1993’te Almanya’nın entegrasyon modeli ya da Büyük Almanya İdeali (Ekonomik, IV. Reich) doğrultusunda,
Avrupa’nın Maastricht Antlaşmasıyla AB çatısı altında,
Fakat Berlin kurallarına göre yaşanması, çalışılması, ortak ekonomik ve politik alanda işlev gösterilmesini teminenliberalleşme ve demokratikleşmeye tabi olan üyeler arasında ekonomik engeller ortadan kaldırıldı.
Küreselleşmenin geliştiği ve meyvelerinin alındığı bir dönem yaşandı…
*
Bugün AB, tarihinin en acı verici krizinden geçiyor.
Haziran’da Britanyalılar AB’den ayrılma lehine oy kullandıkları referandumda,
İnsanların blok içinde serbest dolaşımını öngören AB yasasının;
Doğu Avrupa’dan çok sayıda göçmeni Britanya’ya taşınmasına neden olduğu, ücretleri düşürdüğü, işsizliğin ve kamu güvenliğini kötüleştirdiğini iddia ettiler.
Küreselleşme karşıtı ve popülizmin yükselişine yol açan Brexit oyu kullandılar…
Londra, Avrupa alanında alternatif bir merkez haline geldi…
*
Rusya ve Türkiye ile ilişkiler, Balkanlar ve Ukrayna’da askeri gerginlikler, Yunanistan’da mülteci krizi, üyelerin ekonomik sıkıntıları fonunda da;AB giderek zayıflıyor.
Başkan D.Trump ABD’de artık Amerikalılara iş yaratmaya öncelik verileceğini vaadediyor.
Üstelik ABD, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’ndan (NAFTA) ve Trans-Pasifik Ortaklığı’ndan da çekilmiştir.
Sonuçta giderek AB krizi derinleşiyor; Aslında Almanya’nın “Ekonomik, IV. Reich” inın inşa edilmesine yönelik planları darbeleniyor…
*
AB liderleri hâlâ tutulabilecek bir şeyleri korumak için savaşmak zorundadır.
İşte 6 Mart’ta, Paris/ Versailles Sarayı’nda, Fransa Cumhurbaşkanı F.Hollande, Almanya Başbakanı A.Merkel, İtalya Başbakanı P.Gentiloni ve İspanya Başbakanı M.Rajoy bir mini AB zirvesinde toplandılar.
Zirvede, AB’ye yeni bir rüzgar vermek için atılması gereken adımlar tartışıldı.
AB’nin Savunma: Diplomasi: Göçmenler: Terörle mücadele: Güvenlik: Orta vadede ekonomik birlik: Bankacılık: Vergi ve Sosyal alanlarda da işbirliği yapabileceği öngörüldü.
*
Bunların sağlanması için yeni bir işbirliği modeli olarak “Farklılıkların İşbirliği” önerildi.
Yani Avrupa’nın yeniden ayağa kalkmasının yolu olarak “Çok Vitesli AB ” görüşü benimsendi.
27 ülkenin birbiriyle dayanışması ama farklı tempoda ilerleme kapasitelerini ortaya koymaları istendi.
“Çok Vitesli AB ” modeli güçlü Berlin’in ve Paris’in liderliğine boyun eğmeyi öngören gelişmiş işbirliği tedbirlerini kabul etmeyi gerektiriyor.
Ama Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere bazı üye ülkeler bu gelişmeden rahatsız oldular.
“Kendileri karar alıp empoze ediyorlar” eleştirisinde bulunuyorlar…
Cumhurbaşkanı Hollande ise “Tarihleri, nüfusları ve ekonomilerinin önemi nedeniyle bu dört ülke yol göstermek sorumluluğuna sahiptir.
Bunu diğerlerine empoze etmek için değil, gerekli hareketi teşvik etmek hedefiyle Avrupa’ya hizmet edecek bir güç oluşturmak amacıyla yapıyoruz” dedi.
*
Bu sırada Hollanda, Almanya ve Fransa’da seçimler ve Türkiye’de referandumun yapılacağı bir süreçten geçilmektedir.
Türkiye ile AB ve kimi üye ülke arasındaki ilişkilerde skandal yaşanıyor.
Bunun nedeni AB’nin güçlü Berlin ve Paris’in liderliğine orta ve uzun vadeli politika oluşturan merkezlerin bulunmasıdır.
*
Bu merkezlere göre Alman ve Fransız sermayesinin makinaları sürekli olarak AB genişleme sürecine ihtiyaç duymaktadır.
Aksi takdirde AB; Çin, Kore, Japon, Hintli, Rus ve Amerikalı üreticilerle bulunduğu rekabet düzeyini kaybeder.
Ama AB genişlerken, Alman-Fransız sermayesi yeni elde edilen ülkelerdeki üretimleri yokeder ve aynı anda yeni pazarları yakalarlar…
Nitekim Almanya ve Fransa önce Güney Avrupa’daki üretimi bozmuş, bu ülkelerin ekonomilerini ve üretim sektörlerini ele geçirip sindirmişlerdir.
Bugün İspanya’da Seat ve İtalya’da Fiat, Yunanistan’da da tersaneler vardır ama bu ülkelerin hiçbirinde makine tesisi bulunmuyor…
Şimdilerde Almanya aynı amaçla Doğu Avrupa, Ukrayna ve Baltık devletlerine dönmüştür.
Almanya bu ülkelerde kendi sermayesini kârı haricinde her şeye kayıtsızdır.
Yeni pazarlar yakalaması için bu ülkelerdeki üretimleri yok etmesi gerekiyor…
*
Alman stratejistleri, Avrupa entegrasyonu için aday olarak bekleyen Türkiye’yi de aynı potada değerlendiriyor.
Ulusal endüstrisini ve tarımını yok etmesi halinde Türkiye’nin Avrupa Birliğine üye olabileceği öngörülüyor.
Türkiye’de ki; ihracat hizmetleri, sigortacılık, bankacılık hizmetleri, finansman, ticaret vb. faaliyetler kâr açısından üretimden daha önemli rol oynuyor.
Üstelik Türk ekonomisinin askeri sektörü, madencilik ve gemi inşaatı endüstrileri de bulunuyor…
*
Ama başta Almanya, Fransa, Hollanda olmak üzere bütün AB ülkeleri;
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler Örgütü ve Nakşibenti tarikatının ideolojisine önderlik etmesinden tırsıyor.
İslamcı terör, İslamcı zihniyette AB ülkelerinde yaşayan göçmenler ya da sığınmacılar Avrupalıları korkutuyor.
Üstelik Türkiye AB muktesabatının siyasi ve ekonomik bir çok kriterini uygulamıyor.
O yüzden Türkiye’nin AB sürecine engel olunuyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu düşünce merkezlerinde geliştirilen bir şeyleri hissettiği için Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini daha çok ağırlaştırıyor.
*
AB için Hollanda’daki genel seçimin ardından Nisan’da Fransa’da cumhurbaşkanlığı yarışı, Eylül’de Almanya’da genel seçimler bir dönüm noktası oluşturuyor.
16 Nisan’da Türkiye’deki referandum da Türkiye için olduğu kadar AB için de bir dönüm noktasıdır.
Bir taraftan popülist ve küreselleşme karşıtı sloganlar taşıyan aşırı sağcı siyasi partiler, modern Avrupa tarihinde bireycilik, liberalizm ve demokrasi gibi değer standartları üzerinde yıkıcı bir darbe riski oluşturuyor.
AB’nin serbest rekabet ve piyasa mekanizması ilkelerine dayanan ekonomisini yok oluşunun eşiğine getiriyor.
Öte yanda Türkiye’de ise AB’nin sömürüsüne İslamcılık ile değil,
Kemalizmin antiemperyalist, bağımsızlıkçı ve çağdaş karakteriyle mücadele etmenin gereğini luzumlu kılıyor.
*
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB merkezlerinde geliştirilen bir şeyleri hissetmesi doğru bir sonuçtur.
Türkiye yurttaşları da, Erdoğan’ın bu hissine destek vermeli ve “Hayır” derken, sömürüye karşı doğru mücadele için kolları sıvamalıdırlar…
Bir yanıt yazın