İsveç´li kimyacı Alfred Nobel´ in, laboratuarında ürettiǧi nitrogliserin sonucunda yarattıǧı dinamitin geride bıraktıǧı kurbanlarınının yakınlarını korumak ve gözetmek için, vasiyeti üzerine ölümünden sonra kurulan Nobel Vakfi, 1901 yılından beri çoǧunlukla devlet adamlarına olmak üzere, dünya barışına katkıda bulunan bilim adamlarına, sanatçılara, yazarlara ve de çevrecilere deǧişik Nobel Ödülleri vermektedir.
Ne zaman Nobel veya ödülü diye bir kavram duysam, elimde olmayarak yaklaşık 8 yıl geriye götürüyor beni belleǧim.
2005 yılında ise, Nobel Barış Ödülü´ ne deǧişik ülkelerden, renk ve dinlerden “bin kadının” aday gösterilmesi için, “14 ayrı dine mensup 14 kadından” oluşan bir komite kurulduǧunu basından öǧrenmiştik.
Bu komite, deǧişik ülkelerinden bin kadının adını tesbit edip, 2005 yılı için Nobel Bariş Ödülü´ ne aday gösterecekti.
İnaniyorum ki, dünyada Nobel Barış Ödülü´ ne aday gösterilmesi gereken kadın sayısı onbinleri de geçebilir. Çünkü kadın, hayatın en aǧır yükünü çeken ve çocukları için her türlü zorluǧu göǧüsleyen kişidir. Katı, sevgiden yoksun hale getirilmiş dünyamıza sevgi ve hoşgörüsü ile yaşanırlık kazandıran yine kadındır.
Bu nedenle,2005 yılı için Nobel Ödülü` ne aday gösterilecek kadınlar arasında, Mevlüde Genç anne de olmalı idi, ama ne yazık ki olmadı.
29 Mayıs 1993 günü Solingen´ de dört ırkçı Alman gencin hedef alarak çıkardıkları yangında, Genç Ailesi beş evladını kaybetti. Hayatta kalanlar da bu ırkçı saldırının verdiǧi fiziki ve manevi acıları halen çekmekteler. Mevlüde ve Durmus Genҫ ailesinin oǧulları Bekir, sadece on yıl içinde 30 un üzerinde ameliyat geçirmiş olmasına raǧmen, halen iyileşebilmiş deǧildir.
Bu nedenle Genç ailesi ve özellikle Mevlüde anne bizler için bir semboldür ve sembol olarak da kalmalıdır.
Bu sadece biz Türk vatandaşları ve Alman vatandaşı olmus Türk kökenli insanlarımız için deǧil, aynı zamanda Almanya´ da yaşayan her yerli ve yabancı insan için de geçerli olmalıdır.
Șu bir gerçektir ki; Almanya´ da yabancılara yönelik yangınları çıkaranların ve cinayetleri işleyenlerin bazı kurum ve çevrelerce kollanıp korunması, pek çoǧumuzda olduǧu gibi bana da Almanya´da gelecek kaygısı vermektedir.
Mel´un Solingen Yangını´ nın haberini, o günün erken saatlerinde arabamdaki radyomdan öǧrenmiştim. O an, hayatımda unutamayacaǧım anlardan birini yaşadım. Kulaklarıma inanamamıştım. Hemen radyoyu sürekli haber veren bir kanala ayarlayıp, haberin doǧruluǧuna ve detayına ulaşmaya çalışmıştım.
Çünkü Lübeck´e kapı komsumuz olan Mölln´ de çıkarılan yangın´ın üzerinden henüz yeni altı ay geçmisti. Ve Mölln´ de kaybettiǧimiz üç canımızın acısını ve de yangın´ın şokunu üzerimizden henüz atamamıştık.
Nasil ki Mölln Yangını´ nın son olmayacaǧını bildiǧimiz gibi, o an dahi Solingen Yangını´ nın da Almanya´ da son yangın olmayacaǧını düşünmüstüm.
Ve ne yazık ki, Solingen Yangını´ da yabancılara yönelik Almanya´ da çıkarılan son yangın olmadı. Bunu izleyen ve failleri bulunmayan pek çok yangına daha tanık olduk. Bunlardan biri de dokuz canın yandıǧı Ludwigshafen yangınıdır.
Ludwigshafen´deki Gaziantepli Kamil Kaplan ailesinin oturduǧu binada 03.02.2008 günü yangının nasıl çıktıǧını ertesi günü iki küçük kız çocuǧunun, evin bodrum katına inen merdivenlerde bir erkeǧin bebek arabasını tutuşturmakta olduǧunu gördüklerini basından okumuştuk. Devletin psikologları bu çocuklarla iki – üç hafta ilgilendiler. Sonra aynı kız çocukları “hiç bir şey görmediklerini” söylemeye başladılar. Alman polisi Türk yetkilileri olay´ı araştırma çalışmasına almadılar. Devlet yetkililerimiz bu konuda, gereken etkiyi ve direnci gösteremedi, ne yazık ki.
Bu yangında dokuz canımızı kaybetmiştik. Camdan annesi tarafından atılan bebek daha uzun yıllar hafızalarımızda havada uçan görüntüsü ile yerini koruyacakdır.
Nasıl ki; 18.12.1988 günü Almanya´nın Oberpfalz bölgesindeki Schwandorff kasabasında çıkan ve üç cana mal olan yangın, Almanya´da ilk olmakla kalmadıǧı gibi, Ludwigshafen yangını da son yangınımız olmayacaktır.
Türk´ün canı nasıl olsa ucuzdur. Arkasında duranı arayanı da yoktur, çünkü.
Bunlar yetmiyormuş ve Türklerin gözü yeterince korkutulmadıǧına inanılmamış olunmalı ki; 2000 yılından başlanarak, devlet birim ve görevlilerinin desteǧi ve logistik yardımı ile, oturdukları yerlerin yaklaşık 200 km uzaklıkta sekiz vatanadşımızı altı yıl içinde ve de iş yerlerinde kurşunlanarak öldürüldüklerini de öǧrenmiş olduk.
Öldürülen Yunan vatandaşı esnaf da, Türk zannedildiǧi için öldürülmüş olduǧunu yazılanlardan oykuyup öǧrenmiş bulunuyoruz. Sekiz Türk, bir Yunan vatandaşı ile bir Alman polisinin de öldürüldüǧü olayı gerçeklestiren NSU teşkilatının “Üçlü Nazi Çetesi” nin hayatta kaldıǧı bilinen (!) tek üyesi olan Hitler kızı´nın bu günlerde Nürnberg´de görülen davasını da bir komediye benzetenlerin sayısı az deǧildir.
El ve ayaklarından zincirlenerek mahkeme salonuna getirilmesi beklenen Üçlü Nazi Çetesi´nin hayatta kalan tek ve kadın üyesi Beate Zschaepe, elleri dahi kelepçesiz ve sakız çiǧneyerek ilk duruşma için salona girmesi, davanın nasıl sonuçlanacaǧının işaretini vermekte idi!
Bütün bunlar, Türk nüfusunun; emekli olmuş ama emekli maaşı ile geçinemeyen birinci kuşaǧın ve genç Türkler arasında da her geçen gün artan işsizlikten ötürü, artık Türklerin Alman ekonomisine “yük” olmakta olduǧu söylendiǧi son dönemde Alman kamuoyunda konuşulmakta ve yazılmaktadır.
Federal Almanya´nın Eski Șansölyesi Helmut Schmidt´e; Türkiye´nin AB´ye üye olması durumundaki düşüncelerinin sorulmasında; “Türkler Bize Yük Olur” itirafında bulunur (Hürriyet, 24.11.2010).
Yine; Federal Almanya Eski Șansölyelerinden ve de Türk kökenli gelini olan Helmut Kohl´da, İngiltere Eski Başbakanı Demir Layd´isi ile yaptıǧı bir görüşmede: “Almanya´daki yoǧun Türk nüfusundan rahatsız olup, sayısını azalatmak (!) istediǧi şeklindeki açıklaması“ yakın geçmişte ve de bunu yıllar sonra teyid dahi ettiǧini basından öǧrenmiş bulunuyoruz.
Kasaba politikacıları bile ileride sosyal tehlikeler yaratabilecek bu tür açıklamalardan kaçınabildiklerine tanıǧız.
Oysa devlet yönetmiş ve ülkelerinin sorumluluǧunu sırtında taşımış politikacıların ve de ülkelerinin 2. Dünya Savaşı´ndan sonra tekrar onarılması için ter dökmüş, en aǧır işlerde çalışıp, saǧlıklarını yitirdikleri için erken emekli olup, bugün yoksulluǧu yaşayan Türk insanları için yapılabilen bu tür açıklamalardan sonra bizler, Avrupa topluluǧunda, daha ziyade yoǧun yaşadıǧımız Almanya´da ne kadar kaygıdan uzak ve huzurlu olabiliriz?
Solingen Yangını´ nın ve Genç Ailesi´ nin durumu, gerek yangını çıkaran canilerin ifadeleri, gerekse bunların bazı kurumlarca kollanmaları, mahkeme salonunda dahi resmi sıfatlı biri tarafindan en genç cani´nin saçlarının okşanması dahi bizleri ürküttüǧü gibi, yüreklerimizde derin ve acılı bir iz bırakmıştır.
Bundan tam 18 yıl önce, 1995 yılında Mevlüde Ana´ ya Nobel Barış Ödülü´ nün verilmesi için kamuoyunda bir kampanya başlatılmıştı.
Bu nedenle bizde konuda belli bir araştırma yaptıktan sonra, TÜRGEM yönetim Kurulu adına Schleswig-Holstein Hükümeti´nin o günkü Başbakanı Heide Simonis´ e 02.02.1995 günlü bir yazı ile baş vurarak, kendilerinden Mevlüde Genç´ i Nobel Bariş Ödülü´ ne aday göstermelerini saygılarımızla rıica ve talep etmiştik.
O yazımızla ilgili haberi Türkiye gazetesi 24.02.1995 günlü sayısında, “Mevlüde Anaya Nobel Verilsin” başlıǧı ile geçmişti.
Başbakan Heide Simonis, detayları ile gerekçelendirmiş olduǧumuz yazımıza 24.02.1995 günü yanıt vermişti. Başbakan Simonis yanıtında: “TÜRGEM´ in bu girişiminden ötürü teşekkür edip, bir başbakanın bir kişiyi Nobel Ödülü´ ne aday gösterebileceǧini, yazımızı aldıktan sonra yapmış oldukları araştırma sonucu öǧrendiklerini belirtip, fakat, Mevlüde Genç´ in dış dünyada yeterince tanınmadıǧı için (!) Nobel Barış Ödülü´ ne aday gösteremiyeceǧini fakat, Mevlüde anne´ ye Federal Dışişleri Bakanlıǧı tarafından verilmesi düşünülen “Federal Nişanı” n gerçekleşmesinde etkili olacaǧını düşündüǧünden, yazımızın bir kopyasını bir yazı ekinde Alman Dışişleri´ ne havale edeceǧini bildirmişdi”.
Schleswig-Holstein eyaletinde o dönemin Başbakanı olarak görev yapan Heide Simonis´ in, yazılarındaki deǧerlendirmesini o günkü takdirleri olarak deǧerlendiriyorum.
Parti yoldaşım Hedi Simonis, Mevlüde anneyi istemiş olsa idi, dış dünyaya da tanıtabilir ve Nobel Barış Ödülü´ne aday gösterebilirdi!
Ama yine de her şeye raǧmen biz, 2005 yılında 1000 (bin) kadına verilmesi düşünülen ve çalışmaları da başlamış olan Nobel Baris Ödül Listesi´ nde Mevlüde annnenin adının listenin en ön siralarında olması için de kolları sıvamıştık. Ne yazık ki, o günün Türk basını ve kamuoyumuz istediǧimiz ve de beklediǧimiz ilgiyi, desteǧi Mevlüde anne için veremedi ve gösteremedi.
Bu, bir anlamda o günlerde bizlerin kamuoyuna: “Hiç bir yabancının evi yanmasın, yakanlar da en aǧır şekilde cezalandırılsın” şeklinde vereceǧimiz bir mesajı olacaktı.
Bu tür eylemlerimiz bir anlamda, kamuoyunda kendi lobimizi ve lobi baskımızı oluşturmamız için de çok önemlidir.
Solingen Yangını´nın yapılan 10´ uncu Yıl Töreni´ nde Mevlüde Ana, acılarını bir kenara koymasını bildi ve o yüce yüreǧi ile : ”Kin öldürür, sevgi yaşatır. ………… , okullardan Türkçe dersler kaldırılmasın.” şeklinde konuşmuştu.
Bugün halen düşünüyorum! Öyle bir acıyı yüreǧinin derinliklerine gömebilmek ve toplumsal barış için çaǧrı yapabilmek, kaybolmakta olan kültürümüzün korunması için okullarda Türkçe dersi isteyebilecek dünyada kaç insanımızın yapabileceǧi yüce bir davranıştır?
O sözler bize Mevlüde anne nin yüreǧinin halen sevgi ve barış dolu gücünü ve toplumcu yanını anlatıp, görtermiyor mu?
Ben Mevlüde anne ve eşi Durmuş ile , 24 Mayıs 2007 günü arkadaşım
Prof. Dr. Faruk Șen´in davetlisi olarak Essen kentinde o dönem direktörü olduǧu “Türkiye Araştırmalar Merkezi ” nin (TAM) düzenlemiş olduǧu bir etkinlikte yüz yüze gelip, büyük saygı duyduǧum bu insanlarla tanışabildim. Nordrhein Westfalen eyaletinin o dönem “Kuşak, Aile, Kadın ve Uyum Bakanı” Armin Laschet ile birlikte sohbet de ettik. Mevlüde anne bu sohbetimizde acısı ile bizleri etkilememeye büyük bir özen göstermişti.
Genç ailesi de bizlerden biri gibi Almanya´ yı kendilerine ikinci bir vatan kabul etmişlerdi. Ama başlarına; kendine insanım diyebilecek hiç kimsenin yapamayacaǧı bir felaket getirilmişti.
Yarın buna benzer bir felaketin bizim başımıza veya bir sevdiǧimizin başına gelmeyeceǧini kim söyleyebilir? Böyle bir şeyin olmayacaǧına dair bu garantiyi bize hangi siyasetci, hükümet yetkilisi veya hangi teşkilat verebilir?
Durum bu iken, bizim Mevlüde Anne´ ye, Ailesi´ ne veya kendi kişiliǧimize yönelik olması gereken saygımız, sevgimiz ve toplumcu tarafımız nerede? Artık bunu, sessiz de olsa kendi kendimize sormamız gerekmiyor mu?
Ve işte bizim de bunu kanıtlama günümüz gelip çattı bile.
Mevlüde Ana hepimiz için bir semboldür. Bunca çektiǧi ve çekmekte olduǧu acılara, beş evladını yakıp öldüren dört caniden bugün hepsinin serbest bırakılmış olmasına raǧmen O hala sevgiden, kardeşlikten, dostluktan, iyi komşuluk ilişkilerinden ve toplumsal barıştan yana konuşuyor. Oysa o´na halen bir devlet nişanı dahi verilmiş deǧil.
Mevlüde annenin bu tutumu ve tavrı Alman kamuoyu tarafindan da biliniyor olması gerekir. Yavrularının cenaze töreninde acılı yüreǧi ile yapmış olduǧu konuşmasından dolayı, 1994 yılında ARD televizyonu tarafından “Yılın Kadını” seçilmişti.
Böyle bir baǧışlama ve erdemlik, sadece ve sadece annelere – kadınlara özgü bir yüce duygu olmalı diye düşünüyorum.
Bu nedenle Mevlüde annenin yaşadıǧı acıyı Almanya´ da hiç bir yerli ve yabancı annenin yaşamaması için, o´ na ve Ailesi´ ne sahip çıkıp, sürekli destek verelim..
Ne dersiniz! Hemen kaǧıt ve kaleme sarılalım ve “Mevlüde anneye gelecek 2014 yılında “Nobel Barış Ödülü Verilsin“ diye bir kampanya başlatalım.
Haydi Almanya Türk lobisi! Kurumları, dernekleri, basını, kendine aydınım ve milletimin her bireyini seviyorum diyenleri ile iş başına!