Recep Tayyip Erdoğan yönetimi altında Türkiye, bir yandan otoriterleşen iç politikasını meşrulaştırmaya çalışırken, diğer yandan uluslararası arenada giderek daha aşağılayıcı bir pozisyona sürüklenmektedir. Bugün gelinen noktada, Erdoğan yönetiminin ABD ve İsrail karşıtı söylemleriyle tabanını konsolide etmeye çalışsa da fiiliyatta bu iki ülkenin çıkarlarını gözeten bir politikayı titizlikle sürdürdüğü açıktır. Daha acı olan ise bu durumun sadece politik bir çelişki değil, aynı zamanda Türk milletinin onuruna yönelik bir ihanet olduğudur.
ABD’nin Hizmetinde: HTŞ, PYD ve Diğer Terörist Yapılar
Son yıllarda Erdoğan rejiminin terör örgütleriyle olan ilişkileri, gerek ulusal gerekse uluslararası basında defalarca gündeme gelmiştir. İdlib’deki Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) ve PYD gibi terörist örgütler, hem Suriye iç savaşında hem de bölgedeki ABD-İsrail eksenli çıkarların korunmasında araçsallaştırılmıştır. Erdoğan yönetimi, HTŞ gibi örgütlere doğrudan veya dolaylı olarak destek sağlamış, PYD’ye ise esasen dokunmayarak dolaylı bir şekilde güçlenmesine olanak tanımıştır.
Bugün HTŞ’nin Suriye’nin kuzeyinde güçlenmesi, Türkiye’nin bu örgütlere açtığı lojistik ve askeri kanallar olmadan mümkün olamazdı. PYD’nin Suriye’nin kuzeyi ve doğusunda güçlenmesi ise Erdoğan rejiminin toplumu oyalama politikaları sayesinde gerçekleşmiştir. PYD’ye yönelik harekâtların daha çok sembolik düzeyde kalması, bu örgütün kitlesel olarak örgütlenip silahlanmasına imkân tanımıştır.
Kendi çıkarlarını “milli dava” adı altında maskeleyen Erdoğan, terör örgütlerini himaye ederken, aslında ABD’nin Ortadoğu’daki vekil savaş stratejisini desteklemektedir. Türkiye’nin bu noktadaki rolü, bir garsonluk ve bulaşıkçılıktan öteye geçmemektedir. Erdoğan, ABD’nin sırtını sıvazlaması karşılığında her türlü kirli işe bulaşmaya razı görünmektedir.
ABD ve İsrail’in “Kemik Artıkları”
Erdoğan rejiminin dış politikası, son yıllarda bir tür uluslararası garsonluk hizmetine dönüşmüştür. ABD ve İsrail ile açıktan düşmanlık söylemi kullanırken, perde arkasında bu iki ülkenin taleplerini yerine getirmekten çekinmeyen bir yönetim vardır. İsrail’in Filistin’deki zulmü devam ederken, Erdoğan’ın İsrail ile yıllarca ticaret hacmini artırması tam anlamıyla bir ikiyüzlülüğün resmidir.
Erdoğan’ın ABD yöneticileri karşısındaki tutumu ise daha da aşağılayıcıdır. İktidarın, Amerikan başkanlarının ağzından çıkan birkaç övgü sözcüğüne duyduğu bağımlılık, Erdoğan’ın Batı karşıtı retoriğini tamamen boşa çıkarmaktadır. Bugün Erdoğan, Amerikan yönetiminin “kemik artıklarıyla” yetinmekte ve bu artıkları paylaşmak için kendi ülkesinin onurunu ayaklar altına almaktadır.
Rejimin Çöküşü ve Halkın Sessizliği
Erdoğan rejiminin bu pervasız politikalarına karşı Türkiye halkının büyük bir kısmı ya sessiz ya da yanıltılmış durumdadır. Medya üzerindeki baskılar, alternatif seslerin susturulması ve propagandanın etkisiyle birçok kişi Erdoğan’ın “dış güçlerle mücadele” ettiği yalanına inandırılmıştır. Ancak gerçek, bu yalanın tam tersidir: Erdoğan, dış güçlerin çıkarlarına hizmet eden bir kukladan ibarettir.
Bu rejim sadece ülkenin ekonomik ve sosyal dokusunu değil, onurunu da çürütmüştür. ABD ve İsrail karşısındaki bu diz çökmüşlük hali, Türkiye’yi tarihindeki en aşağılayıcı pozisyonlardan birine sürüklemiştir. Türk milleti, bu çürümeyi görmek ve buna karşı harekete geçmek zorundadır. Aksi takdirde, Erdoğan yönetimi altında bu ülke, uluslararası arenada bir garsondan veya bulaşıkçıdan fazlası olamayacaktır.
Sonuç: Direniş Zamanı
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, bu ihanet rejimine karşı topyekûn bir uyanış ve direniştir. Erdoğan’ın ABD ve İsrail’in çıkarlarına hizmet eden politikalarına karşı durmak, yalnızca bir siyasi zorunluluk değil, aynı zamanda bir onur meselesidir. Türk milleti, bu zilleti daha fazla taşımamalı, kendi iradesini geri almalıdır. Erdoğan rejimi çökecek, ancak bu çöküşün bir bedeli olacaktır. Bu bedeli ödemeye hazır olanlar, tarihin doğru tarafında yer alacaklardır.
Bir yanıt yazın