KEMAL’İN ASKERLERİ VAHDETTİN’İN POLİTİKACILARI

O, Türklüğün sessiz onurudur, gururudur, cesaretidir. O, Türk Ulusu’nun temsil ettigi tüm değerlerin simgesidir. O, başlıbaşına bir Türkiye’dir. Ve O’nun yazgısı, gerçekte Türkiye’nin yazgısıdır… Ama kaç kişi bilir O’nu ve kaç kişi hatırlar?!. Kaç kişi özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı, hatta aldığımız her nefesi borçlu olduğumuz adsız kahramanlardan biri olarak kendisini yâdeder?!. Cumhurbaşkanı mı? Başbakan mı? TBMM Başkanı mı? Anayasa Mahkemesi Başkanı mı? Yargıtay Başkanı mı? ya da bu ülkeyi yöneten bürokrat ve politikacılar mı?!

Eğer bir gün yolunuz Sandıklı-Afyon arasına düşerse, lütfen O’nu ziyaret ediniz. Marmaris, Bodrum, Kuşadası, Antalya, Fethiye gibi hemen çoğunluğumuzun yılda en az bir kez tatil için geçtiği yol üzerindedir O. Her gün onbinlerce aracın geçtiği yolda, herkes bakar da O’nu görmez. Daha doğrusu görmezlikten geliriz o küçücük tabelayı!.. Belli belirsiz şu ibareyi okursunuz:

O, Türklüğün sessiz onurudur, gururudur, cesaretidir. O, Türk Ulusu'nun temsil ettigi tüm değerlerin simgesidir. O, başlıbaşına bir Türkiye'dir. Ve O'nun yazgısı, gerçekte Türkiye'nin yazgısıdır... Ama kaç kişi bilir O'nu ve kaç kişi hatırlar?!. Kaç kişi özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı, hatta aldığımız her nefesi borçlu olduğumuz adsız kahramanlardan biri olarak kendisini yâdeder?!. Cumhurbaşkanı mı? Başbakan mı? TBMM Başkanı mı? Anayasa Mahkemesi Başkanı mı? Yargıtay Başkanı mı? ya da bu ülkeyi yöneten bürokrat ve politikacılar mı?! - albay resat cigiltepe

“Albay Reşat Bey-Çiğiltepe Şehitliği 10 km.”!..

10 Kilometrelik yolu ancak yarım saatte alırsınız. Aslında yol bile denemez; taşlar, çukurlar ve tozlar arasında tepeleri tırmanırsınız. Yol ayrımında bir tabela daha görürsünüz; en az Türkiye’yi yönetenler kadar kararmış kalpli avcıların nişangahı haline geldiği için bir tek kelimeyi bile okuyamazsınız. Yolu rastgele sağdan takip etmişseniz, bir süre daha güç bela ilerledikten sonra O’na ve O’nunla birlikte bu vatan için, bugünlerimiz ve yarınlarımız için canını veren kahramanlarımızın yattığı şehitliğe ulaşırsınız… Tek duyduğunuz, bölgenin en yüksek ve stratejik tepesindeki şiddetli rüzgârın uğultusudur. Başka ne bir ses ve ne bir nefes. Eğer bu ülkeyi seviyorsanız, Cumhuriyetin erdemlerine inanıyorsanız, Türklük bilincine sahipseniz, Albay Reşat Bey ve diğer şehitlerimizi elbetteki duyamaz ama tüm benliğinizde iliklerinize kadar hissedersiniz!.. Onların sizin ziyaretinize de, dualarınıza da ihtiyaçları yoktur; çünkü erişebilecekleri en üst mertebeye zaten ulaşmışlardır. Belki birkaç damla gözyaşı ve kalpten gelen minnet ve teşekkür!.. İsteseniz de başka bir şey veremezsiniz. Yapabileceğiniz tek şey, Onları hissetmektir. Bir de çevrede duyarsız insanlarımızın bıraktıkları çöpleri toplayabilir; tozlanmış mezar taşlarını, Reşat Beyin büstünü ve kitabeleri sevgiyle silebilirsiniz. Hepsi o kadar!..

ALBAY REŞAT BEY KİMDİR?

1879’da İstanbul’da doğan Reşat Bey, 1896’da Harp Okulu’nu bitirdikten sonra, Türk Ordusu’nun farklı komuta kademelerinde görev yapmış; Trablusgarp ve Balkan Savaşları’na katılmıştır. Askeri Mahkeme üyeliği de yapan ve Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’nde olağanüstü kahramanlığı ile dikkatleri çektikten sonra getirildiği 17. Alay Komutanlığı görevindeyken Muş’un Rus işgalinden kurtarılmasında da önemli rol oynayan Reşat Bey, XVI Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’nın takdirlerini kazanmıştır. Ünlü Ziya Paşa’nın oğlu olan Reşat Bey, daha sonra 53. Tümen Komutanlığı’na getirilerek Suriye Cephesi’nde görevlendirilmiştir. 1918’de İngilizlere esir düşen Reşat Bey, daha sonra esaretten kurtulur kurtulmaz Aralık 1919’da Milli Mücadele’ye katılmak üzere İnebolu’dan “İstiklal Yolu” üzerinden Ankara’ya geçmiştir. Reşat Bey, Mustafa Kemal Paşa tarafından 11. Kafkas Tümeni (sonradan 21. Tümen) Komutanlığı’na getirilmiştir. Yarbay rütbesi ile İnönü ve Sakarya muharebelerine de iştirak eden ve olağanüstü performans gösteren Reşat Beye, son olarak 57. Alay Komutanlığı görevi verilmiş; bizzat Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından, Büyük Taaruzun ikinci gününde, muharebenin ve de ülkenin-ulusun kaderini etkileyecek en kritik mevkide yeralan -Sincanlı Ovasından Dumlupınar’a kadar tüm yolların önündeki en stratejik engel olan- Çiğiltepe’yi düşmandan temizlemesi emredilmiştir (1). Ne var ki, bu tepenin onemini çok iyi bilen Yunan Başkomutanı Trikopis ise, en zinde kuvvetlerini, üstün ateş gücüyle bu tepeye yığmış; tahkimatı tamamlamıştır.

İşte, gerisini resmi kayıtlardan izleyelim:

“… 27 Ağustos 1922 sabahı 57. Alay bu tepeyi kuşatmış, saat 10.30’da Mustafa Kemal telefonda komutana;

*Reşat Bey, bu önemli tepeyi ne zaman alacaksınız?

*Komutanım, yarım saat sonra alacağız.

*Başarilar diliyorum.

10.45 Mustafa Kemal: – Düşmanin halen direndigini görüyorum. Gözümüz o tepede, çok önemli.

*Komutanım tepeye düşman bir tümen yığmış direniyorlar. Ama alacağız komutanım, mutlaka alacağız.

11.00 Mustafa Kemal: – Reşat Beyi istiyorum.

*Komutanım Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti. Okuyorum, komutanım.

*Yarım saat zarfında bu tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam komutanım.

Mustafa Kemal’in gözlerinden yaşlar boşanir: -Allah rahmet eylesin, Reşat Bey büyük bir vatanseverdir.

11.45 Başkomutanin telefonu çalar: – Çigiltepe alinmiştir komutanim. Yüzlerce ölüsünü birakan düşman Sincanli Ovasina dogru kaçmaktadir, arzederim”.

İlgili resmi kayıt burada biter. Sonrasını Başkomutan Mustafa Kemal Paşa şöyle ifade eder:

“Türk Askerine,

Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rastgelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Burada şehit olan kahraman evlâtlarımızı minnetle anıyorum, ruhları şâd olsun. Başkomutan Mustafa Kemal”.

Şimdi, yukaridaki en büyük Türkün Atatürk’ün yüreginden kopan bu sözler, Albay Reşat Bey Şehitligi’ndeki mermer bir kitabeye nakşedilmiştir. Başinizi biraz çevirirsiniz, sira sira şehitlerimizin kabir taşlarini okursunuz: “Sivas-Hasan oğlu Hüsnü-23 yaşında”, “Tunceli-Ahmet oğlu Mevlût- 20 yaşında”, “Konya-Ruşen oğlu Haşim 21 yaşında”, Mersin-Hasan oğlu Ömer 24 yaşında”, “Afyon-Mehmetoğlu Musa 18 yaşında” ve diğerleri (2)… Acısını duyarsınız, hayatlarının baharında, komutanları Reşat Beyin onurlu intiharından sonra gözlerini kırpmadan ölüme doğru koşan gencecik yiğitler!.. Bizler ve bizden sonra gelecekler için en değerli varlıklarından, canlarından vazgeçmiş Türk oğlu Türkler!.. Sonra ana kitabede şu satırları okursunuz ve duyduğunuz acı, sonsuz bir Türk olma onuruna ve gururuna bırakır yerini:

“Bu vatan toprağın kara bağrında

Sıradağlar gibi duranlarındır.

Bir tarih boyunca onun uğrunda,

Kendini tarihe verenlerindir.

İleri atılıp sellercesine,

Göğsünden vurulup tam ercesine,

Bir gül bahçesine girercesine,

Şu kara topraga girenlerindir.”

O, Türklüğün sessiz onurudur, gururudur, cesaretidir. O, Türk Ulusu'nun temsil ettigi tüm değerlerin simgesidir. O, başlıbaşına bir Türkiye'dir. Ve O'nun yazgısı, gerçekte Türkiye'nin yazgısıdır... Ama kaç kişi bilir O'nu ve kaç kişi hatırlar?!. Kaç kişi özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı, hatta aldığımız her nefesi borçlu olduğumuz adsız kahramanlardan biri olarak kendisini yâdeder?!. Cumhurbaşkanı mı? Başbakan mı? TBMM Başkanı mı? Anayasa Mahkemesi Başkanı mı? Yargıtay Başkanı mı? ya da bu ülkeyi yöneten bürokrat ve politikacılar mı?! - Gaziantep Zeugma Museum Zeus and Europa mosaic muzesi

YA ZEUGMA, HASANKEYF VE DİĞERLERİ…

Albay Reşat Bey Çigiltepe Şehitligi’nin bir tek görevlisi bile yok!.. Yolu yok ki, görevlisi olsun!.. Ya Zeugma, Hasankeyf ve diğer antik kentler!.. Efes, Didim, Perge, Side, Bergama, Kapadokya, Antakya, Milas, Afrodisias, Troya, Alacahöyük ve daha pekçokları… Elbette uygarlıkların kesiştiği ülkemizde mevcut tüm tarihsel miras, bizim olduğu kadar insanlığın da malı. Korumak, sahip çıkmak hepimizin ulusal görevi!.. Halen binlerce yerli-yabancı arkeolog bu eski uygarlıkların kalıntıları üzerinde çalışmakta. Hatta Türkiye, kıt kaynaklarını bu kalıntıların ortaya çıkarılması, korunması ve sergilenmesi için tahsis ederken bile “yetersiz”likle suçlanmakta; uluslararası platformlarda köşeye sıkıştırılmakta. Örnek mi?!. İşte Zeugma ve de Hasankeyf!..

Bir bölümü Birecek Barajı gölü altında kalacak olan Belkıs (Zeugma) Antik Kenti’nde Türk, İngiliz, İtalyan, Fransız, İspanyol, Yeni Zellandalı, Avustralyalı, Almanyalı ve Amerikalı 102 arkeolog çalışmakta. İşçilerin sayısı ise 210. Kentin su altında kalması sözkonusu olmayan bölümündeki çalışmaları ise 8 Türk ile İngiliz, Fransız ve Avustralyalılardan oluşan toplam 30 yabancı arkeolog ve de 90 işçi sürdürmekte. Kazı çalışmaları ile ilgili olarak Kültür Bakanlığı’nın tüm olanaklarının yanısıra, dış yardımlar da kullanılmakta. Örneğin, bu iş için 5 milyar dolar yardım yapan ve bir o kadarını daha verebileceğini taahhüt eden Hewlett Packard’ın patronu, şimdiden “Zeugmanın Babası” ilân edildi bile (2). Esas fedakârlığı yapan, kıt ekonomik kaynaklarını binlerce tarihi eser bakımsızlıktan harap haldeyken Zeugma ve Hasankeyf’e tahsis eden Türkiye, acaba dış ülkelerde takdir ediliyor mu?!.

Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi’ne (GAP) öteden beri karşı olan AB ülkeleri, GAP çerçevesinde yapılacak barajların altında Zeugma ve Hasankeyf gibi 1135 antik kentin kalacağını iddia ederek, Türkiye’yi kültürel vandalizm ile suçlamaktalar. Ancak son yıllarda -özellikle de Türkiye’nin AB aday üyeliğinin sözkonusu olmasıyla- bu söylemde daha ileri giden AB üyeleri, Türkiye’nin bu barajlarla, açıkça “Kürdistan”ın ya da en hafifinden “Mezopotamya”nın tarihini yok etmeye çalıştığını iddia etmeye başladılar. Hatta o kadar ki, 50 Kürt (!) köyünün yanısıra, efsanevi (!) Kürt lideri Abdullah Öcalan’ın doğup yetiştiği köyün bile sular altında bırakılarak bir ulusun tarihinin yokedilmeye çalışıldığını; bunu da Türk Hükûmetlerine Türk Silahlı Kuvvetleri’nin empoze ettirdiğini öne sürdüler. Avrupa Basınında, “insan hakları” ile özdeşleştirilen ayrılıkçı kürt terörizmine himaye kapsamında, sözkonusu antik kentlerin malzeme olarak kullanılmasından vazgeçme gibi bir emare görünmemektedir. Örneğin, Kültür Bakanlığı’nın ve Türk arkeologların iyi niyetli çabaları hiçbir şekilde haber konusu olmazken, “uygar Avrupalı arkeologların” çalışmaları ve de buna koşut olarak bölgedeki HADEP’li belediye ve baro başkanlarının Türkiye karşıtı konuşmaları, Zeugma ve Hasankeyf haberleri içinde ağırlıklı olarak yeralmaktadır (3). Kısaca, Türkiye’nin bu iki antik kentin kurtarılması doğrultusunda attığı her adım ise, aleyhimize bir propaganda kurşunu olarak geri dönmektedir.

O, Türklüğün sessiz onurudur, gururudur, cesaretidir. O, Türk Ulusu'nun temsil ettigi tüm değerlerin simgesidir. O, başlıbaşına bir Türkiye'dir. Ve O'nun yazgısı, gerçekte Türkiye'nin yazgısıdır... Ama kaç kişi bilir O'nu ve kaç kişi hatırlar?!. Kaç kişi özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı, hatta aldığımız her nefesi borçlu olduğumuz adsız kahramanlardan biri olarak kendisini yâdeder?!. Cumhurbaşkanı mı? Başbakan mı? TBMM Başkanı mı? Anayasa Mahkemesi Başkanı mı? Yargıtay Başkanı mı? ya da bu ülkeyi yöneten bürokrat ve politikacılar mı?! - ataturk baraji urfa

İNGİLTERE VE ALMANYA’NIN BÖLGEYE ÖZEL AJİTASYON POLİTİKALARI

Bilindiği gibi, Dicle üzerindeki en kapsamlı hidoelektrik barajı olarak yapımı öngörülen Ilısu Barajı, İsviçre’den Sulzer Hydro, İngiltere’den Balfour Beatty, Türkiye’den Nurol firmalarının başını çektiği uluslararası bir konsorsiyuma “yap-işlet-devret” yöntemi ile Refah Partisi iktidarı tarafından verilmiştir. 2008 Yılında bitirilmesi öngörülen 1200 megavat gücündeki barajın yaklaşık 1.5 milyar dolara maledilmesi sözkonusudur. İnşaatin finansmanını ise ağırlıklı olarak İngiltere ve İsviçre’nin yanısıra, Almanya, ABD, İtalya, İsveç gibi ülkelerin finans kurumlarınca karşılanacaktır. Türkiye’nin enerji politikası içinde son derecede önemli yere sahip olan bu barajın yapımını engellemeyi stratejik çıkarları açısından doğru bulan İngiltere, ilk iş olarak konsorsiyumun ikinci büyük firması olan Balfour Beatty’e ihracat kredi güvencesi vermeyerek konsorsiyumdan çekilmesini sağlamıştır. Bununla da yetinmeyen İngiltere, “Kürt uygarlığının yokedilmesine karşı duyarlılık” maskesi altında, sözkonusu baraj yapımının Türkiye üzerinde demoklesin kılıcı gibi kullanılması doğrultusunda her fırsatı değerlendirmekten de geri durmamıştır. Örneğin, MI5 ile bağlantısı deşifre olmuş milletvekillerinden eski içişleri bakanı Peter Loyd ile İşçi Partisi milletvekili ve İngiliz İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ann Clwyd, Temmuzun 2000’in ortalarında Türkiye’ye ani bir ziyarette bulunmuşlardır. İki kişilik heyetin gezisinin ilk durağı ise -artık adet olduğu veçhile- Diyarbakır’dır. Gerek bu şehirde ve gerekse Batman’da, Hasankeyf’de izinsiz olarak İnsan Hakları Derneği başta olmak üzere bölücülüklerini gizlemeye gerek duymayan kuruluşların yöneticileri ile görüşen heyet başkanı Ann Clwyd, amaçlarının baraja kredi verip vermeme konusunda İngiliz Hükûmeti’ni bilgilendirmek olduğunu, Suriye ve Irak gibi barajın yapımından etkilenecek ülkelerin durumlarını da inceleyeceklerini açıklamıştır. Oysa, bu tarihte İngiliz şirketinin konsorsiyumdan çekildiği, kredinin verilmeyeceği çoktan belli olmuştur. İşin en acı ve en üzücü tarafı da, heyete refakat eden kişinin yani Şule Bucak’ın, Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Sekreter Yardımcısı olmasıdır. Bölge halkını açıkça provoke eden bu izinsiz ziyaretçilerin pasaportları, prosedüre uygun olarak Batman’da kaldıkları otelden alınarak Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüğünde, İngiliz kışkırtıcıların haklarını savunmak da maalesef bu refakatçıya kalmıştır. Acaba diye düşünürsünüz, Kuzey İrlanda’ya bir Türk parlamenter heyeti gitse de – tabii nerede o misilleme cesareti ve nerede o vatanseverlik?- IRA’nın üst düzey yöneticileri, legal kuruluşları ve düz militanları, hatta MI5 kurbanlarının aileleri ile görüşmeler yapması mümkün olabilir miydi?!. Elbette ki, uçakta üzerlerine aeresol sıkılmasına tepki gösteremeyenlerin, örneğin Dublin’de başlarına ne geleceklerini tahmin bile edilemez. Diğer taraftan en az onun kadar acısı da, Batman Valisi İsa Parlak’ın, büyük bir sorumsuzlukla, olmayan suçu polislere “işgüzarlık” ithamıyla atarak İngilizlerden özür dilemesidir.. Bu olay,

İngiltere’nin bölgeye yönelik yüzlerce, binlerce provokasyon girişiminden sadece biri, Zeugma’ya ilişkin olanıdır.

Almanya’ya gelince, bu ülkenin Anadoluya yönelik ağırlıklı istihbarat ve jeofizik araştırmaları yapan iki-üç meslekli (!) arkeologlarının sicilleri, tıpkı İngiliz, Fransız, ABD’li meslekdaşları gibi olumsuz. Aralarında tek-tük bilim adamları var, o da görüntüyü kurtarmak için (4). Alman arkeologların diğer Batılı arkeolog görünümlü istihbarat servisi ajanlarından en önemli farkı, etnik kışkırtıcılığın yapılmasının ve de GAP’ın sekteye uğratılmasının yanısıra, bu topraklarda dedelerinin izlerini aramakta olmalarıdır. Alman kafatasçı-ırkçı sözde bilim adamlarının teorilerine göre, Truva’dan başlıyarak Güneydoğu Anadolu’ya kadar inen hatta, mezar kazılarında elde edilen kafataslarından, Alman ırkının vaktiyle buralarda yaşadığı iddia edilmektedir (5).

Dünyada belki de en çok casus ve etki ajanının tabiri caizse -at koşturduğu- ülke olan Türkiye’ye gelince, Türk devleti tek kelime ile uyumaktadır. Gündemi istedikleri gibi değiştirme gücüne sahip etki ajanı gazetecilerin, politikacıların, akademisyenlerin ve işadamlarının güdümündeki Türkiye’nin ulusal çıkarlara dayalı politikalar üretmesi ve uygulaması olanaksız hale getirilmiştir. Örneğin, arkeoloji alanında acilen alınması gerekli önlemleri içeren bir devlet politikası bulunmamaktadır. Oysa, hükûmetler değişse de değişmesi sözkonusu olmayacak bir arkeoloji politikasının hayata geçirilmesinin zamanı çoktan gelmiştir, hatta geçmektedir (6). Yarın, Birecik Barajının yanısıra diyelim ki Ilısu Barajı da tüm engellemelere karşın bitirildi. Bu taktirde bu yerli-yabancı ajan arkeologlar, ekip halinde örneğin Fırtına Vadisi’ne gideceklerdir. Burada pontus sömürüsü ve kışkırtıcılığı yapılırken, arkası kesilmeyecek ve akabinde Yortanlı, Kargamış, Çine, Munzur, Çoruh ve diğer baraj projelerinde boy göstermeye devam edeceklerdir. Kısaca, tarihsel miras adına, İkinci Dünya Savaşı’nda Hiroşima, Nagazaki, Varşova, Volvograd gibi yüzlerce şehirdeki tüm tarihsel eserleri, hem de üzerinde yaşayanlarla birlikte yokeden bu ülkeler, bir taraftan Türkiye’ye arkeoloji ve uygarlık dersi verirken; diğer taraftan da ülkemizin enerji gereksinimi için hayati önem taşıyan bu projeleri engellemenin de ötesinde, baraj havzalarında etnik ve dinsel bölücülüğü kışkırtmaktan, Türkiye’yi bu bahanelerle köşeye sıkıştırmaktan geri durmayacaklardır. Buna karşılık, özellikle Türk basınındaki etki ajanları, bu provokasyonlara alkış ve de çanak tutarken, sözkonusu ülkelerin -ki hepsi de topyekûn imha silahlarının üreticisi konumundadırlar- şirketlerinin Türkiye’de nükleer enerji santrallerinin yapılmasına ilişkin baskı girişimlerine sessiz kalmaya devam edeceklerdir. Keza, hiç kimse ve hiçbir akademik kuruluş, 20. Yüzyılda cereyan eden tüm savaşlarda, silah üreticisi ülkelerin ürünleri ile dünyada yokedilen -canlılardan vazgeçtik- tüm tarihsel mirasın envanterini çıkarma gibi bir duyarlılık ve de sorumluluk gösterememektedir. Bu duyarlılık (!) ve sorumluluk (!) sadece Türkiye için mi sözkonusu edilmektedir?!. Tipik bir örnek olmak üzere, topyekûn imha silahlarının yanında en masumu sayılan ve Alman Krauss-Maffei Wegman firmasınca üretilen Leopard 2A5 tanklarının menzil mesafesinde canlı cansız tüm varlıkları yokettiği gerçeği, Türkiye’deki etki ajanlarını hiç mi hiç ilgilendirmemektedir. İnsanlık ve uygarlik havarisi bu ülkelerin ürettikleri silahlar, acaba tarihsel mirasın çevresine çiçek dikmeye mi yaramaktadır?!.

DÖNÜŞ YOLUNDA…

Evet, dönüş yolunda, Zeugma’ya ve diger antik merkezlere harcadigimiz para, zaman ve de gösterdigimiz ilgi ile aldigimiz sonuçlarin ister istemez muhasebesini yaparsiniz. Toz bulutu içinde bir yandan önünüzü görmeye çalişirken, Albay Reşat Beyin bu ülkenin kurtuluşu ugrunda caniyla gösterdigi duyarliligi takdirle hatirlarsiniz; Çigiltepe’de çadirinda telsizin yanibaşindaki masada şakagindan kanlar sizan hayali gelir gözlerinizin önüne. Sonra, O’na ve O’nunla birlikte bizler için, gelecek nesiller için can veren gencecik şehitlerimizi düşünürsünüz geride toz bulutu içinde göremediginiz şehitlikte kalan. Lanet edersiniz, birakin hatirlamayi, Onlara bir yolu bile çok gören gelmiş geçmiş ilgili yöneticilere!..

Otomobilinizin amortisörü kırıldığında ya da lastiğiniz patladığında anlarsınız ki, Büyük Atatürk’ten sonra Türk Ulusu kendini yönetme iradesini kaybetmiş; tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi kaybettirilmiş!.. Türkiye’yi Türk olmayan ya da Türklük bilincinden yoksun, etnik ve dinsel özürlü, son dönem Osmanlı mantığına sahip politikacılar yönetmekte!.. Irkçılığın insanlık suçu olması gereken yeni bir binyılda, en az kendilerini yöneten Batılı devletlerin ırkçıları ölçüsünde Türkiye’ye ve Türk Ulusuna düşman, Türk vatandaşı etnik ırkçıların varlığını hissedersiniz, bunca ihmal edilmişliğin arkasında. Türkiye’yi yönetmeye talip FP’de, MHP’de, DSP’de, CHP’de, DYP’de, ANAP’da ve hiç ayırımsız diğerlerinde ve de en önemli makamlarda, basının köşebaşlarında Vahdettinlerin, Ali Kemallerin, Damat Feritlerin, Dürrizade Abdullahların, Kambur İzzetlerin, Mustafa Paşaların, Suphi Paşaların yaşamakta olan ruhlarını hissedersiniz. Anlarsınız ki etnik bellek kaybolmamıştır. Onlar, bu ülkede sadece Türkler yok diye, neredeyse Türküm demeyi yasaklayarak “Türkiye halkları”, “Türkiye müslümanları” gibi yapay etnik kimlik yapıştırmaya kalkışırlar bizlere. Ve hiç kimse de çıkıp söylemez ki, Türk Ulusuna karşı bu yapılanlar, manevi bir soykırımdır, etnik ırkçılık suçudur diye.

Yarım saatlik bu zorlu yolculukta, hızla düşünecek çok zamanınız vardır. Sorarsınız kendi kendinize, Atatürk’ün, Reşat Bey gibi şehitlerimizin manevi mirasçıları, gerçek Türkler nerede? Osmanlı’dan hiç ders ve ibret almadan, neden bunca hakarete, aşağılanmaya, sömürülmeye ve zillete karşı ses çıkarmamaktadırlar? Oysa biliriz ki, Türkler ağırlıklı olarak Asker Ocağı’nda, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yaşamakta. Türkleri, vergisini kuruşuna kadar ödeyen mükellefler arasında, PKK kurşunlarına aldırış etmeksizin Güneydoğu’da ve de yurdun ücra köşelerinde mahrumiyet içinde ders veren öğretmenler arasında; kolunu, bacağını, gözünü kaybetmiş gaziler arasında; Türk Bayrağına sarılı tabutlar içinde baba ocağına dönenler arasında; fabrikalarda, tarlalarda, devlet dairelerinde sefalete mahkûm bir gelir düzeyinde yaşamak zorunda bırakılan emekçiler arasında; Türkiye’yi yurt içinde ve yurtdışında yücelten bilim adamları, sporcular arasında; Türkiye Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğine inanan Cumhuriyet aydınları arasında; kısaca yönetenler, sömürenler değil de, yönetilenler, sömürülenler arasında görebilirsiniz…

Yolun sonunda, geride kalan, belki de kimbilir ne zaman bir kere daha ziyaret edeceğiniz bu Şehitliği hatırlamaya çalışırken, ister istemez birileri gözlerinizin önünden adeta resmi geçit yapar: Şevki Yılmaz, Cüneyt Ülsever, Hasan Mezarcı, Gülay Göktürk, Necmeddin Erbakan, Süleyman Demirel ve de aile fotoğrafındakiler, Fethullah Gülen ve hâmisi Bülent Ecevit, Abdullah Öcalan, Etyen Mahçupyan, Taner Akçam, Halil Berktay, Mehmet Ali Birand, Altan kardeşler, Mesut Yılmaz, Halil Bezmen, Nazlı Ilıcak, Haşim Kılıç, Mehmet Eymür ve Yeşil, Abdullah Çatlı, Doğu Ergil, Fehmi Koru, Yılmaz Karakoyunlu, Oya Akgönenç, Merve Kavakçı, Abdurrahman Dilipak, Taha Akyol, Mehmet Ali Ağca, İhsan Doğramacı, Akın Birdal, Mehmet Barlas, Erkan Mumcu, Ali Kalkancı, Sami Selçuk, Müslüm Gündüz, Hüsamettin Özkan, Saidi Nursi, Tansu Çiller, Hüseyin Velioğlu ve daha onbinlerce Türk vatandaşı… Kendinizi tutarsınız, çünkü o toprakların her karışı şehitlerimizin kanları ile sulanmıştır… Asfalta, Ankara’ya doğru çıktığınızda anlarsınız ki, yol daha yeni başlamaktadır… Her türlü etnik ırkçılığa, sahte demokratlığa, sömürüye ve gericiliğe karşı Türk olmanın, Cumhuriyet aydını olmanın inanç ve gururu ile… Türk Ulusu’nun layık olanlarca yönetilmesi, yönetimi ele alması kararlılığı ile…

DİPNOTLAR:

1-Aziz naaşı Sandıklı’da defnedilmiş olan Albay Reşat Bey, askeri yaşamında üstün cesaret ve sevk yeteneğiyle çok sayıda madalya (mecidi nişanlari, gümüş muharebe, liyakat, tahlisiye, Alman ve Avusturya-Macaristan savaş madalyaları) sahibi olmuştur. Şehadetinin sonrasinda T.B.M.M. kendisi adına ailesine İstiklal Madalyası takdim etmiştir. Ailesi, soyadı kanununu müteakip “Çigiltepe” soyadını almıştır. Bu mütevazi ama sınırsız onurlu Kahramanın, kendisi gibi mütevazi ve onurlu ailesinin nerede olduğu bilinmemektedir. Oysa ki, Türk Ulusu, bu şehidin geride bıraktıklarına şükran ve saygı duygularını bir şekilde ifade etmek zorundadır.

2-Çiğiltepe’de 15 dakika gecikme ile kazanılan zaferi ve Türk askerinin inancını, o tarihi anı yaşayarak yaşatan Cenab Ozankan şöyle ifade etmektedir:

ÇİĞİL TEPE

İnatla dayandı düşman

Yerden bitercesine çoğala, çoğala,

Mermiyle vur,

Dipçikle vur,

Tükenmez gâvur oğlu gâvur.

N’edersin alamadık Çiğiltepe’yi,

Şehit verdik

Yiğit Reşat Beyi,

Tövbe ettik yaşamaya…

Daha gidecek can varmış helâlinden,

Kader bu ya…

Gün ışığında karardı benzimiz

Vıcık vıcık gömleğimiz

Kan akar her damardan.

Sonunda

Söktük hepsini topraktan

Yalın ellerimizle,

Göz yaşimizda parladi Çigiltepe,

Bir nur…

İnanmıştık: Şehitler ile

Mustafa Kemal Paşa

Bizi korur…

3-Avrupa Basınında yer alan ve Güneydoğu bölgesinden açıkça “Kürdistan” olarak bahsedilen haberlerin temel kaynağı, maalesef sadece HADEP’li yerel politikacılar ya da yerel yöneticiler değil. Tıpkı İstanbul Barosu Başkanı ve yönetimi örneği gibi, farklı partilere mensup yerel yöneticiler de bu tür açıklamalarla yakından ilgili. İşte, hem de Türk Basınında yayınlanmış bir haber ve Türk Devletinin vurdumduymazlığı, ilgili kişiyi hala görevde tutan sorumluların sorumsuzluğu: “ILISU BARAJINI İSTEMEYEN BELEDİYE BAŞKANINA SANSÜR: İngiltere İşçi Partisi Milletvekili Ann Clwyd ile İçişleri eski Bakanı Peter Loyd’un Hasankeyf Belediyesi’ni ziyaretinde ilginç bir olay yaşandı. İngiliz milletvekilleri, yapılacak olan Ilısu Barajı hakkında görüşmek için DYP’li Hasankeyf Belediye Başkanı Abdulvahap Kusen’i makamında ziyaret etti. Barajın yapılmasına Hasankeyf antik kentini sular altına bırakacağı gerekçesiyle karşı çıkan Kusen, düşüncelerini İngiliz milletvekillerine anlatamadı. Çünkü görüşmeye davetli olmadıkları halde ilçe kaymakamı Ahmet Erdoğdu ile ilçe jandarma komutanı da girdi. Belediye Başkanı Kusen bu görüşmede İngiliz milletvekillerinin soruları karşısında sadece yüzeysel bilgiler verdi. İngiliz milletvekilleri görüşme sonunda, belediye başkanının konuya hâkim olmadığını ve kendilerine yeterli bilgi veremediğini söylediler. Ancak, heyet Hasankeyf’den ayrılıp, Batman’a döndüğünde, Belediye Başkanı Kusen heyeti telefonla arayarak, kendisinin “Kaymakam ve jandarma komutanının yanında düşüncelerini açıklayamadığını” belirterek, barajın yapımına belediye başkanı olarak karşı olduğunu, yöre halkının da bu işi istemediğini belirtti (Hürriyet, 16.7.2000)”.

4-Alman jeolog, jeomorfolog ve jeofizikçilerinin ve de istihbaratçılarının arkeolog kimliğinde Osmanlı İmparatorluğu’na ilk geliş tarihi 1889’dur. Bu tarihte İstanbul’a gelen ve daha sonra 1898’de ikinci kez İstanbul’un yanısıra Hayfa, Kudüs, Şam ve Beyrut’u da ziyaret eden Alman İmparatoru II. Wilhelm’in maiyetinde gelen sahte arkeologların faaliyetleri, II. Abdülhamit’in İstihbarat Servisi tarafından da saptanmış; ancak ikili ilişkilerin zedelenmemesi açısından herhangi bir yaptırım uygulanmamıştır. Daha sonra, ajan arkeologlar, Alman Doğu (Orient) Enstitülerinin yanısıra son dönemde de İstanbul’daki Alman Arkeoloji Enstitüsü kadrolarında faaliyet göstermeye başlamışlardır. Almanlardan daha çok etkin olan İngiliz ajan arkeologlarının şüphesiz en ünlüsü, T. Edward Lawrence’dir. Lawrence’in Araplarla dikkat çekmeden ilişki kurmasında, arapçasını ilerletmesinde ve bölgeyi tanımasında arkeolog kimliğinin rolü büyük olmuştur. Bugüne kadar Türk topraklarında faaliyet gösteren binlerce ajan arkeolog arasında, özellikle Michael Buch, D. Hogarth, Delbrueck Herzfeld, Gertrude Bell, Manfred Korfmann ve F. Hans Günther başı çekmektedir. Maalesef, bu ajan arkeologların bir teki hakkında bile ne Osmanlı döneminde ve ne de Türkiye Cumhuriyeti döneminde tutuklama, soruşturma ya da sınırdışı işlemi yapılmamıştır. Bu dokunulmazlık, ancak, her iki dönemde de devlete egemen etki ajanlarının gücü ile açıklanabilir.

5-Türkiye’nin değişmez bir arkeoloji politikası oluşturulurken, öncelikle ve acilen alınması gerekli önlemler de hayata geçirilmelidir. İşte birkaç öneri: A) Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma ve MİT bünyesinde birbirleriyle koordineli çalışan “Arkeoloji Şubesi” ihdas edilmelidir. Bu şubeye, mutlaka arkeoloji, antropoloji ve sosyal antropoloji dallarından mezun, yabancı dil bilen uzmanlar istihdam edilmelidir. Arkeoloji Polisi’nin yeralmadığı hiçbir kazıya izin verilmemelidir. Arkeoloji Polisi istemeyen yabancı kazı gruplarına önceden verilmiş izinleri behemahal iptal edilmelidir. Silah taşıma ve kullanma yetkisi olan Arkeoloji Polislerinin sayısı, kazı alanının yer ve büyüklüğünün yanısıra, bölgedeki terör riski ve yerli işbirlikçilerin yaratabileceği tehdit potansiyeli de dikkate alınarak belirlenmelidir. Ajan arkeologların saptanmasından, buluntuların kazı alanı dışına izinsiz çıkarılmasının önlenmesi, hatta kazı makinaları, inşaat kepçeleri kullanarak buluntulara zarar veren yerli-yabancı arkeologların en Dünyanın en sapık faşist söylemcileri arasında yer alan Alman ırkbilimcileri, üstün ve saf Alman ırkının, tarihi Aryenlere dayandığını iddia etmektedirler. Onlara göre, dolikisefal kafatasına sahip Aryenlerin, yani Almanların büyük büyük atalarının (!) varlığı, Anadolu’nun bir Alman vatanı olduğunu ispatlamaktadır. Bu sapık söyleme -ki teori bile denemez- göre, Hititler de Aryenlerden gelmektedir. “Aryen Nesi”ler Ankara’nın, “Aryen Pala”lar Çorum-Afyon arasının, “Aryen Selukid”ler de Zeugma’nın asıl sahipleridir. İşin ilginç tarafı, Kürtler ve Urartuların devamı (!) Ermenilerin de Aryenlere dayandığını iddia eden Prof.Dr. Jörg Wagner, F. Hans Günther gibi Alman arkeologlar (!), kendilerinin daha farklı olarak Aryenlerin en saf ve asil boyundan geldiklerine inanmaktadırlar. Böylece, Türkiye’deki “47 ayrı etnik halk”ın mevcudiyetini ispatlama gayreti içine giren Almanya, PKK’ya verdiği desteğin meşruluğunu ırk akrabalığı ile sağlama almaktadır. Ne var ki, küçük mü küçük bir ayrıntı, dikkatlerden kaçmaktadır: Teoriye göre, Aryen ırkı, uzun kafalı, uzun boylu, mavi gözlü ve sarışın bir tipolojiye sahiptir. Simsiyah saçlı, kara gözlü Ermenilerle, benzer tipolojiye sahip Kürtler arasındaki birliktelik, ideal Aryen tipolojisine hiç mi hiç uymamaktadır. Bu tuhaf Alman söylemcilerine göre, Osmanlı Devleti’nin kurucularından Orhan Gazi de Aryen ırkına sahiptir (mavi gözlü, sarışın, uzun kafalı ve uzun boylu) ama ne hikmetse dedesi, babası, kardeşleri ve de çocukları brakisefal kafatasına sahip Türklerdir. Bu söylemciler arasında yer alan Manfred Korfmann, bizzat geliştirdiği tezi (!) ile Yunan faşisti arkeologları bile çileden çıkaracak varsayımlarda bulunmaktadır. Ona göre, Truva uygarlığının Helen uygarlığı ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Çünkü Troya uygarlığı, özgün bir Aryen uygarlığıdır ve buna göre Anadolu, Avrupa’nın ayrılık kabul etmez bir etnik uzantısıdır (tabii ki işgalci (!) Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir parçasıdır). Bu iddialar sonucu, Alman nazilerinin gözünde, Türkiye “arka bahçe” olmaktan çıkmış, büyük Alman evinin bir “zimmer”i olmuştur…

6-Engellenmesi, Polis Arkeologların asli görevleri arasında yeralmalıdır. Kazı izinlerinin verilmesinde, yurda girişi yasaklanacak arkeologların saptanmasında, istihbarat kuruluşlarının Arkeoloji Şubeleri’nin onayı mutlaka aranmalıdır. B) İstanbul’daki Fransız İstihbarat Örgütü DGSE ile bağlantılı faaliyet sürdüren Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ile Alman Dış İbtihbarat Örgütü BND ile bağlantılı faaliyet sürdüren merkezi Beyrut’taki “Morgenlaendische Gesellschaft’a bağlı Orient Enstitüsünün İstanbul Şubesi öncelikle kapatılmalıdır. Fransa’da ya da Almanya’da MEB’na bağlı ilkokullara bile izin vermeyen bu iki devletin itirazları, “Mütekabiliyet (Karşılılık) İlkesi” çerçevesinde bertaraf edilmelidir. Aynı şekilde, Alman Vakıflarının tümünün Türkiye Temsilcilikleri başta Türk solunu ve şeriatçı kesimini kontrol altında tutmakla yükümlü Konrad Adenauer Vakfı olmak üzere acilen kapatılmalıdır. Keza, Türk Devletinin en gizli olması gereken makamlarına ve hatta sosyal-dinsel-etnik istihbarat sağlama çerçevesinde köylere kadar inen, Türk NGO’larını yönlendirmeye çalışan Frederich Ebert Vakfı, yerel yönetimlerde işbirlikçi sağlamayı amaçlayan Frederich Naumann Vakfı, etki ajanı konumundaki Türk kuruluşlarını organize edip yönlendiren Heinrich Böll Vakfı, siyasal kürtçülere lojistik destek sağlayan “Alman Bilim ve Politika Vakfı”, temsilciliği olmamasına rağmen Almanya sempatizanı etki ajanlarını bulmak ve yetiştirmekle yükümlendirilmiş Robert Bosch Vakfı, Türkiye’deki her türlü etkinliklerine kesinlikle izin verilmemesi (yasaklanması) gerekli olan Alman kuruluşlarının içine dahil edilmelidir. Mutlaka ve mutlaka sınırdışı edilmesi ve bir daha asla Türkiye’ye giriş yapmalarına izin verilmemesi gereken Alman ajan arkeologları, gazetecileri, sözde vakıf uzmanları ve temsilcileri ile misyonerleri arasına şu isimler dahil edilmelidir: Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün Müdürü Prof.Dr. Paul Dumont ve Enstitü kadrosundaki tüm uzmanlar, başta Dr. Wulf Schönbohm olmak üzere tüm Alman vakıf temsilci ve uzmanları, askeri istihbarat uzmanı general Jörg Schönbohm, Türkiye karşıtı tüm araştırmaların finansmanını sağlayan -ki bu kapsamda CNN muhabiri Kemal Can, Samanyolu TV’den Etyen Mahçupyan, Birikim Dergisi Tanıl Bora, Tansu Çiller’in eski danışmanı Şükrü Karaca, gibi kişilere telif adı altında teşvik bedelleri ödendiği bilinmektedir- ve Alman arkeologlarının Türkiye’deki tüm koordinasyonunu gerçekleştiren Orient Enstitüsü İstanbul Şubesi Müdürü Dr. Günter Seufert, yardımcısı Christopher Kubaseck, Alman Denizaşırı Enstitüsü içinde faaliyet gösteren Alman Doğu Enstitüsü’nün Başkanı Udo Steinbach, Alevi ve Kürt uzmanı Heidi Wedel, gazeteci Horst Bacia, Rainer Hermann, Prof.Dr. Jörg Wagner, Prof.Dr. Manfred Korfmann ve daha yüzlerce Türk düşmanı- ırkçı Alman BND ajanı… Hiç şüphesiz bunların sınırdışı edilip bir daha ülkeye sokulmaması, Türkiye’ye olumsuz müdahale sürecini durdurmaz, sadece geciktirir. Bu itibarla, Alman istihbaratçıların ve ajan arkeologların geçici olarak gözden kayboldukları Alanya’daki yüzlerce BND “safe-house”unun saptanması ve bağlantılı Alman görevlilerinin de deşifre edilmesi gerekir (halen önemli bir kısmı Alanya’da olmak üzere Akdeniz ve Ege kıyılarında 100.000’e yakın Alman vatandaşı sürekli ikamet etmektedir). C) İtalyan arkeologlarının koordinasyonunu üstlenen “Centro di Conservazione Archaeological” grubu ile ABD’li arkeologları temsil eden “Oxford Archaeological Unit” ve de İngiliz arkeologları temsil eden doğrudan MI6, görüntü olarak da “British Council” ile bağlantılı grupların Zeugma, Hasankeyf başta olmak üzere, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki, Karadeniz ve hatta Orta Anadolu’daki kazı izinleri tümüyle iptal edilmelidir. Kazı izinlerinin sadece etnik ve mezhepsel açıdan risk taşımayan bölgelere kaydırılması şarttır. Burada da, Türkçenin yanısıra, kürtçe, lazca, gürcüce gibi yerel dilleri bildiği anlaşılan ve de halkla sıkı ilişkiler içine giren yabancı arkeologların çalışma izinlerinin derhal iptali ile sınırdışı edilmeleri cihetine gidilmelidir. D) BND’nin arkeologlarını yetiştirdiği Tübingen Üniversitesi ile Türk Üniversitelerinin Arkeoloji Bölümleri arasında mevcut her türlü ilişki kesinlikle sonlandırılmalıdır. E) Zeugma, Hasankeyf, Fırtına Vadisi, Kargamış, Munzur gibi hedef bölgelere giden ajan arkeologlar, gerek mülki yöneticileri ve gerekse kolluk kuvvetleri tarafından derhal tecrit edilerek gereği yapılmalı; tarifeli uçak listelerinin yanısıra, bölgeye sefer yapan ve yabancılar tarafından kiralanan uçak ve helikopterlerin bildirimleri de günlük kontrolden geçirilmelidir. Diyarbakır, Batman, Gaziantep, Trabzon gibi şehirlerimizdeki otel kayıtları da sürekli kontrol altında tutulmalıdır. Tüm bu önlemler, yasakçı bir devletin yaptırımları olarak değil; özgür ve bağımsız kalmak isteyen, parçalanmak istemeyen bir ulus-devletin kendini savunma mekanizması içinde ve kontr-espiyonaj faaliyetleri kapsamında değerlendirilmelidir. Ölçüt, isteyen Türk arkeologlarının Almanya’da, ABD’nde, İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da kazı yapmak istemeleri durumunda önlerine çıkarılacak yasaklar, sınırlamalar ve formalitelerdir. Türkiye, her önüne gelen servis ajanının dilediği yerde, dilediği ekip ve ekipmanla kontrolsüz kazı yapacağı, arada ajitasyon ve espiyonaj faaliyeti yürüteceği bir “yol geçen hanı” konumunda olmamalıdır. Gerçek bilim adamı olan yabancı arkeologlar, hiç şüphesiz bu kapsam dışındadırlar ve de saygıya lâyıktırlar. Önerdiklerimiz, bu bağlamda demokratik ülkelerde yürürlükteki prosedüre uygundur ve hatta eksiktir…

Dr. Necip Hablemitoğlu

O, Türklüğün sessiz onurudur, gururudur, cesaretidir. O, Türk Ulusu'nun temsil ettigi tüm değerlerin simgesidir. O, başlıbaşına bir Türkiye'dir. Ve O'nun yazgısı, gerçekte Türkiye'nin yazgısıdır... Ama kaç kişi bilir O'nu ve kaç kişi hatırlar?!. Kaç kişi özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı, hatta aldığımız her nefesi borçlu olduğumuz adsız kahramanlardan biri olarak kendisini yâdeder?!. Cumhurbaşkanı mı? Başbakan mı? TBMM Başkanı mı? Anayasa Mahkemesi Başkanı mı? Yargıtay Başkanı mı? ya da bu ülkeyi yöneten bürokrat ve politikacılar mı?! - vahdettin vefat etti

Yorumlar

  1. […] KEMAL’İN ASKERLERİ VAHDETTİN’İN POLİTİKACILARI […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir