__,_._,___4. ULUSAL TIP GÜNLERİ KONFERANSI: 6-8 ARALIK 2013 – ANKARA
ANTİK TÜRK KAVİMLERİNİN TIP İLMİNE KATKILARI
– Doktora tezimin araştırma safhasında, “antik tarih konusunu” araştırmam gerektiği için, söz konusu bu tarihi yabancı kaynaklardan kapsamlı bir şekilde araştırdım ve ulaşmış olduğum bilgiler, bizlere bugüne kadar öğretilen antik tarihin “gerçek antik tarihi yansıtmadığını – söz konusu bu tarihin önyargılı Batılı devlet ve bilim adamları tarafından saptırılmış olduğunu” ortaya koymuştur. Bu bağlamda Türkler için oldukça önemli bilgi ve bulgulara ulaşmış oldum.
– O halde sunum konuma geçmeden evvel ilk olarak bir giriş yapmak ve antik tarihin kimler tarafından ve ne amaçla saptırıldığı konusuna açıklık getirmek isterim: 15. ilâ 16. Yüzyıllarda – özellikle Doğu Avrupa topraklarında (Avrupa’ya ilk kez medeniyet götüren Etrüsklerin (Gök-Türk Asenaların) etkili olduğu İtalya da) “Rönesans (Yeniden Doğuş) ve Reform (Yeniden Düzenleme)” hareketleriyle siyasal, sosyal, dinsel ve kültürel bir değişim süreci başlatılmıştır… Böylece ortaçağı zihniyetinin bireyi baskılayan, düşünme yetkisini körelterek, onu köleleştiren karanlık uygulamalara karşı amansız bir savaş açılmıştır. Bir başka deyişle “insanları krala ve kiliseye karşı kayıtsız – şartsız boyun eğdirmeye – itaatkâr kılmaya yönelik, dinsel hurafe ve baskılara dayalı bağnaz ve kısıtlayıcı yönetimlere ve bu yönetimleri destekleyerek, meşrulaştıran kiliseye ve ruhban sınıfa” karşı güçlü bir duruş sergilenerek, “insanın, insanlık onuru, aklı ve özgür düşüncesi, yaratıcılık kapasitesi ve bilim” ön plana çıkarılmıştır.
Bu bağlamda Avrupa’da “aydınlama çağı” başlatılmış ve bilim yolunda önemli adımlar atılarak, hayatın her alanında muazzam ilerlemeler kaydedilmiştir. Bunlardan biri de, teknolojik buluşlarla çok daha uzun mesafelere gidebilen modern gemiler yapılması ve bunlar sayesinde yapılan “coğrafi keşifler ve bu keşifler neticesinde fark edilen – merak edilen zengin doğal kaynaklar ve muazzam antik medeniyetler” olmuştur.
– Avrupa devletleri söz konusu bu hızlı gelişimlerine paralel olarak 17. yüzyıldan itibaren “dünyanın doğal kaynaklarını ve insan gücünü” ele geçirerek, onlara hükmetmeye başlamışlardır… Böylece emperyalist Avrupa devletleri, dünyada “devasa sömürge imparatorlukları” kurarak, siyasi, askeri ve iktisadi olmak üzere muazzam büyüklükte güce ve servete ulaşmışlardır.
– 19. Yüzyıla gelindiğinde ise emperyalist Batılı Devletler öylesine güçlenmişlerdir ki, kendilerini dünyanın hakimi olarak, diğer milletlerden çok daha üstün görmeye başlamış “Hıristiyan – Avrupalı – Beyaz – Üstün Irk” kavramını ortaya atmışlardır; böylece dünya insanlarını ırklarına, kafatası ölçülerine, deri renklerine ve dini inançlarına göre sınıflandırmışlar, kendilerinden görmedikleri bütün milletleri aşağılamış ve dışlamışlardır. Öyle ki kendilerinden kabul etmedikleri milletlere ait olan değerli madenleri (altın ve gümüş), zengin yer üstü ve yer altı kaynakları, verimli toprakları, hatta tarihlerini dahi sahiplenmede hiçbir sakınca görmemişlerdir! Söz konusu bu “Batılı sömürü zihniyeti” 1960’lı yıllara kadar hiç hız kesmeden açıkça devam etmiş, bu tarihten sonra da çeşitli kamuflajlarla – yeni stratejilerle günümüze kadar sürdürülmüştür ve halâ da sürdürülmektedir…
Dünya çapında gerçekleştirdikleri önemli coğrafi keşiflerle Batılılar, antik medeniyetleri de keşfetmeye başlamış ve binlerce yıl öncesinde – göz kamaştıran – muhteşem medeniyetler ortaya koyan antik kavimlere hem çok büyük hayranlık duymuşlar, hem de bu görkemli kavimleri kendi ataları olarak göstermeyi hedefleyerek, kendilerini onlarla ilişkilendirme çabaları içine girmişlerdir…
Böylece büyük merak uyandıran antik tarih araştırılmaya ve yazılmaya başlanmış ancak “antik tarih yazılımı” söz konusu bu önyargılı ve ırkçı Batılı devlet ve bilim adamlarının etkisi ve kontrolü altına girerek, objektifliğini tamamen yitirmiştir. Osmanlı devrinde Türkler ise, kendilerini fevkalâde yakından ilgilendiren bu konudan yüzyıllarca bihaber yaşamışlar ve atalarının zengin tarih mirasına maalesef sahip çıkamamışlardır.
Batılı devlet adamları antik tarihi – tarihi araştırmaları – arkeolojik kazıları hat safhada önemsemiş ve devlet düzeyinde teşvik ederek, çok büyük maddi katkılarla desteklemişlerdir. Böylece “ANTİK TARİH ARAŞTIRMALARI VE ARKEOLOJİK KAZILAR” zamanla meyvelerini vermiş ve antik medeniyetlerle ilgili fevkalâde önemli bilgi ve bulgular gün ışığına çıkmaya başlamıştır…
Bu açıdan 19. Yüz yıl oldukça verimli bir yıl olmuştur. Bilindiği üzere Antik Türk Atalarımıza Ait Kitabelerinin yer aldığı ünlü “Orhun Gök-Türk Abideleri ve Yazıtları” da bu dönemde, yine Batılılarca bulunmuş ve söz konusu bu yazıtlar yine Batılılarca okunmuştur. Antik tarihle ilgili gün ışığına çıkmaya başlayan bilgi ve bulguların Türklerin lehine sonuçlar verdiğinin görülmesi, Batılıları hem çok şaşırtmış, hem de çok endişelendirmiştir… Çünkü Batılılar Müslüman Türkleri, Avrupalıların ve Hıristiyanlığın en büyük düşmanı olarak görmüşler ve Türkleri bertaraf etmek için gizli planlar yaparak, bunları başarıyla uygulamaya koymuşlardır.
Bilindiği üzere 19. Yüzyıl boyunca ve 20. Yüzyıl başlarında Batılılar Türkleri, Doğu Avrupa topraklarından, Ege ve Akdeniz Adalarından tamamen atmış oldukları gibi, Birinci Dünya Savaşı ve sonrası süreçte de Anadolu’dan ve Orta Doğu’dan tamamen atmak ve Türkleri uzak Asya’ya sürmek üzere tüm güçlerini birleştirmiş ve harekete geçmişlerdi.
Avrupa devletleri, kendi çıkarları gereği “antik kavimlerle Türkler arasında tespit edilen dil ve kültür bağlarını gizlemek – bu bilgilerin üstünü, bir daha açılmayacak şekilde örtmek üzere stratejiler geliştirmişler ve bu bağlamda Türkleri Anadolu’ya sonradan gelmiş, istilâcı – işgalci – barbar kavimler olarak göstermeye” çalışmışlardır… Öyle ki “Türklerin lehine bilgi ve bulgular ortaya koyan – gerçek antik tarihin yazıldığı ilk dönem ünlü ansiklopedilerin” dahi iptal edilerek, bunların yeniden yazıldığı ve “bu defa gerçeklerin tamamen saptırılarak, emperyalist Batılıların istedikleri şekilde ansiklopedilerin yazıldığı” ifade edilmiştir. Ancak tüm baskılamalara rağmen gerçek antik tarihi – sansürsüz olarak, olduğu gibi yansıtan – 19. Yüzyıla ait değerli tarih ansiklopedileri ve tarih kitapları halâ mevcuttur. Ayrıca 20. ve 21. Yüzyılda da dürüst ve cesur bilim insanlarının araştırdığı ve yazdığı pek çok değerli tarihi eser, Türklerin muazzam antik tarihlerini gözler önüne sermektedir…
Emperyalist Batı menşeli antik tarih kaynaklarında, Türklerle ilişkilendirebilinen orijinal antik alfabeler, harfler, yazıtlar, kavimler, kral ve krallıklar, şehirler, tapınaklar, mitolojiler, tanrı ve tanrıça adları vs … Grek ve İtalyanlar lehine topyekûn değiştirilmiş ve tarih kronolojisi da saptırılmıştır.
Böylece binlerce yıllık bir maziye sahip olan antik kavimlerin Türklerle müşterek olan alfabe, dil ve kültür benzerlikleri, belirgin akrabalık bağları anlaşılmayacak şekilde – kamufle edilerek, gizlenmiş ve Türklerin tarihini tamamen yok sayan “Batı Merkezli Bir Antik Tarih” kurgulanarak, kaleme alınmış ve dünyaya yayılmıştır.
Bu bağlamda, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere güçlü Avrupa devletleri “Hıristiyan – Avrupalı – Beyaz” olarak görüp, kendilerinden kabul ettikleri ve himayeleri altına aldıkları Grekleri ve İtalyanları, söz konusu bu antik kavimlerin torunları ve mirasçıları olarak dünyaya tanıtmışlar ve muazzam maddi katkılara dayanan – geniş propaganda ağlarıyla söz konusu bu “taraflı tarihi” dünyaya ve Türklere ezberletmişlerdir. Grek ve İtalyanlar da, kendilerine altın tepside sunulan bu “son derece prestijli – paha biçilmez tarih mirasını” büyük bir memnuniyetle ve bütün benlikleriyle sahiplenmişlerdir. Bu öyle bir sahiplenme olmuştur ki, bu hususta genel olarak “Grek ve İtalyan bilim insanlarının en ufak bir eleştiriye veya sorgulamaya dahi tahammül göstermedikleri” bilimsel eserlerde ifade edilmiştir.
– (Aslında Greklerin – Türklere karşı desteklenmeleri, planlı ve programlı olarak, sabırlı ve uzun bir süreçle hayata geçirilmiştir. Hemen bir örnek verelim: Yıl 1823 – Aralık Ayı, Yer: Kembiriç (Cambridge) Üniversitesi; Grekleri desteklemek üzere geniş katılımlı, ses getiren önemli bir Konferans düzenlenmiş ve Konferans’ta “Greklerin, barbar Türklere karşı desteklenmeleri demek, medeniyetin – barbarlığa, özgürlüğün – baskıya ve haçın – hilâle karşı zaferi olacaktır” vurgusu yapılmıştır, ve konferansta söz alan akademisyenler, “Müslüman Barbar Türkleri” yeren ve “Hıristiyan – Soylu Grekleri” öven oldukça ateşli konuşmalar yapmışlardır. The Times Dec. 19, 1823 “The Greek Cause”, s. 3.)
Diğer yanda “Türklerin aleyhine gelişen bu son derece olumsuz süreçte”, Osmanlılar konuya taraf olmamış, antik tarihle hiçbir şekilde ilgilenmemiş ve Türklerin “tarihi hak ve hukukunu” korumamışlardır. Başka bir deyişle topraklarında sayısız antik tarihi şehir ve değerli tarihi eserleri barından Osmanlılar, antik tarihe yüzyıllarca tamamen duyarsız kaldıkları gibi, Türkler aleyhine kurgulanmış olan antik tarihe, Türk topraklarından alınıp – götürülen eşsiz tarihi eserlere göz yummuş ve tüm bu haksızlıklara hiç bir itirazda bulunmamıştır.
Osmanlıların antik tarihe karşı bu kabul edilemez – duyarsız tavırları, elbette Batılıların fevkalâde işine yaramış, Türklerce sahiplenilmeyen muazzam antik tarih mirasına gayet kolay bir şekilde sahip çıkmalarına neden olmuştur. Bu öylesine köklü bir sahip çıkma olmuştur ki, “Türklerin antik tarih miras hakkını ortaya koyan” bunca eser, bilimsel bilgi, bulgu ve arkeolojik kanıtlar, DNA test sonuçları vs… mevcut olduğu halde Batılılar, “Türklerin Lehine Olan Gerçek Antik Tarihi” 21. Yüzyıl Türkiye’sinde dahi baskılayabilmektedirler.
Türklerin antik atalarından haberdar olmaları ve onlara sahip çıkabilmeleri ancak Büyük Atatürk’ün sayesinde mümkün olabilmiştir. (o da çok kısa bir süre için – sadece 15 yıl) “Bir Milletin Hafızası Olma Özelliğini Taşıyan Tarihin”, bir millet için ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunun bilincinde olan Büyük Atatürk, geniş bir tarih kitabı koleksiyonuna sahip olarak, çağının tarihi keşiflerini – arkeolojik bulguları içeren pek çok tarih kitabını okuduğu bilinmektedir. Bu bağlamda pek çok üstün özelliğinin yanı sıra, aynı zamanda okumaya ve öğrenmeye de büyük merakı olan ve çok iyi bir tarihçi olduğu ifade edilen Büyük Atatürk, kendi çağında peş peşe yayınlanan antik tarih ile ilgili kitapları okumuş ve bunlardan son derece önemli ipuçları elde etmiştir… Onun içindir ki O, “Antik Tarihin” Batılıların tasallût ve önyargısı altında kaldığını, saptırıldığını tespit ederek, antik tarihi Batılıların tekelinden kurtarmak istemiştir. Bu bağlamda antik tarihin Türkler tarafından bizzat araştırılmasını, bilimsel veri ve kanıtlara dayanılarak gün ışığına çıkarılmasını ve dünya kamuoyuna duyurulmasını hedeflemiştir.
Ancak “antik tarih bilinci oluşturma ve tarihimize sahip çıkma süreci”, 1938 sonrasında maalesef tekrar kesintiye uğramıştır.
Oysaki henüz 18. Yüzyılda, Batı merkezli kurgulanmış antik tarihin “tarihi gerçekleri yansıtmadığına dikkat çeken” önemli tarihi kişilerden biri de, gelmiş geçmiş en büyük dahi ve bilim adamlarından biri olduğu ifade edilen “İsak Nevton” olmuştur (18. Yüzyıl). Antik tarihe büyük merakı olduğu ve bu hususta ciddi araştırma ve incelemeler yaptığı ifade edilen İsak Newton, mevcut antik tarih ve kronolojisinin saptırıldığını, bu tarihte çelişkiler olduğunu tespit etmiş ve bir kitap yazarak bu önemli konuya dikkat çekmiştir. (Kitap: The Chronolgy Of Ancient Kingdoms Amended, Printed By j. Tonson – J. Osborn – T. Longman, London, 1728)
Ancak bu nasıl bir trajedidir ki, Türkiye’de 21. Yüzyılda dahi genel olarak Türk bilim insanları, İsak Newton tarafından 18. Yüzyılda sorgulanan – hatalı ve saptırılmış olduğu keşfedilen “Batı Merkezli Kurgulanmış Antik Tarihin” sorgulanmasına, bu hususla ilgili bilimsel kanıtların ortaya konulmasına dahi izin vermemektedirler. Ben bu duruma bizzat şahit olmuşumdur…
Bu bağlamda Türkiye’de, “Batılılar neleri antik tarih olarak dayatıyorlarsa, sadece onlar, sorgusuz ve sualsiz – olduğu gibi” kabul edilmektedir. Türkiye’deki Arkeoloji Müzelerinde Batılıların dayatmış olduğu “Grek ve İtalyan adları” tarihi eserlerin tanıtım etiketleri üzerlerinde yer almaları hem çok üzücü, hem de çok düşündürücüdür. Türkler, Osmanlıdan bu yana, son derece değerli olan tarih miraslarını, 21. Yüzyılda bile kendi elleriyle yabancı milletlere sunmaya devam etmektedirler…
Oysaki 19. Yüzyılda, “emperyalist devletlerin uyguladıkları stratejilerle ve devreye soktukları spekülasyonlarla, antik tarihi nasıl etkileri altına almaya çalıştıklarını” objektif bilim insanlarının dile getirdiklerini görebiliyoruz… Örneğin 1882 yılında, İtalya Turin Üniversitesinden Profesör Carlo Cipolla konuyla ilgili şu hususlara dikkat çekmiştir; “yabancı akademisyenlerin İtalyan antik kaynaklarıyla yakından ilgilenmeleri beni endişelendirmektedir… Bu toprakların geçmişini ortaya çıkaracak olan belge ve eserlerin ortadan kaybolma (vanish) riski vardır. Söz konusu bu zenginliklere bizler sahip çıkmalıyız ve antik eserlerin, her sene dışarıdan bu topraklara hücum eden yabancılarca çalınmalarına izin vermemeliyiz. Kendi tarihimizi kendimiz yazmalıyız, ayrıca kendi kroniklerimizi ve arşivlerimizi de, yine kendimiz yayınlamalıyız.” [1] Ne ilginçtir ki henüz 19. yüzyılda söz konusu bu İtalyan bilim adamı, kendi topraklarında bulunan, ancak “kendi atalarına dahi ait olmayan bir antik tarih mirasını bu kadar büyük bir özen, titizlik ve azimle korumaya ve sahiplenmeye çalışırken”, bu mirasın gerçek sahibi olduğu bilimsel kanıtlarla ifade edilen Türklerin, ne Osmanlı İmparatorluğu zamanında, ne de 1938 sonrasında, kanaatimize göre bu hassasiyetin yüzde birini dahi gösterememişlerdir… Oysaki bazı tarihçiler, “Ancak 1916 yılında ulus devlet olabilen İtalyan milleti tarihinin, antik Roma çağına kadar izinin sürülmesinin mümkün olmadığını” belirtmişlerdir.[2] Aynı durum Grekler için de söz konusudur… Antik tarih uzmanları, “1840 yılına kadar Greklerle ilgili herhangi bir orijinal tarihin olmadığına” bilhassa dikkat çekmişlerdir.[3]
Diğer yandan söz konusu bu objektif tarihçiler, Türklerin, ataları olan Sümerler – Hittiler – Etrüskler vs… ile olan akrabalık bağlarını ortaya koyan güçlü kanıt ve bilgilerin olduğunu ileri sürmüşlerdir… Hatta 2007 yılında Etrüsklerin Türklerle akbalık bağlarının DNA testleriyle de kanıtlandığı ifade edilmiştir. Profesör doktor Alfred Toth konuyla ilgili şu hususu ifade etmiştir; “2003’den itibaren yapılan genetik çalışmalar neticesinde – 2007 yılında, Etrüskler ve Türkler arasında biyolojik ve genetik bağların bulunduğu ispat edilmiştir…[4]
Ayrıca “Antik çağlarda yaşamış olan antik tarihçilerin, Etrüsklerin orijinin çağlar öncesi eski zamanlara kadar geri gittiğini, hatta Avrupa’da yaşayan diğer yerleşik insanlara göre Etrüsklerin, en erken çağlardan itibaren yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşarak, rakipsiz bir üstünlüğüne sahip olduklarını” ifade ettikleri vurgulanmıştır. (Larissa Bonfante, Etruscan Life and After Life, The Wayne State University Press, Detroit/Michigan, 1986, s. 48.)
Prof. Mario Alinei “Türk ve Moğol nüfuslarının Paleolotik çağlardan (Taş devrinin en erken dönemi – bu devirde yaşayanlar “taştan çeşitli ev eşyaları ve savaş aletleri yapmayı” başarmışlardır) itibaren Orta Doğu’da var olduklarını ve İsa’dan önce 4. bin yılda Türk oldukları belirlenen atlı kavimlerin Batı Asya’da yaşadıklarını ve Etrüsklerin Türk oldukları ve Kurgan Kültürünün de Türklere ait olduğunu belirlediklerini” ifade etmiştir.(Mario Alinei, Ancient Link: The Magyar – Etruscan Linguistic Relationship, All Print Kiado, Budapest, 2005, s. 12 -13.
Etrüskler konusunda uzman olan yabancı bir akademisyen şu hususları dile getirmiştir: “Antik çağlarda günümüz İtalya yarımadasında yaşayan Etrüsklerin (Gök – Türk Asenaların) ilk muhteşem medeniyeti Avrupa topraklarına tesis eden kavim oldukları artık kesin olarak bilinmektedir. Etrüsklerin sayısız yazılı eserlerinin – kitaplarının korunmamasına – tahrip edilmesine rağmen, yine de, arkeolojik buluntular, kayıt ve kanıtlar, onları çok iyi tanımamızda bize yardımcı olmuşlardır. Ancak bir hususu ifade etmemiz gerekir ki, Etrüsk çalışmalarında, antik tarih ile ilgili bazı Grek ve İtalyan akademisyenlerin bilimsellikten uzak, Etrüsklerle ilgili asılsız yaklaşım ve yorumlarından uzak durmak ve Etrüsklerin bizzat geride bıraktıkları mitolojilerini, yazıtlarını, tabletlerini, sanatsal eserlerini, duvar resim ve süslemelerini, mezarlarını vs… inceleyerek, bunların bizlere anlattıkları bilgileri ortaya çıkarmamız gerekmektedir.” Nancy Thomson De Grummond, Etruscan Myth, Sacred History and Legend, University Of Pennslyvania Museum Of Archeology and Anthropology, Philadelphia, 2006, s. xii, xii, 1.
Bir başka uzman tarihçi de şunları söylemiştir: “Antik medeniyetlerin sanatsal – dinsel ve kültürel mirası, Grekler tarafından asimile edilmiştir.” C.J. Emlyn Kones, The İonians and Hellenism, Published By Routledge & Kagan Paul Ltd., London, s. 38.
Etrüskler konusunda uzman olan objektif tarihçiler, Batılıların nasıl Etrüskleri göz ardı etmeye çalıştıklarına da özellikle dikkat çekmişlerdir; “Etrüsk medeniyeti”, İngilizce konuşan dünyadan, gerçek anlamda lâyık olduğu ilgi ve değeri görmemiştir. Oysaki Etrüskler, mensubu oldukları Yakın Doğu Medeniyetinin kültür ve sanatını sadece İtalya’ya değil, bütün Avrupa’ya nakletmekte kati ve aşikâr bir rol oynamışlardır. Bronz çağına kadar geriye gidildiğinde izleri sürülebilen Etrüsklerin, Avrupa medeniyetine yapmış oldukları dolaylı ve dolaysız bütün katkılar yeterince vurgulanmamıştır.” Sybille Haynes, Etruscan Civilization (A Cultural History), The Paul Getty Trust Publications, Los Angeles, 2000, s. xvi, 2 – 4.
Bizlere “Antik tarih sahasında İsa’dan önce Grek olmayan pek çok antik eser – yazı – yapı – kavim vs… dahi Grek olmak zorundadır” diyen bir zihniyet dayatılmaktadır… Genel olarak Antik Akdeniz Tarihine, Grek ve İtalyan pencerelerinden bakılmıştır. Her gün ortaya çıkan yeni zengin kanıtlarla birlikte günümüzde artık bu zihniyet değişmektedir… Pek çok bilim insanı, Etrüsklerin tarih öncesi çağlardan itibaren Avrupa topraklarında yaşadıklarını kabul etmişlerdir.” Graeme Barker – Tom Rasmussen, The Etruscans – The Peoples Of Europe, Blackwell Publishers Ltd., Oxford, 2000, s. 1 – 6.
(Bu bağlamda Etrüsklerin alfabe başta olmak üzere medeniyetlerini Greklerden aldıklarını beyan eden kitaplar, tamamen Grek yanlısıdır ve tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır.
Aslında bunun tam tersi söz konusudur. Başta Grekler ve Romalılar (İtalyanlar) olmak üzere, bütün medeniyetlerini Etrüsklerden (Gök-Türk Asenalardan) almışlar ve zamanla da Etrüskleri asimile edip, muazzam miraslarına sahip olmuşlardır. Hatta Etrüsklere hayranlık ve kıskançlık hisleriyle yaklaştıkları ifade edilen bu unsurların, Etrüsklerin belirgin kültürel izlerini ve tarihlerini silmeye çalıştıkları, antik Etrüsk adlarını değiştirdikleri, antik tabletlerde adı geçen “Etrüsk şehirlerinde inşa edilen devasa zenginlikte kütüphanelerde yer alan binlerce Etrüsk kitaplarının pek çoğunu yakarak, imha ettikleri” ifade edilmiştir.)
Objektif Antik Tarih Uzmanları “antik kavimlerin” kimliklerini belirlemekte dikkate alınması gereken iki temel hususa (kritere) dikkat çekmişlerdir; Birincisi- söz konusu antik bir kavmin kendisini nasıl adlandırdığıdır: örneğin Etrüskler (bu isim onlara İtalyanlarca verilmiştir, hatta Grekler ise onlara daha farklı bir ad vermişlerdir – Treyanlar – Tirenler – Tyrsenoi vs…) Ancak pek çok tarihi kaynak, Etrüsklerin, kendilerini “Asenna” olarak adlandırdıklarını ifade etmiştir. İkincisi – Antik kavmin alfabesi, yazıtları, belirgin kültürel özelliklerinin ortaya konulması ve bunların çağlar boyu devam ederek, günümüze kadar izlerinin sürülebilmesidir. Bu bağlamda Etrüsklerin (Gök – Türk Asenaların) en belirgin kültürel özellikleri de Türk torunlarıyla ön plana çıkmaktadır… Onlar, hüküm sürdükleri çağlarda erişmiş oldukları en ileri medeniyet seviyesi ve toplumlarında kadınlara verdikleri üstün değerle, Avrupa’da yaşayan diğer antik kavimlerin hiç birinde olmayan değerli kültürel özelliklere sahip olmuşlardır.
SÖZ KONUSU BU “ÖN BİLGİLER IŞIĞINDA”, ATALARIMIZ GÖK – TÜRK ASENALARIN BİNLERCE YIL ÖNCESİNDE BATI İSTİKAMETİNE DOĞRU BÜYÜK GÖÇ DALGALARIYLA ORTA DOĞUYA – ANADOLUYA, AKDENİZ VE EGE ADALARINA VE DOĞU AVRUPAYA GELİP, YERLEŞTİKLERİNDEN VE AVRUPA TOPRAKLARINA İLK KEZ BİLİM VE MEDENİYETİN IŞIĞINI GÖTÜREREK, TIP İLMİNİN DE TEMELLERİNİ ATTIKLARINDAN BAHSEDECEĞİZ;
Bilindiği üzere insanın var olduğu her çağda ve yerde, aynı zamanda sağlık sorunları da var olagelmiştir. Antik çağlarda insan sağlığı – yarı dinsel telkin ve inançlarla – yarı bitkisel ilaçlar ve tıbbı müdahalelerle tedavi edilmeye çalışıldığı tespit edilmiştir. Bu bağlamda Tanrılar Panteonunda – insanlara sağlık ve şifa verdiklerine – insanları iyileştirici gücü sahip olduklarına inanılan “Tanrı ve Tanrıçalar” olduğu belirlenmiştir. Söz konusu bu tanrı ve tanrıçalar adına, Asya’dan Avrupa’ya kadar pek çok bölgede şifa dağıtan “SAĞLIK TAPINAKLARININ” inşa edildiği ifade edilmiştir.
Burada ilk dikkat çekmek istediğimiz husus söz konusu “Etrüsk yani Gök – Türk Asena orijinli, Tanrı ve Tanrıçalar Panteonunda” yer alan bütün tanrı ve tanrıça adları, kendilerinden sonra tarih sahnesine çıkan Grek ve İtalyanlarca değiştirilmiş, bunlara oldukça farklı adlar takılarak – söz konusu Gök – Türk Asena Tanrı ve tanrıçaların kendilerine mâl edildiği belirtilmiştir.
Bunlardan ön plana çıkan bazı örnekler şunlardır; “Aplu/Alpan (Apollon), Turan (Aphrodit – Venüs), Turan’ın Oğlu Turna (Eros – Cupid), Minerva (Athena), Artume/Atun (Artemis – Diana), Bakkoy (Bacchus- Dionysios), Turms (Hermes), Herkle – Erkle – Sümerde Erlik (Herakles – Hercules) vs…”
Antik kaynaklarda – tabletlerde, ünlü Gök – Türk Asena (Etrüsk) bronz aynalarında, bronz – gümüş – altın ve mermer sanatsal objeler üzerinde yer alan yazılarda, kaya ve anıt mezar yazıtlarında vs… özellikle ünlü Gök – Türk Asena (Etrüsk) Sağlık Tanrısı Aplu ve Onun kız kardeşi olduğu ifade edilen Tanrıça Minerva’dan bahsedilmiştir. Tanrıça Minerva’nın “hastaları tedavi etme ve iyileştirme mahareti ve gücüne sahip olduğu – insanlara sağlık, şifa ve canlılık bahşettiği, ayrıca savaşlarda da askerlerin koruyucusu olduğu ve yaralı askerleri tedavi ettiği” ön plana çıkartılmıştır.[5] Etrüsk Tanrıçası Minerva’nın, yine Gök – Türk Asena (Etrüsk) Tanrısı Aplu’nun (Alpan’ın)[6] kızkardeşi olduğu da ifade edilmiştir.
Söz konusu “Tanrı ve Tanrıça” adlarına – onları yüceltmek, onların yardımlarını sağlamak üzere inşa edilen muazzam “SAĞLIK TAPINAKLARINDA”, Tanrı ve Tanrıçalarla özel yakınlıkları olduğuna inanılan kutsal baş rahibe hekimlerin ve baş rahip hekimlerin görev yaptıkları ifade edilmiştir. O çağlarda bu kişilerin, “yarı tanrı – yarı hekim özelliklerine sahip – kutsal kişiler” olduklarına inanılmıştır. Bu bağlamda antik çağlardaki tıp ilminin başlangıç ve gelişme noktasının, sağlıkla ilgili Tanrı ve Tanrıçalara atfedilen “Sağlık Tapınakları” olduğu ifade edilmiştir. Söz konusu bu tapınakların, şifalı kaynak suları yakınlarında, bol oksijen ihtiva eden – temiz havalı – yüksek tepelere inşa edildiği ve çevrelerine önemli sağlık, şifa ve tedavi hizmetleri sundukları dile getirilmiştir.Bu tapınaklarda, Tanrı veya Tanrıça adına – aracı olarak hareket eden – kutsal baş-rahibe veya baş-rahip ile tapınakta görevli olan diğer rahip ve rahibelerin, toplumun fiziksel ve ruhsal sağlığı ile ilgilendikleri, fiziki ve ruhsal hastalıkların – salgın hastalıkların bakım ve tedavisini, ilaç yapımını üstlendikleri – ayrıca bitkisel tedavi seansları, psikolojik telkinler, müzikli terapiler, dinsel ayinler, özel tören ve kurban merasimleri vs…” gibi aktiviteleri de düzenleyip, yürüttükleri belirtilmiştir.
Bu bağlamda “dinsel temelle atıldığı ifade edilen Gök- Türk Asena (Etrüsk) Tıp İlminin”, zamanla gelişip, ilerleme kaydederek, oldukça yüksek bir bilimsel düzeye ulaştığı ileri sürülmüştür…[7] Ve günümüz tıp ilminin temellerinin de bu sağlık tapınaklarında atıldığına dikkat çekilmiştir.
Belli başlı Gök – Türk Asena (Etrüsk) şehirlerinde yapılan arkeolojik kazılarda bulunan çeşitli maket vücut parçalarının (özellikle gövdede bulunan iç organları betimleyen kırmızı çamurdan yapılı objelerin (terra-cotta statues and figurines showing incision(kesiler) and internal organs), ayrıca el – ayak heykellerinin) tıbbı eğitim ve anlatım amaçlı olarak kullanıldıkları dile getirilmiştir. Örneğin Tarkan[8] (Tarquinian) şehri ressamlarınca çizilen ve heykeltıraş sanatçıları tarafından yapılan çeşitli iç ve dış vücut parçaları, tıp eğitiminde ve bilhassa ameliyat işlemlerinde, ameliyat bölgesinin belirlenmesinde ve yapılacak olan tıbbi işlemlerin izahında ve ayrıca tıp derslerinde kullanıldıkları ifade edilmiştir.[9]
Bu bağlamda felsefenin doğuşundan çağlar öncesinde, “Tanrı ya da Tanrıça adına inşa edilen Sağlık Tapınaklarında, insanlarla – Tanrı veya Tanrıça arasında aracı olarak hareket ettiklerine inanılan kutsal rahibe ve rahip hekimler” tarafından, en erken dönem tıbbı uygulamaların ve ilaç yapımının büyük bir gayret ve başarıyla uygulandığına dikkat çekilmiştir.[10]
Ayrıca bu Sağlık Tapınaklarının bulunduğu bölgelerde yapılan arkeolojik kazılarda, tıbbı rapor ve bilgilerin yer aldığı “tapınak arşivleri ve zengin şehir kütüphaneleri” bulunduğuna değinilmiştir. Örneğin Bergama Antik Kütüphanelerinde, (O çağlarda Bergama ve İskenderiye/ Mısır en önemli iki kütüphanenin yer aldığı ünlü şehirler olarak tanınmıştır) çok sayıda tıbbı eser de ihtiva eden, takriben iki yüz bin adet papirüs rulonun (silindir şeklinde sarılmış – el yazması eserlerin) bulunduğu kayıt edilmiştir; bu papirüs rulo şeklindeki tıbbi kitap koleksiyonlarında, “zatürree, sıtma, verem, veba vs… gibi hastalıkların tanımlanması, teşhisi ve tedavisi anlatılmış, ayrıca kemik kırık ve çıkıklarında – kemiğin yeniden yerine oturtulma metoduna değinilmiş, yaraların tedavisi ve bandajlanması, baş ağrıları, miğde ağrıları, bebek doğumu ve sağlığı, göz hastalıkları, diyet ve egzersiz, profesyonel açıdan hekimlerin görevleri, hekimlerin ahlâki açıdan hastalarına karşı nasıl davranmaları gerektiği vs…” gibi çeşitli tıbbı konuların ele alındığı ifade edilmiştir.[11] (Kanaatimize göre Hipokrat (?) yemini de bu kurallardan esinlenerek, kaleme alınmıştır.)
Ayrıca “antik çağlarda yaşayan insanların, kehanetlere – kahinlere, büyü ve büyücülere büyük önem verdikleri, insanüstü güçlere sahip olduklarını varsaydıkları Tanrı ve Tanrıçalara inanıp, onları yücelttikleri, onlara kurbanlar adadıkları göz önüne alındığında, bu rulo kitapların, söz konusu büyü, ya da batıl inanca dayalı tedavi yöntemlerini içeren uygulamalara hiçbir şekilde yer vermemiş olmalarının oldukça dikkat çekici – fevkalâde önemli bir husus olduğu” vurgulanmıştır.[12]
SAĞLIK TAPINAKLARINDAKİ UYGULAMALAR;
Söz konusu Sağlık Tapınaklarına kabul edilen bir hastanın bir dizi işleme tabi tutulduğu ifade edilmiştir; tapınağa kabul edilen hastanın, ilk olarak fiziksel ve içsel olarak arındırılmasına önem ve öncelik verilmiştir. Bu bağlamda hastanın tapınağın konforlu banyolarına götürülerek, özel sabun ve bitki özleriyle iyice yıkanıp, temizlendiği ve daha sonra da güzel kokulu – rahatlatıcı bitki yağlarıyla özel bir masaja tabi tutulduğu dile getirilmiştir. Hasta, İlk birkaç gün genel olarak yiyeceklerden uzaklaştırılarak, oldukça sıkı bir perhize sokulmuş ve böylece miğde ve bağırsak gibi iç organlarının temizlenip, arındırılması sağlanmıştır. Daha sonra tapınağa kurban olarak adanan hayvanların etlerinden küçük porsiyonlarda yemesine izin verilmiştir. Hasta kişiye dinsel telkin verilerek, onun hayâl gücünü harekete geçirmek ve içsel bir meditasyon yapmasını sağlamak vs… gibi yöntemler uygulanarak, hastanın moralinin yükseltilmesi ve bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi hedeflenmiştir.
Bu bağlamda ne gibi yöntemler uygulanmıştır? Örneğin hastanın ruhuna sükunet ve huzur veren yavaş bir müzik eşliğinde, doğayla iç içe yapılan huzur verici dinsel ayinler tertip edilmiş; hastanın küçük yürüyüşler yapması, el ve ayaklarının toprakla temas ettirilerek, hastanın doğayla bütünleşmesi sağlanmıştır. Böylece hastanın, kendisine uygulanan tedaviye olan güveni ve sağlığına kavuşacağına dair inancının perçinlendiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca sağlık ve şifa tapınaklarında sevimli hayvanların insanlara sağladığı pozitif enerjinin etkisinden de yararlanıldığına dikkat çekilmiş olması oldukça çok ilginçtir…[13]
Böylece hastanın zihinsel, ruhsal ve fiziksel olmak üzere, her açıdan rahatlaması, kötü düşüncelerden arındırılarak, oyalanması, eğlendirilmesi ve güçlü bir moral bulmasının teminine büyük önem verildiği ifade edilmiştir. Günümüzde de her hastalıkta olduğu gibi, “kanser gibi son derece ciddi ve öldürücü bir hasatlıkta” dahi, hastanın moralinin yükseltilmesi ve iyileşeceğine dair olumlu duygular içinde olmasının, tedavi ve iyileşme sürecinde, fevkalâde önemli bir rol oynadığı hekimlerce vurgulanmaktadır… Binlerce yıl öncesinde yukarıda bahsetmiş olduğumuz uygulamaların, hastanın tedavisine son derece olumlu katkılar sağladığına Antik Atalarımızın inanmış olmaları ve hastanın moralini yükseltici çeşitli uygulamalarda bulunmaları takdire şayandır…[14]
“Gök – Türk Asenaların (Etrüsklerin) Tıbbı İlimlerde, Tıbbı Eserlerin Yazılımında, Diş Hekimliğinde, İlaç Yapımında, Tıbbi Raporlar İçeren Arşiv Kayıtları Düzenlemelerinde, Vücudun İç ve Dış Organlarını Betimleyen Maket Yapımında oldukça maharetli ve yetenekli olduklarına dair pek çok referansın, antik literatürde yer aldığı”, antik tarih uzmanlarınca dile getirilmiştir.[15]
Ayrıca Gök – Türk Asenaların (Etrüsklerin), “Diş Hekimliği” konusundaki ortaya koymuş oldukları üstün marifet ve başarılarına özellikle dikkat çekilerek, övülmüşlerdir. Günümüz diş hekimleri, Onların “diş tedavilerinde” çok ileri bir düzeyde olduklarına bizzat dikkat çekmişlerdir: İtalya’da gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda Gök – Türk Asena (Etrüsk) mezarlarında bulunan insan başı iskeletlerinin ağızları incelendiğinde “mükemmel protez örneklerinin bulunduğu, hatta protez dişleri sabitleyen altın veya diğer metallerden yapılmış olan sanatsal incelikte – zarif köprülerin bulunduğu, altın veya diğer maddelerden yapılmış kuron diş kaplamaların ve dişlerle ilgili diğer teknik işlemlerin görülmesinin, hem çok şaşırtıcı, hem de oldukça hayranlık verici olduğu” vurgulanmıştır.[16]
Bu bağlamda ünlü hekim Hipokrat’ında da esinlendiği – bilgi kaynağı olarak faydalandığı ve yaşadığı çağlarda dahi bir efsane haline gelen, ünlü “Gök – Türk Asena Tanrısı Aplu’nun oğlu Yarı Tanrı – Yarı İnsan bir Hekim olduğuna inanılarak – en yüksek mertebede kutsal atfedilen Askilpiade’den” (Askleipos – Asclepios) bahsetmek isteriz. (Antik Tarihin En Ünlü Türk Hekiminin Orijinal Adı Grek ve İtalyanlarca değiştirilmiştir.)
Sağlık tapınaklarında bakıma alınarak, fiziksel ve ruhsal arındırmaya tabi tutulan bir hastanın, daha sonra bu ünlü Rahip-Hekim Askilpiade’nin huzuruna çıkarıldığı ifade edilmiştir. Askilpiade de ilk iş olarak, hastasının şikayetlerini dikkatle dinlediği, fiziksel belirtileri tetkik ederek, hastayı muayene ettiği ve hastanın tapınakta gecelemesini sağlayarak, onun gece göreceği rüyayı, sabah olunca kendisine anlatmasını söylediği ve rüyayı dikkatle dinledikten sonra, tapınak rahibe ve rahipleriyle istişarede bulunarak, hastaya bir teşhis koyduğu ve bu teşhis doğrultusunda hastasına bir tedavi metodu belirleyerek, ona göre ilaç, ya da ilaçlar uyguladığı dile getirilmiştir. Söz konusu bu ilaçların, en basit – hafif bitkisel ilaçlardan başlayarak, oldukça ağır – hatta zehirleme olasılığı dahi bulunan – tehlikeli ilaçlara kadar geniş bir yelpazede olabilecekleri ifade edilmiştir. [17]
Ünlü Türk Rahip-Hekim Askilpiade’nin “yarı dinsel, yarı tıbbi uygulamalarının”, kendinden sonraki çağlarda da tıp ilmine büyük katkılar sağladığı, objektif Batılı hekimlerce ifade edilmiştir.
Bu son derece önemli uygulamalardan kısaca bahsetmek isteriz; Sağlık tapınaklarında görev yapan baş-rahibe hekim ya da baş-rahip hekim ve onların yardımcıları diğer tapınak rahip ve rahibelerinin, hastaların durumunu, hastalık belirtilerini, hastaya konulan teşhisi, hastaya uygulanan ilaçları ve etkilerini muntazam raporlar halinde tuttukları ve bu raporları tapınak arşivlerinde titizlikle muhafaza ettikleri dile getirilmiştir.
Ünlü Türk Rahip – Hekim Askilpiade’nin (Asclepiade’nin) “her hastası için bizzat ayrı ayrı rapor tuttuğu, hastasının şikayetlerini, hastalığın fiziksel belirtilerini, hastalıkla ilgili kendi gözlem ve analizlerini, hastasına koymuş olduğu teşhisi, uyguladığı ilaç tedavisini, vücudun tedaviye verdiği tepkileri, tedavi için kullandığı özel ilaç, iksir ve karışımları vs… tek tek yazdığı ve bu bağlamda oldukça dikkatli- ayrıntılı raporlar tuttuğu” dile getirilmiştir.
Ancak bazı Batılı hekimlerin ve akademisyenlerin, Hipokrat ve onun haleflerinin, “insan anatomik bilgisi – hastalık belirtileri – isabetli teşhis ve tedavi yöntemleri, ilaç yapımı vs. gibi tıbbi konular hakkında, Antik Sağlık Tapınaklarının rahip–hekim, rahibe-hekimlerden yararlandıkları hususunu fazla önemsemedikleri, oysaki Hipokrat’ın ve onun öğrencisi olan sonraki jenerasyon hekimlerin, “Antik Sağlık Tapınaklarında dikkatle arşivlenen söz konusu bu önemli hekim raporlarından” büyük ölçüde yararlandıkları ve bu raporlardaki bilgiler ışığında hastalık belirtilerini çok daha kolay tanıdıkları, hastalara isabetli teşhisler koyabildikleri ve çeşitli ilâçlar uygulayabildikleri ve bu bağlamda aslında Hipokrat’ın, Gök – Türk Etrüsk Tanrısı Aplu’nun (Apollon) oğlu, ünlü Türk Rahip–Hekim Askilpiade’nin (Asclepiade’nin?) bir bakıma halefi olduğu” vurgulanmıştır.[18] Bu bağlamda Hipokrat’a atfedilen “Tıbbın Babası” payesinin, aslında Etrüsk (Asena) Tanrısı Aplu’nun oğlu, çağının en ünlü Türk Rahip Hekimi olan Askilpiade’ye ait olduğu kanaatini taşımaktayız.
Batılılar ve Greklerce sürekli olarak ön plana çıkartılan ve “tıbbın babası” gibi son derece iddialı ve prestijli bir unvanla övülen ve Grek olduğu özellikle vurgulanan “Hipokrat’ı” yabancı kaynaklardan araştırdığımızda, oldukça ilginç tespitlere ulaştık. Özet şeklinde bunlara yer vererek, konuşmamızı sonlandırmak isteriz;
1. “Hipokrat’ın doğum tarihi ve kimliği ile ilgili bilgilerin net olmadığı, pek çok hususun karanlıkta kaldığı ve onunla ilgili bilgilerin çelişkiler ihtiva ettiği” ifade edilmiştir;
2. “Hipokrat adının “Grekçe” bir adlandırma olduğu ve bu adın da, söz konusu tarihi hekimin gerçek adını ve kimliğini gizlediğine” dikkat çekilmiştir;
3. “Hipokrat’ın (?), Askilpiade’nin halefi olduğu; edindiği tıbbı bilgi ve kuralların temelini ondan aldığı” dile getirilmiştir;
4. Ayrıca “Hipokrat’ın tek bir kişi olmadığı; (aynı “Aşıkpaşazade Sülâle Silsilesinde” olduğu gibi) bir antik çağ hekimler silsilesine verilen bir adlandırma olduğu” ifade edilmiştir;
5. “Hipokrat’a atfedilen tıbbı eserlerin tamamının, direk onun tarafından yazılmadığı” belirtilmiştir. Uzun yıllar içinde, çeşitli hekimler tarafından yazılan söz konusu tıbbı eserlerin “Hipokrat” adı altında birleştirilerek “Hipokrat Kitapları Koleksiyonu” olarak adlandırıldığı belirtilmiştir;
6. Söz konusu bu eserlerin dilinin “İyonca” olduğunun belirtilmesi çok ilginçtir; İyonca – Türk Runik Harfleriyle yani “Gök- Türk Alfabesiyle” yazılmış bir dildir ve Grekçe ile kesinlikle ilişkisi yoktur. (Aynı Homer’in İlayda ve Odessa destanlarında olduğu gibi; bu destanlarda İyonca – yani eski Türk Runik harfleriyle – yani “Gök- Türk Alfabesiyle” yazılmıştır) Zaten İyonyalıların tarihi kökleri araştırıldığında, bu bilgiler Gök-Türkler ve Asenalarla birebir örtüşmektedir;
7. Ayrıca daha önce bahsetmiş olduğumuz gibi, Batı Merkezli antik tarihte “kronoloji saptırılmış olduğundan” Hipokrat’a atfedilen tıbbı eserlerin menşeinin, çok daha eski çağlara kadar geri gittiği ifade edilmiştir… Şöyle ki “ona atfedilen tıbbı eserlerin, gerçekten onun tarafından yazılıp, yazılmadığının net olarak bilinmediği, ayrıca iki yüz yıllık bir zaman dilimine yayılarak yazılan bu tıbbi eserlerin (yani Hipokrat Kitapları Koleksiyonun) hepsinin Hipokrat tarafından yazılmasının fiilen de mümkün olmadığına” dikkat çekilmiştir;[19]
8. Hipokrat’a mâl edilen söz konusu bu tarihi tıbbı eserlerle ilgili dikkat çeken bir başka husus da şudur; “Hipokrat’tan çok önceki çağlarda yaşamış olan İskenderiyeli Hekimlerin yazılı eserlerinden bahsedilirken, onların tıbbi çalışmaları sırasında, Hipokrat’a atfedilen kitaplardan yararlandıklarını biliyoruz” ifadesine yer verilmiş olması[20] oldukça dikkat çekicidir. Böylece Hipokrat’a atfedilen bütün tıbbı eserlerin, onun tarafından yazılmadığı, ancak emperyalist Batılılarca yazıya alınan antik tarihte, söz konusu bu kitapların tümünün Hipokrat’a atfedildiği ileri sürülmüştür;
9. Hipokrat’ın Ege’nin küçük bir adası olan – Kos (?) adasında yaşadığı, yaşadığı, evinin hemen arka bahçesinde, “Yarı Tanrı – Yarı İnsan olduğuna inanılan ünlü Rahip-Hekim “Askilpiade’ye (Asclepius’ya) Ait Ünlü Sağlık Tapınağının bulunduğu, rahiplerin bu tapınakta yerleşik olarak yaşadıkları, Askilpiade’nin Baş Hekimliği altında görev yaptıkları, hastaları kabul ettikleri ve tıp öğrencileri yetiştirdikleri vs…” bilgileri göz önüne alınırsa, kanaatimize göre Hipokrat ile Asklepiade’nin aynı kişiler olma olasılığı da vardır.
Günümüzde “Gök-Türk Asenalı – Efsanevi Ünlü Türk Hekim Askilpiade’nin” ne yazık ki unutturulduğu; Onun yerine, şaibeli ve muğlak bir Grekçe hekim adı ile anılan, “tarihi varlığı ile ilgili bilgilerin karanlıkta kaldığı” vurgulanan “Hipokrat” adının zihinlere yerleştirildiği ve kök saldığı tespit edilmiştir.
Her halükârda araştırmalarımızın bizi, “Günümüz Tıp İlminin Temelinde Antik Türk Atalarımızın yer aldıkları ve böylece Günümüz Tıp İlmine fevkalâde önemli katkılar sağladıkları” gerçeğine götürdüğünü rahatlıkla ifade edebiliriz. Bu bağlamda kayıt altına alınabilen Antik Çağlardan itibaren, asıl “Tıbbın Babası Unvanına” fazlasıyla lâyık olan Hekimin de, Gök – Türk Asena Sağlık ve Şifa Tanrısı Aplu/Alpan’ın oğlu Askilpiyade olduğunu gururla ilân etmemiz gerekmektedir… O, Günümüz tıp ve farmakoloji ilminin ilk temellerini atmış, kendinden sonra gelen bütün hekimlere “zekasıyla, ahlâkıyla, kabiliyetiyle, köklü tıp bilgisiyle, yazılı eserleriyle – ayrıntılı tıbbı raporlar içeren arşivleriyle” ışık tutmuş, Ünlü Bir Türk Hekimi olarak Antik Tarihte şerefle yerine almıştır. İşte Büyük Atatürk’ün şu sözleri de bu köklü tarihimize işaret etmektedir: “Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydan çıktıkça Türk çocukları, kendileri için lâzım olan atılım kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Türk çocukları tarihte harikalar yaratan atalarını öğrenecekler, o büyük başarıları düşünecekler, ve kendilerinin aynı kandan oldukları bilinciyle hiç kimseye boyun eğmeyeceklerdir. Türk çocuğu atalarını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”[21]
Evet yüzyıllarca ihmal edilen, üstü örtülen, hatta bizden çalınmasına ve gizlenmesine göz yumulan – “Paha Biçilmez Antik Türk Tarih Mirasımıza” bütün Türklerin ve bilhassa da bilim insanlarının sahip çıkmalarını içtenlikle diler, Türk Hekimlerimizin de, Hipokrat da dahil olmak üzere, tüm hekimlerin Hocası ve Piri olan “Askilpiyade’ye” sahip çıkmalarını temenni ederim.
Kongrenin gerçekleşmesinde emeği geçen değerli hocalarıma ve sayın katılımcılara teşekkür eder, saygılarımı sunarım, G. Filiz Tuzcu
Bir yanıt yazın