bir hadisedir.
Hepimizin başına gelmiştir rüyada göklere uçmak, hatta bazen uçurumlardan yuvarlanmak, dipsiz boşluklara düşmek!
Dolayısıyla; Hz. Peygamber’in “Göğe yükselme” şeklinde yaşamış olduğu olay da, eğer Hz. Peygamber gerçekten bununla ilgili bir beyanda bulunduysa, muhtemelen bu olay rüyada yaşanmış bir olay olmalıdır.
Kur’an ayetlerinin vahiy yollarından, yani Hz. Peygamber’e ulaşma yollarından birkaçı: Cebrail’in kendi suretinde gelerek ayetleri peygambere okuyup ezberletmesi, Cebrailin insan suretinde gelip ayetleri okuması ve ezberletmesi, sadık rüyalar ve içe doğma şeklindedir.
Anlamadığım şudur benim; Müslümanlar, yaklaşık 14 asırdır inandıkları, bireysel hayatlarına ve zaman zaman sosyal hayatlarına uyguladıkları, çoğu kere devlet yönetimlerinde bile esas aldıkları, uğruna savaştıkları kimi Kur’an ayetlerinin, Hz. Peygamber’in rüyasında veya yarı uykulu iken geldiğini kabul ederler de neden (eğer böyle bir olay varsa) Miraç olayının rüyada gerçekleşmiş olabileceğini kabul etmezler!
Galiba, Yahudilerle pek çok konuda olduğu gibi peygamber yarıştırma konusunda da rekabete giren bir kısım İslam uleması, Hz. Muhammed’i, Hz. Musa’dan daha üstün göstermek için, onun Tur Dağı’na tırmanarak Allah ile konuşmasını gölgede bırakmak maksadıyla, Hz. Muhammed’i Nur ve Sevr dağlarına çıkarmakla yetinmemişler, o dağlardan alıp daha yükseklere çıkarmak istemişler ve böylece onu “Miraç” hadisesi ile göklerde uçurmayı tercih etmişlerdir!
Esasen Hz. Peygamber, 14 asırdır bir türlü yere indirilmemiştir.
Eğer indirilseydi İslam Dünyası bu halde olmazdı.
Oysa Miraç hadisesi kapsamında anlatılanlar, hem zaman ve mekan bakımından fizik kanunlarına aykırı ve akıl dışıdır, hem de uyanık bir insanın heyecandan ve korkudan ölmesine sebep olacak türden anlatılardır.
Halbuki; Hz. Peygamber de bir insandı, O da korkuyordu, O da heyecanlanıyordu, O da gülüyor ve ağlıyordu.
Mesela kendisine ilk ayet geldiğinde, korkusundan şoka girmiş, heyecanla dağdan aşağı düşe kalka koşarak evine gelip, örtünün altına saklanmıştır!
Hz. Peygamber, ilk vahyin geldiği anda yaşadığı hâli daha sonra eşi Hz. Aişe’ye anlatmış olmalıdır ki; Taberî (Ö.310/922), “Tarihu’t-Taberî” isimli kitabında (Ebû Cafer Et Taberî, Tarihu’t-Taberî, c.II, s. 298-9, Kahire’t.y., Darül-Maarif, V. Baskı)Hz. Aişe’nin konu ile ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“(Onun mağaradaki bu münzevî hayatı) hak kendisine gelinceye kadar devam etti. Nihayet bir gün (bir varlık) O’na geldi ve ‘Ey Muhammed! Sen Allah’ın Rasûlüsün!’ dedi. Rasulullah (SAV) hadiseyi şu şekilde anlatmaya devam etti: ‘Ayakta idim, bu sesi duyar duymaz diz üstü düştüm. Sonra tir tir titrer bir vaziyette dönüp Hatice’nin yanına girdim ve -Beni örtün, beni örtün!- dedim. Sonunda bendeki korku gitti. Sonra (o varlık mağarada, başka bir zaman) bana yine geldi ve tekrar ‘Ey Muhammed! Sen Allah’ın Rasûlüsün!’ dedi. Bunun üzerine ben kendimi dağın doruğundan atmayı aklımdan geçirdim ki, daha bunu düşünür düşünmez, o tekrar bana gözüktü ve ‘Ey Muhammed! Ben Cibril’im, sen de Allah’ın Rasûlüsün!’ dedi. Sonra ‘Oku!’ dedi. Ben ‘Ne okuyayım?’ deyince beni tuttu ve takatim kalmayıncaya dek üç kere sıktırdı ve ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku!…’ diye okuyunca ben de okudum. Sonra tekrar Hetice’ye geldim ve ‘kendim hakkında korktum!’ dedim.” (1)
Kitaplarında ve makalelerinde tıpkı bizim gibi, Hz. Peygamber’in, peygamberlikten önceki hayatında, onun daha sonra peygamber olacağına delâlet eden hiçbir işaret ve iz bulunmadığını ısrarla savunan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Bünyamin Erul, konuya ilişkin ilmî makalesinde yukarıdaki Taberî rivayeti olan Hz. Aişe hadisini zikrettikten sonra şu yorumu yapmaktadır:
“Biz olayın aslının Taberî rivayetinde anlatıldığı gibi olduğunu, ancak bu anlık düşüncenin (intihar düşüncesinin) râviler tarafından abartılarak birkaç kez tekrar eden bir eylem şeklinde takdim edildiğini sanıyoruz. Nitekim bu intihara teşebbüs olayını Şiblî de kabul etmemektedir (Mevlâna Şiblî, Asrı- Saadet, c.1, s.153)”(2)
Prof.Dr. Muhammed Hamidullah konuya farklı bir yaklaşım daha getirenlerden. İlk dönem siretçilerden İbn-i İshak’a dayanarak şöyle diyor Hamidullah: “İbn-i İshak’a göre, ilk vahiy, tabiî ki getireceği şokun etkisini azaltmak için kendisi uyurken gelmişti. Daha sonra gelen vahiyler tam bir uyanıklık halindeyken gerçekleşmiştir.”(3)
Görüleceği gibi ilk dönem siretçilerinden olan ve pek çok kaynakta, yapmış olduğu rivayetlere şüphe ile yaklaşılması gerektiğine ilişkin bilgiler bulunan İbn İshak ve onun vermiş olduğu bilgileri esas alan bazı günümüz İslam âlimleri, Hz. Peygamber’i şoktan kurtarmak için bir anda onu uyutmayı tercih etmişler! Hiç beklemediği bir anda vahiy gelince şaşırıp “şoka girmek” gibi gayet insani bir duygu ve davranışı O’na bir türlü yakıştıramamışlardır! Böyle bir düşünce, olsa olsa Hz. Peygamber’i beşerüstü bir varlık olarak telakki etmenin tabi sonucu olsa gerekir.
Bu örnekten hareketle düşünsenize; Mekke’de, şehrin hemen kenarındaki bir yamaçta, yani evinin hemen yakınında, bildiği bir mevkide başına gelen bir hadiseden dolayı, son derece insani bir duygu olarak heyecanlanıp korkan, hatta korkudan dolayı kendisini uçurumlardan atmayı bile düşünen bir insan, bir gece yarısı hiç bilmediği bir yolculuğa çıkıyor ve fizik kanunlarını alt üst edecek şekilde kendisini harikulâde olayların içinde buluyor ve hiçbir korku duymuyor!
Olacak şey değil.
Ancak ulemamız bunun da kolayını bulmuştur; hemen Allah’ın mucizesi ve yardımı devreye giriverir bu gibi açıklanmakta aciz kalınan durumlarda!
Hz. Peygamber’i, Hz. Musa’dan daha üstün gösterme arayışlarına giren Müslümanlar, yetinmezler, O’nu bir de Yahudiliğin de merkezi olan Kudüs’e götürürler ve oradan göklere uçururlar.
Ne de olsa, Kur’an’da Hz. Peygamber’in “Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürütüldüğü” söylenmektedir(4).
Müslümanlar, Mekke ile Kudüs arasındaki mesafenin yaklaşık 1500 km. olduğunu ve o günkü şartlarda bir gecede bu mesafenin kat edilmesinin mümkün olamayacağını neden akıl etmezler!
Üstelik bu yürüme işi, gecenin sadece küçük bir bölümünde olmuş, gecenin büyük bölümü göklerde geçiyor!
Arapça “Aksa” kelimesi, Türkçemize “en uzak, en son, nihayet ve ırak” şeklinde tercüme edilmektedir.
Bu kelime “Mescid” kelimesiyle birleşince “Mescid-i Aksa” oluyor.
“Mescid-i Aksa”, “En uzaktaki mescid” anlamına gelmektedir.
Merhum Yaşar Nuri Öztürk, buradan hareketle Hz. Peygamber’in o gece, Mescid-i Haram’dan ayrıldıktan sonra o noktaya en uzaktaki başka bir mescide kadar yürüdüğünü ve Kur’an’daki ayetin buna işaret ettiğini söylemektedir.
İsra ve Miraç olayının, H. Peygamber’in peygamberliğinin 12. yılında ve Hicret’ten kısa bir süre önce gerçekleştiği kabul edilir.
Hz. Peygamber’in en büyük hamisi olan Ebu Talip ve çok sevdiği eşi Hz. Hatice kısa bir süre önce ölmüştür, Müşriklerin baskıları hat safhadadır ve Hz. Peygamber o sırada büyük bir üzüntü içindedir.
Zaten bu yıllar, literatürde “Hüzün Yılları” olarak anılmaktadır.
İşte bu dönemde; demek oluyor ki; Hz. Peygamber, o gece yarısı üzgün ve yarı uykulu bir şekilde, Mescid-i Haram’dan çıkmış ve Mescid-i Haram’a en uzak noktadaki başka bir mescide kadar yürümüş ve yürürken de, Miraç kapsamında anlatılanlardan bir kısım olağanüstü hadiseler görmüş ya da hissetmiş olmalıdır.
Mekke’nin o dönemde, küçük bir kasaba hüviyetinde olduğunu dikkate alırsak, en uzak mescidin de ne kadar uzak olduğunu ve yürüme mesafesini gözümüzde canlandırabiliiz.
Aksi takdirde, müşriklerin azgınlaşıp kendisini öldürmeyi bile planladıkları bir zamanda Hz. Peygamber’in, bir gece yarısı şehirde uzun mesafeler yürümesi düşünülemez.
Okuyucularımın gözlerinde canlandırmaları bakımından söylemiş olayım; Medine’de “Mesacid-i Seb’a=Yedi Mescidler” diye bir mevki vardır.
Burası ünlü Hendek Savaşı’nın yapıldığı yerdir ve orada aynı anda üşbeş kişinin namaz kılabileceği büyüklükte yedi tane üstü açık dört duvardan ibaret basit yapılar vardır.
Rivayete göre; bu mescitler, Hendek Savaşı sırasında ashabın ileri gelenleri tarafından yapılmıştır.
Bu mescitlerin tamamı, muhtemelen bir futbol sahası genişliğindeki bir alana toplanmış durumdalar.
Hz. Peygamber’in Mescid-i Haram’dan çıkıp yürüyerek gittiği mescid de muhtemelen bu mesafede ve bu evsafta bir mescid durumundaydı.
Hadiseyi bu şekilde akla ve mantığa uygun şekilde ve insani boyutlarda anlatmak dururken; işin içine Burak isimli bir biniti sokmak, semanın katmanlarında Hz. Peygamber’i diğer bütün peygamberlerle görüştürmek, hatta onlara imamlık yaptırmak, namazların vakit ve rekat sayıları konusunda Allah ile pazarlık yaptırmak, İslam’ın özüne aykırı, uydurma bilgilerdir.
Müslümanlar, 14 asırdır işte bu türlü safsatalarla uyutulmakta ve oyalanmaktadır.
Şu anda televizyon ekranları işte bu türlü İsrailiyat türü uydurma bilgilerle yıkılmaktadır.
Bense oturmuş bir köşeye, kerameti kendinden menkul adamların elinde oyuncak olmuş Müslümanların haline acımakla meşgulüm.
Allah, Müslümanlara gerçekten acısın, çünkü işleri hakikaten zor.
Çünkü din bezirgânlarının elinde maskara olmuş durumdadır Müslümanlar…
____________
1- Bkz. Doç. Dr. Bünyamin Erul, “Hz. Peygamber’in Risâlet Öncesi Hayatına Farklı Bir Yaklaşım” başlıklı ilmi makalesi, Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) Özel Sayısı, Ankara, 2000, s.56-58.
2-Doç. Dr. Bünyamin Erul, agm.
3-. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm’a Giriş, Çev. Cemal Aydın, TDV. Yayınları, Ankara, 2005, s, 12.
4-Kur’an-ı Kerim, İsrâ, 17/1.
Bir yanıt yazın