Gürcistan’dan bazı din adamları, Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin davetlisi olarak Bursa’ya geliyorlar. Arlarında aralarında Dünya Gürcü Müslümanları Birliği Başkanı Kemal Tsetkhladze ve Kafkas Müslümanlar İdaresi Gürcistan Temsilcisi Ayvaz Merdonova’nın yanı sıra Evangelist Baptist Kilisesi Başpiskoposu Malkhaz Songulashvili, Evangelist Baptist Kilisesi Piskopos’u İlya Osepasuli ve Gürcistan Ezidileri Dini Lideri Dimitri Pir Bari de var.
Gürcü din adamları heyeti, Bursa’dan sonra 2 Eylül 2015 Cuma günü tarihi ve turistik yerleri gezmek için İznik’e gidiyorlar. İznik, Hıristiyanlar için önemli bir şehir. Zira bugün Hıristiyanlarca doğru kabul edilen Matta, Markos, Luka ve Yuhanna isimli kutsal kitaplar, yani bu isimleri taşıyan İncil nüshaları, M.S. 325 yılında Roma İmparatoru Konstantin başkanlığında toplanan İznik Konsili’nde kabul edilmişlerdir. Ayrıca, İznik’te kadim Hıristiyan kültürüne ait birçok tarihi eser mevcut.
Bu arada heyet, İznik Belediye Başkanı Osman Sargın’a da bir nezaket ziyaretinde bulunuyor. Ziyaret sırasında Cuma Namazı vakti geldiği için Belediye Başkanı Sargın, Cuma Namazı’na gitmek için misafirlerinden izin istiyor. Bunun üzerine, Belediye Başkanı’nın hiç beklemediği bir olay yaşanıyor başkanın makam odasında. Başpiskopos Malkhaz Songulashvili; “Biz aynı Allah’a inanıyoruz. Beni de götürür müsün camiye?” diyor. Başkan biraz şaşırıyor ama bozuntuya vermiyor bu beklenmedik teklif karşısında “Hay hay” deyip Hıristiyan din adamlarını tarihi Ayasofya Orhan Camii’ne götürüyor. Başpiskoposlar, önce tıpkı Müslümanlar gibi abdest alıyorlar ve arkasından da sünnetleriyle birlikte tıpkı Müslümanlar gibi Cuma Namazını kılıyorlar. Başkan Sargın ve camideki Müslümanlar da bu işe şaşırıp kalıyorlar elbette. Ancak elbette İslamiyet adına biraz da sevinç ve gurur duyuyorlar bu manzara karşısında(1).
Oysa Hıristiyan piskoposlarca yapılan şey son derece normal. Ayrıca bu davranış onların kendilerine ve dinlerine olan güven duyularının bir sonucu. Zira onlar iyi biliyorlar ki; özelde Anadolu toprakları, genelde büsbütün Osmanlı coğrafyası, asırlarca Cami, Kilise ve Havra gibi bütün büyük semavi dinlerin mabetlerinin yan yana, hatta iç içe bulundukları bir coğrafya durumunda idiler. Hatta, bu üç dinin din adamlarının, bazen kendilerinin olmadıkları zamanlarda kendi cemaatlerine ibadetlerini yaptırmaları için görevlerini diğer dinlerin temsilcisi olan arkadaşları din adamlarına emaneten bıraktıkları bile olmuştur! Son yıllarda bu konu bazı fıkralara konu olsa da, ben şahsen bu konunun ciddi bir yanının olduğuna da inanıyorum.
Bektaşi’nin “Bu abdest ne çürük bir şeydir yahu, bir osurukta bozuluyor!” dediğinin aksine, dinler bizim sandığımız gibi öyle çürük yapılar da değildir. Öyle kolay kolay yıkılmazlar. Bir Hıristiyan namaz kılmakla Hıristiyanlıktan çıkmayacağı gibi, bir Müslüman da mesela bir pazar günü kilise bir pazar ayinine katılmakla veya ağlama duvarında Yahudilerle birlikte Allah’a dua etmekle İslamiyet’i inkar etmiş olmaz.
Bizim sofu Müslümanlar belki Gürcü Başpiskoposun ve yanındaki piskoposların, İznik’te Cuma Namazı kılmalarıyla dalga geçecekler ve bunu, belki de kendi dinlerinin üstünlüğü ile açıklama kolaycılığına kaçacaklardır. Elbette bize göre de son ve ekmel din İslam’dır. Oysa biz nasıl kendi dinimizi ekmel din kabul edip, bazılarımız Müslümanlar dışındakileri kâfirlikle itham ediyorsa, onların cahilleri ve kaba softaları da bizleri aynı şekilde itham ediyorlar. Gelin görün ki; onların gerçeği bilen aydın din adamları, bu üç büyük semavi dinin aynı kaynaktan neşet etmekle ortak noktalarını biliyorlar ve onun için de bu dinlerin bazı ritüellerini yerine getirmekte mahzur görmüyorlar.
Hatırlayın lütfen; Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 16. Benedictus da 2006 yılının Aralık Ayı içinde Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaret sırasında İstanbul Sultanahmet Camii’nin mihrabı önünde tıpkı namaz kılar gibi “Huzur Duruşu”nda bulunmuş, bu konuda dönemin İstanbul İl Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı’nın davetini geri çevirmemişti. Aynı şeyi selefi olan bugünkü Papa Francis de yaptı 2014 yılının Kasım Ayı içinde. O da İstanbul Müftüsü Doç. Dr. Rahmi Yaran ile birlikte Sultanahmet Camii’nde “Huzur Duruşu” gerçekleştirdi.
Dolayısıyla; İslam adına üstelik de “Allah’ü Ekber” diyerek Müslüman kardeşini boğazlamaktan çekinmeyen Radikal İslamcılara kapak olsun, Hıristiyan din adamlarının bu tür davranışları. Oysa bu ülkede bırakın Diyanet İşleri Başkanı, Müftü veya İmam seviyesindeki din adamlarını, sıradan bir Müslüman bile, içinden geldiği gibi ve serbestçe Kiliseye veya Havra’ya gidip rahatça dua edemez! Ederlerse defe koyulacaklarını ve başlarına olmadık işler geleceğini bilirler. Hem de bütün semavi dinlerin mensuplarının aynı Allah’a yöneldiklerini bile bile yapamazlar bunu.
Hatırlatalım ki; Kureyşli müşriklerin baskısından bunalan ilk Müslümanlar, Hz. Peygamber’in izniyle ve herhalde tavassutuyla Habeşistan’a göç ettiklerinde, Habeş Necaşisi (Habeşistan’ın Hıristiyan İmparatoru) Eshame, Müslüman grubun lideri Cafer Bin Ebu Talip’i (Hz. Ali’nin ağabeyi) dinledikten sonra elindeki asa ile yere bir çizgi çizer ve “Sizin dininiz ile bizim dinimiz arasındaki fark ancak bu kadardır. Bu sebeple ülkemde istediğiniz kadar kalabilirsiniz. Can güvenliğiniz benim teminatım altındadır…” diyerek Müslümanları, Mekke’ye geri götürmek üzere gelen Amr Bin As liderliğindeki Kureyş heyetine teslim etmez. Bu hizmetiyle Necaşi Eshame, belki de İslamiyet’in Habeşistan’da tanınıp, tutunmasının ve yayılmasının da kapısını aralamıştır aslında. Gelin görün ki; bizim İslam Tarihi yazarlarımız, Eshame’nin bu tutumunu hemen onun gizli Müslüman olmasıyla açıklama yoluna gitmişler, onun başka din mensuplarına da saygısı olan hoşgörülü bir hükümdar olduğunu akıl edememişlerdir.
Müslümanlarla Hıristiyanlar ve Yahudiler arasındaki ilişkiler ilk dönemlerde kesinlikle dostça ve kardeşçe idi. Herkes birbirine saygı gösteriyordu. Bu konuda Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra Medine Yahudileriyle imzalamış oldukları “Medine Sözleşmesi” kayda değerdir. Gelin görün ki; bu dinlere mensup siyasiler, zamanla kirli siyasi emellerini gerçekleştirmek için bu üç büyük semavi din arasında derin ayrılıklar oluşturmuşlar ve bu üç büyük dinin mensuplarını birbirlerine düşürmekte sakınca görmemişlerdir. Bunlardan kimisi siyasetlerini dinden referans olarak benimsetme, kimileri de papaların haçlı seferlerinde oynadıkları rol örneğinde olduğu gibi, dinlerini siyasetten güç alarak yayma yoluna gitmişlerdir.
Şimdi bir Papa 16. Benedictus ile Papa Francis’in İstanbul Sultanahmet Camii’nde gerçekleştirdikleri huzur duruşuna ve Gürcü piskoposların İznik’te Cuma Namazı kılmalarına bakıyorum, bir de 2004 yılında Genel Kurmay 2. Başkanı olarak İsrail’e yapmış olduğu resmi ziyaret sırasında ev sahibi olan meslektaşının davetini kıramayarak Kudüs’deki Ağlama Duvarı’nda dua eden General İlker Başbuğ’un başına gelenlere bakıyorum da kendi Müslümanlığımdan utanıyorum.
İlker Başbuğ her ne kadar “Resmi programda Kudüs’teki Ağlama Duvarı ile Mescid-i Aksa’yı ziyaret de yer almaktaydı. Ev sahibinin yaptığı tekliflere uymak ve özellikle inançlarına karşı saygılı davranmak her şeyden önce bir nezaket ve insanlık kuralıdır… Ben orada Fatiha okudum” dediyse de derdini bir türlü anlatamamıştı kendisini yargılayanlara. Beki de adı geçenin, 26 ay süreyle Silivri zindanlarına kapatılmasının gizli gerekçesi olmuştu bu hareketi. Özellikle de bugün uğradıkları zulüm karşısında canlı canlı yolunan tavuklar gibi cıyaklayan Paralel yapıya ait medya kuruluşları, az kaşımadılar bu konuyu. İlker Başbuğ’un konuya ilişkin savunmasını; “İlker Başbuğ Ağlama Duvarı’nda Fatiha okumuş!” şeklinde alaycı bir üslupla duyurdular okuyucularına(2).
Bu adamlar, bir taraftan “Dinler Arası Diyalog” adı altında, Hıristiyan ve Yahudi sermaye çevreleriyle bazen açık, ancak çoğu kere gizli dolaplar çevirirken, bir taraftan da aynı çevrelerle en masum şekilde ilişki kuranları bile kıyasıya eleştirdiler.
Unutmayalım ki; 1998 yılında Türkiye’den Papa 2. Jean Poul’ü ziyaret eden ilk din adamı Diyanet’ten emekli olan vaiz Fethullah Gülen olmuştur ve o ziyaret sırasında söylenen “…Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazi yardımlarımızı sunmak için size geldik.”(3) şeklindeki ünlü sözlerin altında da Fethullah Gülen’in imzası bulunmaktadır…
____________
1- ,
2-
3-
Bir yanıt yazın