Yazarın reklamını yapmak istemiyoruz, ama Atatürk’e hakaret ederek prim yapanların neler konuştuklarını bilmemiz gerekiyor.
Dünkü yazıda “Kurtuluş Savaşı”nın koskoca bir yalan olduğunu söyleyip detayı bugüne bırakmıştım. Sözü dolandırmadan doğrudan konuya gireceğim: Öyle yedi düvele karşı verilmiş bir “Kurtuluş Savaşı” yoktur.
Yoktur da niçin var biliniyor? Çünkü millet hakikatleri bilmiyor, hatırlamıyor. Çünkü millet, “Kurtuluş Savaşı” denilen süreç sonunda sadece “İslam Devleti”ni ve topraklarının çok büyük kısmını değil, hafızasını da kaybetti.
Çünkü milletin siyasi, sosyal, kültürel, hukuki, ameli, tarihi, coğrafi ve hatta imani ve İslami hafızası silindi. Bu yüzden hakikatler hatırlanamıyor.
Şimdi okullarda okutulan “resmi tarih” kitaplarındaki bilgileri önümüze alıp bakalım.
Trakya’dan Artvin’e kadar Karadeniz Bölgesinde savaş oldu mu? Hayır.
Doğu Anadolu Bölgesinde savaş oldu mu? Hayır. İran sınırları zaten 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’dan bu yana değişmedi. Sovyetler Birliği ile olan sınırlar, savaş yapılmadan, Gümrü Andlaşması ile belirlendi. Gerçi, Kazım Karabekir komutasındaki Türk ordusunun bir harekatı olmuştu; ancak bu, işgale karşı değil, Sevr ile boşaltılan illere yeniden askerin girmesinden ibaretti.
İç Anadolu ve Akdeniz Bölgelerinde savaş oldu mu? Hayır. Hatta Trakya Bölgesi ve İstanbul bile savaş görmedi. İngilizler kendiliğinden çekilip gitti.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne gelince… Antep, Maraş, Urfa ve Adana’da yapılan savaşlar ile Ankara Hükümeti arasında hiçbir alaka yok. M. Kemal ve arkadaşları bu illerdeki savaşları organize etmiş de değil, sevk ve idare etmiş de değil.
Bu illerin halkı, çoğu din alimi olan yerel önderlerin arkasında direnişe geçip, kendi savaşlarını vererek bölgelerini düşman işgalinden kurtardılar.
Gelelim Ege Bölgesi’ne…
İngilizlerin desteğiyle İzmir’e çıkan Yunanlıları zaten halkın kurduğu yerel direniş cepheleri perişan etmişti. İlerleyen Yunanlılar, Ankara Hükümetinin doğrudan yönettiği askerlerle karşılaştı.
Yani Ankara Hükümeti, sadece Yunanlılarla yaptığı Sakarya Savaşını yönetti. İnönü Savaşları bile şaibeli; İnönü Savaşları diye bir şeyin olmadığını iddia edenler var. Hadi o da olsun. Bu durumda ortaya çıkan hakikat tablosu şu:
M. Kemal Hükümetinin yaptığı tek savaş, Yunanlılarla savaştır. Hatta “Büyük Taarruz” bile savaş değildir; Yunanlıların çekildiği bölgelere, peşinden Türk Ordusunun girmesinden ibarettir.
Yani “Kurtuluş Savaşı” denilen şey, hepi topu bu kadar; sadece Yunanlılarla yapılan savaştan ibaret.
Şimdi bu savaşlar verildi de ne oldu, ona bakalım.
Misak-ı Milli sınırları içindeki Batum’dan ve tüm Kafkasya’dan vazgeçtik. Yine Misak-ı Milli sınırları içindeki Musul ve Kerkük’le beraber, içinde Filistin’in de bulunduğu bütün Arap topraklarını terk ettik. Hatta Hatay’ı bile… Misak-ı Milli sınırları içindeki Batı Trakya’yı ve tüm Ege Adalarını ise, “yenmek”le övündüğümüz Yunanlılara bıraktık.
Bu durumda başka bir hakikat daha ortaya çıkıyor: Kurtuluş Savaşı denen şey sadece Yunanlılarla yapılmıştı ya, o savaşın galibi de biz değiliz, Yunanlılar! Şaka yapmıyorum, hakikat öyle.
Bakınız, Yunanlılar İzmir’e girdiğinde Batı Trakya ve Ege adaları bize ait değil miydi? Yunan’ı -güya- İzmir’de denize döktük de ne oldu? Batı Trakya ve Ege adaları Yunanlılarda kaldı. Yani savaştan kazançlı çıkan, savaşın galibi biz değil, Yunanlılar oldu.
Demek ki, bize “Kurtuluş Savaşı” diye yutturulan şey, aslında bir masaldan ibaret. Peki, o halde “kurtulduğumuz şey” nedir?
Osmanlı toprakları 20 milyon kilometrekareye ulaşmıştı.
Birinci Dünya Savaşına girildiğinde 5 milyon kilometrekare eldeydi. Yani Sevr kabul edilmediğine göre, Lozan Andlaşması için oturulduğunda, topraklarımız 5 milyon kilometrekareye yakın iken, geriye 783 bin kilometrekare kaldıysa bu, 4 milyon kilometrekarelik toprak kaybı demek değil mi? Eğer kurtulmak buysa, Filistin’den, Bağdat’tan, Şam’dan, Kahire’den, Trablus’tan, Hicaz’dan, Kafkasya’dan, Ege adalarından vb. kurtulmuş olduk. Yani aslında kurtulmadık; yıkıldık, parçalandık.
Şimdi şöyle bir kurgu yapalım. Eğer “kurtarıcılarımız” bizi kurtarmasalardı da, işgal altına girseydik ne olurdu?
İşgalciler Hilafet’i kaldırırlardı. Kur’an hükümlerini hayattan uzaklaştırır, Kur’an’ı yasaklar, ayaklar altına alırlardı. Rasulallah’ın önderliği kalmazdı.
Bazı camilerimiz yıkılır, satılır, başka amaçlarla kullanılırdı. Ezanımız yasaklanırdı. Dilimiz, alfabemiz değişirdi. Kültürümüz, geleneğimiz terk edilirdi. Kadınlarımızın tesettürü açılır, kılığımız-kıyafetimiz yasaklanırdı. Ahlâkımız, sosyal yapımız bozulurdu. İslam siyasal, sosyal, hukuki, iktisadi ve benzeri alanlarda hayattan uzaklaştırılırdı.
Yerine ne gelirdi? İslam Hukuku yerine Avrupalıların hukuku, İslami yaşantının yerine Avrupalıların yaşantısı getirilirdi. Kur’an İncil’e, cami kiliseye, imam papaza benzetilirdi. Devlet Laikleştirilir, insan dinsizleştirilirdi. Vs. vs.
Peki, kurtulduk da ne oldu?
Zaten tam da bunlar oldu.
Hilafet’ten kurtulduk.
Kur’an’dan kurtulduk.
İslam hukukundan, Şeriat’tan kurtulduk.
Kültür ve geleneklerimizden kurtulduk.
Kılık kıyafetimizden kurtulduk.
Alfabemizden kurtulduk.
İslam’dan kurtulduk!
Özgürlük bilincinden, İslam kardeşliğinden, Ümmetin diğer toplumlarından kurtulduk.
İşgalcilerin kanatları altında bir başımıza kaldık.
İşgalciler kalsaydı bundan kötüsü olmayacaktı. Demek ki işgalciler, zaten istediklerini elde etmeyi garantiledikleri için gitmişler.
Sahi, bunun neresi kurtuluş?
Faruk köse/akit