Her ne kadar II. Abdulhamid hayranı olan ve ona “Ulu Hakan Abdulhamid Han” nazarıyla bakan Necip Fazıl tarafından topa tutulmuş olsalar da ve Mustafa Müftüoğlu gibi bazı yazar ve edipler tarafından “Üç Beyinsiz!” olarak nitelendirilseler de(26) İttihat ve Terakki Partisi’nin üç lideri Talat, Enver ve Cemal Paşalar, birinci Dünya Savaşı’na girişimizin sorumluluğunu üzerlerine almış ve ülkeyi terk etmişlerdir. Şüphesiz bu davranış, onurlu bir davranıştır. Peki terk etmeselerdi ne olurdu? Terk etmeseler belki de talih onlara güler, yeni devletin kuruluşu belki de onlara nasip olurdu. Ya da çıkacak paşalar kavgası sebebiyle Türk Milli Mücadelesi başarıya ulaşamaz veya en azından bu başarı gecikir ve ülkede kardeş kanı dökülmüş olurdu. Çünkü onlar da en azından diğer komutanlar kadar güçlü kişilerdi ve ülkede onları destekleyen insanlar da vardı.
Tarihçi Mustafa Müftüoğlu’na göre Üstad Necip Fazıl biraz daha insaflı davranmakta ve Enver Paşa ile Talat Paşa hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“O sene, bütün cephelerde paniğin başladığı, top yekûn Arabistan’ın elden çıktığı, İngilizlerin Suriye ve Irak’tan, Fransızların Makedonya tarafından ana vatan sınırlarını toslamaya koyulduğu, Moskofların bütün Şark Anadolu’sunu derinlerine kadar işgal edip 1917 Rus ihtilali yüzünden çekilmek zorunda kaldığı, halkın ekmek yerine saman tozu ve mısır koçanı yediği, yakmaya tezek ve kefen yapmaya bez bulamadığı mevsimde, bir gün Enver Paşa, Talat Paşa’yla beraber, Beylerbeyinde Abdulhamid’i ziyarete gidiyor.
Kendilerini karşılayan muhafız subay, Ulu Hakana haber vermeksizin yol gösterdiği için, kapısının önüne kadar geliyorlar. Kapı yarı aralıktır ve Abdulhamid, sırtı kapıya doğru seccade üzerinde dua etmektedir. Gelenleri görmüyor, gelenler de ona kendilerini göstermiyor. Enver Paşa, önde, yarı açık kapıyı biraz daha aralamış, olduğu yerden tabloyu seyretmekte…
Abdulhamid, elleri hacet dergahına uzatılmış, göz yaşıyla nemli bir dua sesi çıkarmakta:
Allah’ım; bana yapılanları helal etmiyorum! Şahsıma yapıldığı için değil, milletime yapıldığı için affetmiyorum! Milletime yapılan fenalıklardan, yarın senin Hesap Günü’nde davacıyım!
Öbür ittihatçılara nispetle içinde bir saffet kırıntısı kalmış olan Enver Paşa, bu duayı işitince, çarpılıp kalıyor, Hünkâr’ın huzuruna çıkamıyor, geriye dönüyor, Talat Paşa’yı kolundan çekerek sürüklüyor, rıhtımda bekleyen istimbota götürüyor ve orada, ağlaya ağlaya, Talat Paşa’ya diyor ki:
-Başımıza ne geldiyse bu adama yaptıklarımızdan geldi ve daha ne gelecekse o yüzden gelecek!…
İstikbaldeki gerçek Türk tarihçisinin kulağına fısıldadığımız bu vaka hakikidir ve babam Fazıl Beyin amca oğullarından ve Kısakürek’lerden, İttihatçıların İaşe Nazırı Kara Kemal tarafından, dayım ve yine eski İttihatçı Kerim Milar’a anlatılmıştır. İttihatçıların polis teşkilatında yüksek dereceli bir memur ve birçok yerde Emniyet Müdürlüğü yapmış olan, dayım Kara Kemal’den naklen der ki:
-İttihat ve Terakki’nin Türk ve Milliyetçi kadrosu, Abdulhamid’in ne büyük, hatta emsalsiz bir Padişah olduğunu biliyor, fakat onu makamına iade etmek ve tutulan istikameti değiştirmek için vaktin geçmiş olduğunu esefle görüyordu. İttihatçılık hareketinde eser müessiri aşmış ve gizli tesir (Yahudi ve Mason tesiri) artık istikamet değiştirmeyi imkansız hale getirmişti. Nitekim Abdulhamid’in cenaze namazında hüngür hüngür ağlamaktan kendini alamayan Talat Paşa bu ince ruh ukdesinin ilancısı olmuştur.”(27)
Necip Fazıl Kısakürek’in bu anlattıkları, üstadın dediği gibi gerçekten de vaki midir? Yoksa üstadın muhayyilesinin bir ürünü müdür? Anlatılanlar roman havası içinde söylenmiş birer hayal ürünü olsa da (ki; ben doğru olduğuna inanıyorum) bu ifadelerinden, hem Necip Fazıl’ın kendi ailesinde de İttihatçılar bulunduğu, hem üstadın Enver ve Talat Paşaları İttihatçıların Türk ve milliyetçi kanadında gördüğü, hem de hareketin, kurucularının boyutunu aşarak önüne geçilmez bir hal aldığı ve Emmanuel Karasu gibi adamların yönlendirmelerine açık hale geldiği anlaşılmaktadır.
Çoğu yazar ve tarihçiler, genelde olayları sonuçlarına göre değerlendirdiklerinden hissi davranmakta ve objektif olamamaktadırlar. Birinci Dünya Savaşı sırasında (1914 yılında) Sarıkamış’ta Ruslar’a karşı girişilen harekatta 90.000 (bu rakamı 23-40 bin arasında verenler de vardır) kişinin ölümüne sebep olan Enver Paşa, harekatın başarısız olması sebebiyle yerden yere vurulup kötülenirken, Çanakkale’de yaklaşık 100.000’i şehid olmak üzere 250-300 bin kişilik toplam zayiat pahasına kazanılan zaferden dolayı bu savaşı sevk ve idare eden komutanlar yere göğe sığdırılamamaktadır(28).
Halbuki Çanakkale’de Türk orduları zafer kazanırken, aynı Enver Paşa’nın Harbiye Nazırı, Cemal Paşa’nın Bahriye Nazırı, Talat Paşa’nın da Dahiliye Nazırı ve Sadrazamlık yaptıkları bilinmektedir. Bu sebeple, Çanakkale Zaferi’nin kazanılmasında en büyük başarı, cephede savaşan askerlerin olmakla birlikte, onları sevk ve idare edenlerle lojistik destek sağlayanların da en az cephedekiler kadar başarıda pay sahibi olduklarını kabul etmek mecburiyetimiz vardır. Nusret Mayın Gemisi’nin kahramanlık destanları anlatılırken bu geminin bağlı bulunduğu Bahriye Nazırlığı’nın başında bulunan Cemal Paşa’nın ısrarla görmezden gelinmesi en hafif deyimiyle kadirbilmezliktir.
Nedense bu konu, bütün tarihçiler tarafından özellikle göz ardı edilmeye çalışılmakta, insanlar yargılanmaya başlamadan önce hemen ya tamamen kötü, ya da tamamen iyi olarak damgalanmakta, sonra da bu kanaatleri güçlendirmek için olmadık övgüler yada iftiralar yapılmaktadır. İnsanların ve olayların sadece tek tarafı ele alınmaktadır. En kötüsü de sanki birilerinin hakkı teslim edilmek için birilerini karalamak şartmış gibi hareket edilmektedir. Aynı hataya Necip Fazıl merhum da düşmekte ve II. Abdulhamid’e paye vermek için, hem Tanzimatçı Mustafa Reşit Paşa ile Ali ve Fuat Paşalara hakaret etmekte, hem de dönemin padişahı Abdulaziz’e “Bu kıratta adamların oyuncağı olmaya layık muhteşem budala ve safdil hükümdar” yakıştırması yapmaktadır. Bu tavrını da “Sırf Abdulhamid’i anlatmak için kalın çizgilerle resmettiğimiz bu portreler….” diye açıklamaktadır(29).
Ülkemizdeki Atatürk sevgisinin ve Atatürk düşmanlığının temelinde de büyük oranda bu düşünce yatmaktadır. Kimileri, kendi menfaatleri için onu tabulaştırıp adeta Tanrılaştırırken, kimileri de o olağanüstü şartlar içinde yapılan bazı hatalardan dolayı ona düşmanlık beslemektedirler. 22 Haziran 1999 günü Gazeteci Uğur Dündar tarafından hazırlanıp sunulan bir programda yayınlanan kasette A. Dilipak, Mustafa Kemal Paşa’ya hakaretler yağdırırken ve olmadık iftiralarda bulunurken, aynı zamanda Basın Konseyi Başkanı da olan Hürriyet yazarı O. Ekşi 25 Haziran 1999 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde A.Dilipak’a cevap verircesine, eşiyle birlikte Avustralya’da görmüş olduğu Atatürk anıtının karşısında duygulanarak şöyle diyordu; ”İkimiz birlikte Türkiye’den belki 10, belki 15 bin kilometre ötede, Avustralya’nın başkenti Canberra’da, ruhumuzu Atatürk’le yıkadık!”.(Ne diyelim sıhhatler olsun!) Hatta geçmişte Atatürk’e Tanrı ve peygamber yakıştırması yapanlar bile çıkmıştır. Bu şairler ve yazarların başında Nurettin Artam, Behçet Kemal Çağlar, Edip Ayel,Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ömer Bedrettin Uşaklı, İlhami Bekir, Vasfi Mahir Kocatürk, Hasan Şimşek, Edip Harabi, K.Kamil Kamu gelmektedir(30).
Atatürk sevgisini abartanlardan birisi de hiç şüphesiz Falih Rıfkı Atay’dır ve Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Çankaya’da kurmuş olduğu ziyafet sofralarının da baş gediklisidir. Necip Fazıl Kısakürek’in II. Abdulhamid’i överken yaptığını Falih Rıfkı Atay da Atatürk’ü överken yapmış olmalıdır. Bu durumu onun “Zeytindağı” isimli eserinde bulunan şu ifadelerinden anlıyoruz: “Sizler, ey Sarıkamış’ın buz dağı üstünde donmuş olanların kardeşleri, siz hep, pomadlı bir yüz derisinin kapladığı boş bir kafanın içindeki bomboş bir hayalin kurbanları değil misiniz?”(31) Bu ifade içinde geçen “pomadlı bir yüz derisinin kapladığı boş bir kafa” tanımlamasıyla Enver Paşa’nın kastedildiği çok açıktır.
Necip Fazıl Kısakürek’in II. Abdulhamid’e paye verirken diğer Osmanlı Sultanı Abdulaziz ve bir takım Osmanlı paşalarını yerden yere vurduğu gibi, Çanakkale Savaşı’nda seken bir şarapnel parçası ile göğsündeki cep saati parçalanan (Trablusgarp Savaşları sırasında Derne’de seken bir şarapnel parçası yüzünden gözünden yara aldığı için gazi olan) Mustafa Kemal Paşa’nın karşı karşıya kaldığı bu tehlike, ta ilkokuldan itibaren abartılı bir şekilde lanse edilmeye çalışılırken, makineli tüfeklere karşı yalınkılıç taarruza geçen ve savaş meydanında başı gövdesinden kesilerek ayrılan Şehid Enver Paşa’nın görmezlikten gelinmesi, herhalde dürüstlükle bağdaşmaz diye düşünüyorum. Elbette “Türkistan’dan bize ne?, Enver Paşa Türkistan’a gitmeseydi! Makineli tüfeklere karşı kılıçla saldıracak zoru neydi!” diye düşünenler olabilir. İşte bu tür düşüncelerdir ki; Türkistan’ı bizden koparıp almış ve bu düşünce sahiplerinin bugüne kadar Türkistan diye bir problemleri olmamıştır. Unutmamak gerekir ki; Çanakkale’de kazanılan zaferler, sonuçsuz kalmış ve yüz binlerce vatan evladı bir anlamda boşuna telef olmuştur! Çünkü müttefiklerimizin yenilerek teslim olması neticesinde Osmanlı İmparatorluğu da yenik sayılmış, ülke işgalden ve yıkılmaktan kurtulamamıştır. Hem de Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın komutasındaki Türk ordularının bütün Azerbaycan’ı fethedip Dağıstan’a kadar ilerledikleri, Derbent ve Mohaçkale’yi ele geçirdikleri bir sırada.
Elbette bunu söylerken, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Çanakkale Savaşları’nda Türk Ordusu’nu sevk ve idare eden subayları küçümsediğimiz düşünülmemelidir. Çünkü onlar üstlerine düşeni hakkıyla yapmışlar ve o yokluk ortamında Türk tarihine altın bir sayfa eklemişlerdir. Gerçi sağlıklı bir mantık yürütme olmayabilir ama, bazen şöyle bir düşünceye kapıldığım olur: Eğer, Sarıkamış’ta da Çanakkale’deki gibi 250-300 bin kayıp verseydik durum ne olurdu? Belki orada da zafer kazanılır ve bu zaferin kazanılmasını sağlayan Enver Paşa’yı yere göğe sığdıramazdık. Ya da 250-300 yüz bin insan kaybı verdiğimiz Çanakkale Savaşları’nda başarısız olunsaydı acaba Mustafa Kemal Paşa’ya neler etmezdik. Maazallah, Milli Mücadele başarısızlıkla sonuçlansaydı; kendisini vatan haini ilan eder ve Çanakkale’de “Ben sizlere savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum!” şeklinde vermiş olduğu emirleri delil göstererek 250-300 bin kişinin telef edilmesine sebebiyet vermekten suçlu bulur ve belki de idam ederdik! Dolayısıyla hadiseleri sebepleriyle ve sonuçlarıyla iyi incelemek ve ona göre hüküm vermek gerekmektedir. Her şeyden önce yansız ve dürüst olmak lazımdır.
Osmanlı Zaten Yıkılmak Üzereydi!
Buraya kadar vermiş olduğumuz bilgileri alt alta getirdiğimiz vakit, Osmanlı İmparatorluğu’na miadını tamamlamış bir devlet olarak bakmak daha yerinde olur kanaatindeyim. Belki bazı uygulamalar çöküşü hızlandırmış olabilir. Hepsi o kadar. Çünkü İmparatorluğun resmen sona ermesinden yaklaşık 150 sene önce yazıldığı sanılan ve Padişah III. Mustafa’ya ait olduğu ifade edilen şu mısralar devletin yaklaşmakta olduğu kaçınılmaz sonu çok güzel anlatmaktadır:
“Yıkılıbdur bu cihan sanma ki bizde düzele!
Devleti, Çark-ı Denî verdi kamu mübtezele.
Şimdi ebvâb-ı saâdette gezen hep hazele.
İşimiz kaldı bizim merhamet-i Lem Yezel’e…”
Yani, bu cihan yıkılmaktadır, bizde düzeleceğini sanma! O aşağılık çark Devlet’i tümüyle alçakların eline teslim etti. Şimdi saadet kapılarında gezenler hep yüzsüzlerdir. İşimiz Zâil Olmayan’ın (Allah’ın ) merhametine kaldı…
Bazı kaynaklar, Enver Paşa’nın Ruslar tarafından Mustafa Kemal’e alternatif olarak kullanılmak istendiğinden bahsederler.(32) Hatta Baymirza Hayit’in TDV. Tarafından yayınlanan “Basmacılar” isimli eserinin 193. sayfasında, Türkiye’ye dönmeye kalkışan Enver Paşa’nın bu tutumuna karşılık yine Gürcistan ve İran’da faaliyetlerde bulunan amcası Halil Paşa’nın “Senin Türkiye’ye geri dönme niyetini doğru bulmuyorum. Böyle bir durumda senin taraftarların ile Mustafa Kemal’inkiler ayrılacaklardır. Yunan’a karşı cephede savaşan halk -ister istemez- ikiye bölünecektir. Netice itibarıyla vatanımız ve milletimiz şahsi anlaşmazlıklardan dolayı zarar görecektir” şeklinde ikazlarda bulunarak kendisine engel olmaya çalıştığı, Enver Paşa’nın da “Benim Türkiye’ye geri dönmemin yararlı olacağı kanaatindeysem de, bunun kötü sonuçları olabileceği konusunda sen haklıydın. Bunun için Türkiye’ye geri dönmekten vazgeçiyorum.” şeklinde açıklamalarda bulunarak Türkiye’ye dönmekten vazgeçtiği konusunda bilgiler bulunmaktadır.
Burada, Enver Paşa’nın Türkiye’ye geri dönmesinin mümkün olmakla birlikte, çıkması muhtemel karışıklıkların ve akması muhtemel kardeş kanının önüne geçmek ve yurdun bir an önce birlik ve beraberlik içinde düşmandan kurtarılmasına imkan sağlamak için bu hakkından feragat ettiğini, ayrıca amcası Halil Paşa’nın ileri görüşlülüğünü, devlet adamlığını ve vatan sevgisini de belirtmek yerinde olur diye düşünüyorum. Zaten onun aşağıda yer vereceğimiz bazı ifadeleri, olayın hiç de Tekin Erer’in dediği gibi olmadığını ve Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’e karşı Ruslar tarafından kullanılamayacak kadar vatanperver ve idealist bir insan olduğunu göstermektedir.
Ruslar’ın bu şekilde bir istekleri olmuş olabilir. Henüz çok genç yaşta (34 yaşında) Osmanlı Orduları’nın başına geçerek Devlette önemli bir mevkie yükselen, Naciye Sultan’la evlenerek sarayla olan ilişkilerini güçlendiren ve Padişahtan sonra ikinci adamlık gibi bir mertebeye gelen bu genç askerin de başlangıçta bazı beklentiler içine girdiği muhakkaktır. Ayrıca, paşalar arasında da anlayış farkı ve izlenen siyasetler açısından bir sürtüşme ve kırgınlıklar yaşandığı bilinmektedir. Bu sürtüşme ve kırgınlıklara Milli Mücadele’nin devam ettiği yıllarda Mustafa Kemal Paşa ile Ali İhsan Sabis ve Nurettin Paşalar arasında (ki; Atatürk Nutku’nda Nurettin Paşa için “zaferin şerefine en az iştirak hakkı olanlardan biri” diye bahseder. Milli Mücadele karşıtı fikirleriyle tanınan ancak sonunda pişman olan Çankırılı Gazeteci Ali Kemal, Nurettin Paşa yönetimindeki kuvvetlerce yakalanarak linç edilmiştir) Milli Mücadele’den sonra da Mustafa Kemal’le ülkenin Doğu Anadolu Bölgesi’ni Ermenilerden temizleyen Kazım Karabekir Paşa arasında rastlamak mümkündür. Hatta, Mustafa Kemal’e karşı girişilen İzmir Suikastı, Kazım Karabekir Paşa’ya izafe edilerek kurmuş olduğu Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatıldığı ve böylece bir anlamda paşanın pasifize edildiği bir gerçektir.
Mustafa Kemal Paşa, ta öğrencilik yıllarından beri en yakın arkadaşı olan Ali Fuat Paşa (Cebesoy) ile de ters düşmüş ve Garp Cephesi Kumandanı olduğu sırada Yunan orduları karşısında uğranılan bir bozgunu bahane ederek kendisini Moskova’ya elçi olarak göndermek suretiyle bir anlamda yanından uzaklaştırmış ve yerine İsmet beyi getirmiştir. O Ali Fuat Paşa ki; Erik Jan Zürcher’e göre Mustafa Kemal Paşa’dan çok önce Anadolu’ya geçmiş ve akrabası olan Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey vasıtasıyla Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesini sağlamış olan Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşı(33).
Ali Fuat Paşa Moskova’daki görevinden Türkiye’ye döndükten sonra da kenarda tutulmaya çalışılmış ve kurucusu olduğu Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası kapatılarak Kazım Karabekir Paşa ile birlikte, İzmir Suikastı bahane edilerek yargılanmışlardır. Feroz Ahmad bu konuda Ahmet Emin Yalman’dan naklen; “Ali Fuat Cebesoy 1920’lerin ortalarında Kemal Atatürk ile anlaşmazlıkları nedeniyle siyasi yaşamdan çekilmek zorunda kalmıştı. Fakat Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra İnönü tarafından itibarı iade edilmiş ve 1939’da kabineye alınmıştı. Cebesoy 1947’de Meclis Başkanlığı’na seçildi ve 1950 seçimlerinin kısa süre öncesine kadar CHP’li olarak kaldı. Seçimlere Eskişehir’de, DP listesinden bağımsız olarak katıldı ve DP iktidara geldiğinde kendisini Cumhurbaşkanı yapacağını umuyordu, hatta merasimlerin gereklerini daha iyi yerine getirmek için evlenmeyi bile düşündü. Ne var ki, parti içi çevreler Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı olmasına karar verdi” şeklinde bir tespitte bulunmaktadır(34).
Daha sonraki yıllarda benzer sürtüşmeler Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa arasında yaşanmış ve Atatürk, kendisine güvendiği için uğruna belki de birçok kimseyi harcadığı İsmet Paşa ile küs olarak vefat etmiştir. Bu dramatik hadiseyi Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün en yakın arkadaşlarından Kazım Özalp Paşa şöyle dile getirmektedir; “İsmet Paşa hastalığı süresince Atatürk’ü bir kere bile ziyaret etmedi. Milli Mücadelenin, Cumhuriyetin ve inkılapların temelini oluşturmuş bu iki devlet adamının, iki yakın arkadaşımın uzun zamandır görüşememelerinden üzüntü duyuyordum. Atatürk’ün hastalığının çok ilerlediği günlerde birbirleriyle hiç görüşmeden ayrılacakları üzüntüsünü yaşamaya başladım. (Araya aracılar girmesine rağmen) bir süre sonra Atatürk, İnönü ile görüşmeden hayata veda etti.”(35).
Kaderin cilvesine bakın ki; Atatürk ölürken yatağının başında (daha sonra Demokrat Parti’yi kuracak olan ve 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra “Atatürk Devrimleri’ni tehlikeye attıkları” gerekçesiyle idam cezasına çarptırılan, sonra da yaşı sebebiyle bu cezadan kurtulan) dönemin başbakanı Celal Bayar beklerken, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı olarak lanse edilen ve Atatürk’ün onun uğruna Ali İhsan Sabis ve Ali Fuat Cebesoy gibi birçok silah arkadaşını küstürdüğü (daha sonra askerleri tazyik ederek Celal Bayar’a karşı 27 Mayıs İhtilali’ni yaptırtan (36) İsmet Paşa ortalıklarda görülmemektedir. İsmet Paşa Velinimeti olarak gördüğü (Bkz. Kazım Özalp-Teoman Özalp, Atatürk’ten Anılar, s. 61). Atatürk’le helâlleşmeye lüzum bile görmemiştir. Bazı kaynaklarda Mustafa Kemal Paşa’nın, İsmet’in halef olmasına karşı çıktığı yolunda sözlü bir “siyasal vasiyet”inden söz edilmektedir(37).
Feroz Ahmad, DP. İktidarının ilk yıllarını anlatırken şu kanaate varmaktadır: “Muhalefetteki İnönü imajı, bir bütün olarak ülkenin üzerine büyük bir gölge düşürüyordu. Atatürk’ün ölümünden beri, halkın gözünde İnönü, onun yerini almaktan başka her şeyi yapmıştı. Milli Şef unvanını kullandığı savaş yıllarında, neredeyse kişi kültü oluşturmak suçu işledi. Yoksul ülkeyi lüks “Beyaz Tren”le, şehirde bir motorsiklet takımıyla kuşatılmış bir arabayla dolaşıyordu….Dahası, İnönü kamuya açık yerlere kendi heykellerinin dikilmesine, kağıt paralara ve posta pullarına kendi fotoğraflarının konulmasına, cadde, meydan ve okullara kendi adının verilmesine izin verdi. DP’liler, yaşayanların heykellerinin dikilmesini ve adlarının cadde, meydan ve okullara verilmesini yasaklayan bir yasayı meclisten geçirdiler! Hemen ardından da İnönü’lü banknotlar tedavülden kaldırıldı.” (38)
Atatürk’le halefi İsmet Paşa’nın arasındaki bu sürtüşmenin bir benzeri 1922-1923 yıllarında Lenin’le halefi Stalin arasında yaşanmıştır. Lenin, ölüm döşeğinde kaleme aldığı ve kendi vasiyetnamesi olarak anılan 25 Aralık 1922 tarihli bir memorandumda Stalin hakkında “Parti genel sekreteri olduktan sonra çok geniş yetkilere sahip oldu. Ama ben onun yetki kullanma konusunda dikkatli olmamasından endişe ediyorum.” diyor ve yaklaşık bir ay sonra da şunları ekliyordu; “Stalin fazla kaba bir adamdır. Biz komünistler arasında buna dayanabiliriz, ama partimizin genel sekreterinin kabalığına dayanamayız. Bundan dolayı Stalin’i görevinden alıp yerine başka bir kişiyi getirmenizi sizlere teklif ediyorum”(39) Atatürk, İsmet Paşa hakkında bu tür vasiyetlerde bulundu mu bilinmez. Ama en azından kendisinden hoşnut olmadığı kesindir.
Dolayısıyla burada söylenecek tek söz şudur; İttihat ve Terakki Partisi’nin önde gelenlerinden Talat Paşa’nın Berlin’de (1921) Cemal Paşa’nın Tiflis’te (1922), Enver Paşa’nın da Tacikistan’da (1922) Ermeniler tarafından şehit edilmeleri bile onların ne kadar vatansever olduklarını göstermesi bakımından yeter de artar bile. Hiç şüphesiz, Ermenilerin tezgahladığı bir suikasttan kıl payı kurtulan Osmanlı Sultanı II. Abdulhamid’de en az diğerleri kadar vatanperver idi ve o sebeple Ermeniler’in suikastına maruz kalmıştı.
_______________
26-Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, c.3, s.221, ve c.4, s.237, Çile Yayınları/İstanbul-1976 ve 1981.
27-Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan 2.Abdulhamid Han, s. 645-646, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul-1988.
28-Tıpkı Sarıkamış gibi Çanakkale Savaşı sırasında şehid düşen veya muhtelif sebeplerle zayiata uğrayan Mehmetçiklerin sayısı hiç bir zaman tam olarak bilinmemektedir. Sayıları kabarık olarak verenlerse, büyük ölçüde, Türklerle giriştikleri savaşlarda kazandıkları başarıyı büyük göstermek isteyen Rus ve İtilaf Devletleri’nin propaganda amacıyla tuttukları kayıt ve aynı amaca hizmet eden bu ülke yazarlarının yanlı olarak kaleme aldıkları eserlerden istifade etmek suretiyle bu sonuca varmaktadırlar (Bu konudaki muhtelif rakamlar için bk. “Çanakkale Savaşı ve Arap İhaneti” başlıklı makalemiz,http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi73412-Canakkale_Savasi_ve_Arap_Ihaneti.html).
29-Necip Fazıl Kısakürek, age, s. 35,36,37.
30-Konu ile ilgili şiir ve diğer metinler için Y.Bülent Bakiler’in Türk Edebiyatı Dergisi’nin 303. ve 304. sayılarında yayınlanan yazılarına bakılabilir.
31- F.Rıfkı Atay, Zeytindağı, MEB, Ankara, 2001, s. 112.
32-Tekin Erer, “Enver Paşa’nın Türkistan Kurtuluş Savaşı” , s. 36, İstanbul-1971.
33- Erik Jan Zürcher, age, s. 208.
34- Feroz Ahmad, “Demokrasi Sürecinde Türkiye” s.84.
35- Kazım Özalp-Teoman Özalp, “Atatürk’ten Anılar” s.61,62,63, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara-1998.
36- Feroz Ahmad “Demokrasi sürecinde Türkiye” isimli eserinin 244. Sayfasında konu ile ilgili olarak şu tespitlerde bulunmaktadır; “27 Mayıs 1960 darbesi, siyasi faaliyetlerle birlikte, 1957’den beri CHP’de süre gelen gelişmeleri de dondurdu. Partide büyük bir coşku vardı; bir gecede kovuşturma ve kapatılma olasılığı tehdidi altında bir parti olmaktan, ara rejimin politikaları üzerinde dolaylı fakat belirleyici bir etkide bulunan bir partiye dönüşmüştü. Milli birlik Komitesi’nin bazı üyeleri, özellikle Türkeş İnönü’ye karşıydı ve hemen Komite’den uzaklaştırıldılar; onlar Komite’deyken bile, bir çoğu CHP’nin politikalarına ve düşüncelerine sempati duyan siviller-profesörler ve teknokratlar- aracılığıyla parti etkili olabildi. İkinci Cumhuriyet’in özelliklerinden bir çoğunu CHP. önermişti. Bunlar tesadüfi değildi; çünkü İkinci Cumhuriyetin şekillenmesinde belirleyici rol oynayan Kurucu Meclis’e CHP’liler hakimdi”
37- Erik Jan Zürcher, age, 267,268.
38-Feroz Ahmad, age, s. 57.
39-Masayuki Yamauchi, “Sultan Galiyev-İslam Dünyası ve Rusya”, s.164-165, Bağlam Yayınları, İstanbul-1998.