Sosyal medyada bir vatandaşın “Hz. Muhammed okuma-yazma biliyor muydu?” diye sorduğu soruya İlahiyatçı olduğunu söyleyen başka bir vatandaş “Biliyordu. Ümmi iddiasının nedeni ‘Kur’an’ı Muhammed yazdı’ demesinler diye kuru ve asılsız bir iddia… Ayrıca yabancı dil bildiğini de düşünüyorum. Çünkü Mekke’ye panayıra gelen Rum, Fars vb insanlar ile iletişim kurduğuna dair rivayetler vardı…” cevabını vermiş.
Hz. Peygamberin okuma yazma bilip bilmediği konusu, asırlardır tartışılan bir konudur. Çoğunluk İslam uleması, Kur’an’daki “Ümmî” kelimesinin sadece “anasından doğduğu gibi kalan, herhangi bir eğitim almayan, okuma-yazma bilmeyen” anlamını dikkate alarak, Hz. Muhammed’in okuma-yazma bilmediğini iddia ederler. Oysa “Ümmî” kelimesinin, “Ümmete mensup”, “Halkın içinden çıkan” ve “Mekkeli” gibi anlamları da vardır.
…
Hz. Peygamberin İran, Bizans ve Habeş hükümdarlarına da mektuplar yazdığını ve Habeş kralı Eshame ile neredeyse yakın arkadaş olduğunu, Peygamber olmazdan önce bu devletlerin egemen olduğu ülkelere ticaret amacıyla gelip gittiğini dikkate aldığımızda; Habeşçe, Farsça ve Rumca dillerinden bazılarına hâkim olabileceği akla gelirse de, ben şahsen Hz. Peygamberin yabancı dil bilip bilmediği hakkında herhangi bir iddiada bulunamam.
Ancak Peygamberin okuma-yazma bilmediğini iddia edenler, “Kur’an’ın bütünüyle Allah kelamı olduğunu ve Peygamberin ekleme, eksiltme ve değiştirme şeklinde müdahalesinin olmadığını” ispatlamak için işi abartarak, bırakın peygamberin okuma-yazma bilmediğini iddia etmeyi, lafı neredeyse Arapça bile bilmiyordu, hatta konuşma bilmiyordu, lal idi, işaret diliyle konuşuyordu diyecek kadar ileri gidiyorlar!
Şurası muhakkak ki; Kur’an edebî bir dille, fasih bir Arapça ile indirilmiştir ve avam denilen halk takımına mensup sokaktaki sıradan Araplar, yani bedeviler, bugün bile Kur’an’da geçen bu Arapçayı anlamakta, anlamlandırmakta ve hayatlarına uygulamakta zorluk çekebilir. Bu, tıpkı bizim Türkçe konuşan Anadolu köylüsünün, edebi bir eseri tahlil edememesi gibi bir durumdur. Çünkü Anadolu köylüsünün iletişim kurarken kullandığı kelime sayısı ve Türkçe ile edebi bir eserde kullanılan kelime sayısı ve Türkçe aynı değildir.
Meşhur rivayettir; Arapçayı İlahiyat fakültesinde veya üniversitelerin Arap Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenen bir Türk vatandaşı hac veya Umre maksadıyla Arabistan’a gittiğinde, öğrendiği edebi Arapça ile konuşmaya başlayıp bitirdiğinde, muhatabı olan esnaf Arap, “Sadakallahülazîm” diyerek bizimki ile dalga geçmiştir.
Dolayısıyla; Hz. Muhammed, okuma-yazması olmayan, eğitimsiz ve avama mensup bir Arap olsaydı, Kur’an’ı kolayca algılayıp, anlayıp, eksiksiz ve etkili bir şekilde insanlara tebliğ edemez, yazıya geçiremezdi ya da vahiy kâtipleri (Peygamberin sekretarya hizmetlerini gören tahsilli kişiler) vasıtasıyla yazıya geçirtemezdi.
Ayrıca okuma yazması bile olmayan dünyadan habersiz, bilgi birikimi olmayan bir insanın, zamanına göre yeni bir devlet ve medeniyet kurması, yeni bir toplum düzeni inşa etmesi, yani bugünün diliyle söyleyecek olursak; o günün kurulu düzenine başkaldırarak bir inkılâp/devrim gerçekleştirmesi akla uygun değildir. Üstelik okuma yazmanın, ilim öğrenmenin önemi üzerine sayısız hadisi varken. Ve üstelik tebliğ ettiği din “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, ancak temiz akıl sahipleri düşünüp öğüt alır.”(Zümer/9) diyerek bilenleri, düşünme yeteneği olan akıl sahiplerini överken.
Ki; bugün ülkemizde üstelik ana dili Türkçe olan 4-6 yaş grubu Türk çocuklarına bile Kur’an okumayı öğreten kafaların, Peygamberin ömrünün sonuna kadar en azından okumayı öğrenmediğini iddia etmeleri, normal akılla ve mantıkla izah edilemez! Bu temeli olmayan bir kabulden ve asılsız bir iddiadan başka bir şey değildir.
Öte yandan Peygamberin Kur’an’a müdahalesi söz konusu olsaydı, yani müdahale etmek isteseydi, okuma-yazma bilmese bile müdahale edebilirdi. Zira her şey vahiy meleği ile kendi arasında vuku buluyordu ve bunu hiç kimse görmüyordu. Hatta vahyin “ilham/içe doğma, sadık rüyalar, (Miraç’ta olduğu gibi) Tanrı ile bizzat konuşma” gibi yollarla da geldiğini kabul edersek, Hz. Muhammed’in okuma-yazması olmasa bile Kur’an’a müdahale etme imkânının her zaman olduğunu kabul etmek zorundayız. Çünkü Peygamber, hiç kimsenin görmediği bir ortam, şart ve zamanda aldığı vahyi gelip insanlara açıklıyor, yazıyor ya da yazdırıyordu. Dolayısıyla; Peygamberin okuma-yazma bildiği kanaati akla çok daha uygundur!
Taberî gibi bazı İslam alimleri, “Vahiy meleği mağarada peygambere gelip ‘oku!’ dediğinde, Peygamberin meleğe ‘Ben okuma bilmem’ şeklinde değil, ‘ne okuyayım’ şeklinde karşılık verdiğini” rivayet etmişlerdir.
Prof. Dr. Şerafettin Severcan’ın aktardığına göre; Taberî, Tarihü’l-Ümem ve’l-Mülûk’unda Resûlullah (s.)’in dilinden (Hira Mağarasında Vahiy Meleği ile Peygamber arasında geçen söz konusu diyaloğu) şöyle nakleder:
“-“Ben uykuda iken Cebrail elinde bir örtü ile geldi ve bana:
-“Oku!” dedi.
Ben:
”Ne okuyayım?” dedim.
Bunun üzerine melek beni tuttu ve hiç gücüm kalmayıncaya kadar sıktı ve bıraktı. Öyle ki, ölüyorum zannettim. Bırakınca rahatladım ve yine:
-”Oku” dedi.
Ben de tekrar:
-”Neyi okuyayım?” dedim.
Bu durum bir defa daha tekrarlandı ve üçüncüde:
-”Oku! Yaratan Rabbi’nin adıyla! O insanı alaktan yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir, O kalemle yazmayı öğretendir, O insana bilmediğini öğretendir” dedi.
Bu defa ben de okudum. Uykumdan uyandığımda bu ayetler kalbime yazılmış gibi idi. Hira’dan ayrılacağım sırada Cebrail:
-”Ey Muhammed! Sen Allah’ın Rasûlüsün ben de Cibrîl’im” sözlerini birkaç defa tekrarladı”(*)
Esasen okuma yazma bilmeyen bir adama da “oku!” denilmez. Tanrı, Peygamberin okuma-yazma bildiğini biliyordu ki; ilk emrini “oku!” şeklinde verdi.
Gelin görün ki; yobaz buna da bir kılıf bulmuş ve “Buradaki oku emrini, ‘benim söylediklerimi tekrar et’ şeklinde anlamak gerekir” demiştir!
Taberî’nin naklini doğru kabul edersek, karşımıza çıkan sonuç; peygamberin ilk vahyi de uykuda ve rüyada aldığıdır. Tıpkı miraç hadisesinde olduğu gibi, ilk vahiy de rüyada gelmiştir Peygamber’e…
Demek gerekir ki; “Kur’an’ın bütünüyle Allah kelamı olduğunu” ispatlamak için, O’nun okuma yazma bilmediğini iddia etmek, Peygambere eziyettir, bühtandır, iftiradır ve hakarettir. İslam Peygamberini, eğitimsiz, zayıf, a sosyal ve düşmanlarının hakir görüp aşağıladığı bir şahsiyet olarak göstermek, bizatihi İslam’a ve Müslümanlara hakarettir.
Peygamberlik öncesindeki hayatının, genelde hesap kitap gerektiren ticaretle geçmesi ve ticaret amacıyla Körfez ülkelerinden tutun da Suriye ve Habeşistan’a kadar gitmiş olması, O’nun en azından okuma yazma bildiğini en güçlü delilidir. Dahası O, Haşimoğulları gibi hemen her bakımdan Mekke’nin en güçlü ailelerinden birisinin mensubu olarak dünyaya gelmiştir. Babası O doğmadan önce, annesi 5-6 yaşlarında iken ölmüştür ama dedesi Abdülmuttalip çok sayıda oğlu ve kızı olan güçlü bir kişilikti. Amcaları zengin tüccarlardı. Dedesi Mekke şehir devletinin liderleri arasındaydı. Belki de eşitler arasında birinci sırada idi. Rivayete göre; Kâbe’yi yıkmaya gelen Habeşistan’ın Yemen Valisi Ebrehe ile yapılan diplomatik görüşmeleri onun yürüttüğünü dikkate alındığında; Abdülmuttalip’in Mekke şehir devletindeki ağırlığı ve otoritesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Mekkeli zenginler, çocuklarını nasıl yetiştirdilerse O da aynı şekilde yetiştirilmiştir ki; küçük çocukların sütanneye verilmesi ve Arapçayı kaynağından öğrenmek üzere çöldeki bedevilerin yanına gönderilmesi ancak zengin ailelerin yapacağı işlerdendi.
Çocukluğunu ve gençliğini dolu dolu yaşamıştır. Hatta diğer çocuklardan farklı olarak, çocukluğundan itibaren yönetim sanatını ve devlet işlerini tanıma ve öğrenme imkânı bulmuştur. Birçok yayında, “Abdülmuttalip, Mekke şehir devletinin yönetim merkezi olan Darünnedve’deki toplantılara katılmak(toplantıları yönetmek) için gittiğinde küçük torunu Muhammed’i de yanında götürür, küçük çocuk toplantılar bitene kadar dedesinin yanında uslu uslu otururdu” şeklinde rivayetler vardır.
Peygamberin etrafında Fars asıllı Selman ve Rum asıllı Şuayb gibi arkadaşları da vardı.
Bu tür insanların bulunması O’nun Farsça ve Rumca bildiğine işaret etmez.
Muhakkak onlar aynı zamanda Arapça da biliyorlardı ve Peygamberle Arapça anlaşıyorlardı.
Selman-i Farisi’nin, Peygamberden izin alarak Kur’an’dan bazı bölümleri Farsçaya çevirdiği rivayet edilir. Peki Selman’ın çeviriyi doğru yapıp yapmadığı nasıl kontrol edildi?
Muhtemelen o dönemde Arapça ve Farsçayı iyi bilen başka insanlar da vardı ve Peygamber Farsça tercümeyi kontrol etti ya da ettirdi!
BİR ANI:
DİB DİYK üyeliği de yapan ve Peygamberin Ümmi olduğunu savunan bir ilahiyat profesörüyle Peygamberin okuma-yazma bilip bilmediğini tartışırken kendisine:
-“Peygamber, Hudeybiya anlaşmasının altına ‘Muhammed Resulullah’ yazılmasına müşriklerin itiraz etmesi üzerine, anlaşma metnini yazan Ali’nin karşı çıkmasına rağmen ‘Muhammed Resulullan’ ibaresini sildi ve ‘Muhammed b. Abdullah’ yazılmasını istedi. Eğer okuma yazma bilmeseydi bunu yapamazdı” dediğimde, bana şu cevabı vermişti:
-“Benim anam da okuma-yazma bilmezdi ama ismini tanırdı. Peygamberinki de böyle bir şeydi!”
Hay senin ananı baban öpsün hocam…
19.01.2025
__________
* Prof. Dr. Şerafettin Severcan, “SİYER-TEFSİR İLİŞKİSİ (İLK VAHİY VE HZ. MUHAMMED)” başlıklı makalesi, SİYER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • SAYI: 5 • OCAK-HAZİRAN 2019, s, 202-203
https://isamveri.org/pdfdrg/D04280/2019_5/2019_5_SEVERCANS.pdf
Bir yanıt yazın