AB İLE GERİ KABUL ANTLAŞMASI, VİZESİZ AVRUPA, UNUTULAN HAKLARIMIZ
Geri Kabul Antlaşması ile Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri rayından çıkartılarak serbest ticaret antlaşmasına dönüştürülmesi yoluna girildi. Antlaşmanın imzalanması tarihinden sonrada yerilen sözler unutuldu ve yapılan vaatler genelde yerine getirilmedi. Aldatıldığını gören Türkiye bilgisizliğin verdiği çaresizlikler içinde kıvranmakta ve girdiği bu girdaptan çıkmak için en yüksek makam sahipleri zaman zaman yüksek perdeden konuşmalar yapmaktadırlar.
Diploması ‚ince ve uzun bir yol olduğundan‘ bu gibi söylemler karşı taraftan dikkatlice izlenilmekte, en alaycı bir dille tercüme edilmekte ve Türkiye’ye karşı propaganda olaraktan kullanılmaktan da geri kalınmamaktadır. Bu durum sadece ilişkilerimizin kötüleşmesini neden olmakla kalmamakta, aynı zamanda Yurtdışında yaşayan Türklerin mevcut haklarını kullanmalarını da engellemektedir. Nitekim Geri Kabul Antlaşması (GKA) yürürlüğe girdikten sonra Avrupa Türkleri ‚kitlesel‘ bir şekilde, Avrupa Hukuku normları çiğnenerek sınırdışı edilmektedirler. GKA sadece Türkiye üzerinden AB üye ülkelerine giden ‚düzensiz göçü‘ kapsamamakta, aynı zamanda orada yaşayan insanlarımızında sınırdışı edilmelerini kolaylaştırmakta ve meşru haklarını kullanmalarını önlemektedir. Daha da önemlisi, milyonlarca insanımıza hizmet sunmaları durumunda hukuken sağlanan ‚Vizesiz seyahat Hakkı‘ inkar edilmektedir. Bu hakları savunması gereken sivil toplum kuruluşlarından Barolar ve Ticaret odaları gibi güçlü yapılar, devletimize baskı yaparak mensuplarının bir kısmına dönük ‚yeşil pasaport‘ alma yoluyla günlerini ve makamlarını kutarmaya çalışmaktadırlar. Bu gibi tali çözüm önerileri ülkemiz insanlarını kategorileştirerek toplumumuzu ‚kast sistemi‘ içinde bölüm parçalamak istemektedir. Unutmamak gerekirki, bu gibi pasaport sahipleri pasaport ücretide ödememektedirler.
Bu çalışma bu tehlikelere dikkat çekmek ve ‚öğrenilmiş çağresizlik stratejisi‘ yerine ‚bilimin ve hukukun doğrultusunda‘ nasıl çözüm yolları bulunacağını göstermek için yazılmıştır. Bilimsel bir söylem yerine, daha anlaşılır bir dil kullanılmaya özen gösterilmiştir. Her türlü yapıcı eleştiri için şimdiden teşekkürler.
Prof. Dr. Harun Gümrükçü,
Antalya Bilim Üniversitesi, İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesi
Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi
(harung2030@gmail.com )
Antalya, 10 Ekim 2019
TEMEL TEZLER
- Türk vatandaşlarının tek başlarına A(E)/AB-Türkiye Ortaklık Hukuku’ndan doğan haklarının yerleşmesi Almanya, Hollanda, Birleşik Krallık, Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa ve diğer AB üye ülkeleri mahkemeleri karşısındaki yürüttükleri aktif faaliyetlerine ve açtıkları davalara bağlı olarak gelişmiştir. Artık, Ortaklık Hukuku’ndan doğan haklar, bu, Avrupa hukuk tarihinde ilk kez yaşanan, sivil uğraş sonucu, Avrupa Hukuku’nun bir parçası olduğu tezi Avrupa Hukuk dünyası tarafından kabul görmektedir. Ancak, Türkiye’deki kurumlar, bu davaların ve verilen bu büyük uğraşın dışında kaldığından bu konu taraflarca henüz tam anlaşılamamıştır.
- Hizmet sunmak için bir AB üye ülkesine giden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının başta Almanya Federal Cumhuriyeti olmak üzere vize muafiyeti vardır ve orada üç aydan daha uzun olmayacak bir süre için kalma hakları da bulunmaktadır. Bu hakkın uygulanması için yeni bir mahkeme kararı veya üye ülkelerinin çıkaracakları yeni bir tüzük gerekmez. Konu ATAD/ABAD tarafından net ve herkesin anlayacağı şekilde 24 dilde açıklığa kavuşturulmuştur. Bu hak inkar edildiğinden sorunlar devam etmekte bazı meslek gruplarına yeşil pasaport verilerek sorunlara kısmı bir çözüm getirilmek istenmektedir. Bu da öğrenilmiş çaresizliğin tipik bir örneğini oluşturmaktadır.
- Türkiye, başlangıçta meşru haklarını bilmiyordu, daha sonra inkâr etti! Bugünde Pazarlık Konusu Yapıyor! Acaba Neden? Sorunda, AB Komisyonu’nun ve üye ülkelerinin hukuki inkârcılığı yanında, buradan kaynaklanmaktadır!
- ATAD/ABAD’ın Kararları’nı Müzakereye Açmak – Hukukun Üstünlüğüne Saygısızlıktır ve Avrupalılığı Anlamamaktır! Geri Kabul Antlaşmasıyla bu yapılmaktadır. Burada elma ile armut birbirine karıştırılmıştır.
- Hizmet sunmak için giden Türk vatandaşlarından vize istenirse bu istek reddedilerek isteyen kuruma, örneğin Alman Hükümetine karşı, vatandaşlarımız maruz olunan kayıp ve hasar tazminatı almak için davalar açmalıdır. Gerçekten sonuç almak için ise, kitlesel ve organize edilmiş tazminat davaları açmak gerekmektedir. Bakalım Türkiye’de hangi sivil toplum kuruluşu bu onurlu göreve talip olacaktır! Şimdiye kadar böyle bir uğraşa Türkiye’nin sıvıl kurumları, örneğin Barolar neden başvurmamışlardır!
- Ayrıca, örneğimizdeki Alman hükümetini, sadece yasa dışı hareket etmekle suçlamak yeterli değildir, bu hükümetler vergi mükelleflerinin de parasını israf etmekle suçlanırsa, söz konusu hükümetler böyle masraflara maruz kalmak istemeyecektir ve bu yüzden sonuç almak oldukça kolaylaşacaktır. Bu uğraşta Avrupa Komisyonu’nu da Avrupa Hukuku’nun denetleyicisi olarak görevini yapmadığından dolayı mahkemeye vermek gerekmektedir.
Avrupa’ya Genel Bakış
Günümüzden yüzyıldan daha uzun bir süre geri gittiğimizde, yani 1914 yılında, dünyada 1870’te başlayan Birinci Küreselleşme Dalgası’nın bittiğini görürüz. Ayni zamanda küresel düzeyde Birinci Büyük Savaşı’nın çıktığı zamandır bu yıl. Savaş sonrası üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya imparatorluğu eski gücünü kaybederek yerini yavaş yavaş Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) bırakmaya başlamıştır. Bu geçen yüzyılın ilk büyük savaşına ülkemiz Osmanlı İmparatorluğu olarak katılmıştır. Savaş sonrası mağlup olarak topraklarında 34 ulus devlet kurulmuş ve bize de imparatorluğun topraklarından sadece sekiz parçadan bir parçası kalmıştır. Bu hak da dedelerimizin yürüttükleri ve kazandıkları Kurtuluş Savaşı sonrası korunabilmiştir. İstiklal Savaşı sonrasında ülkenin nüfusu sadece 12 milyon civarındadır ve bunun yarısı da kurulan Cumhuriyet sınırları içinde doğmamıştır.
Günümüzden seksen yıl geri gittiğimizde İkinci Büyük Dünya Savaşı’nın başladığına şahit oluruz. Bu savaş sonrası dünya yeniden şekillenmiş ve Avrupa Kıtası ikiye bölünmüştür. Çoğulcu demokratik kapitalist dünyanın öncülüğü ABD’ye, sözde ‘sosyalist’ bloğun öncülüğünde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğine bırakılmıştır. Bir taraftan iki blok arasındaki rekabet iki sıcak savaştan sonra Soğuk Savaşı başlatırken, diğer yandan İkinci Küreselleşme dalgasıyla Kapitalist Bloğun Sovyet bloğuna meydan okuduğu bir devreye girilmiş olunmaktadır. 1989 yılına kadar süren bu süreçte Türkiye kapitalist bloğun yanında yer alarak onun uluslararası tüm kurumlarına üye olmakla kalmamış, ayni zamanda insanlık tarihinde bir ilk ulusüstü kurum olan Avrupa (Ekonomik) Topluluğu/Birliği’ne [A(E)T)AB] bir Avrupa devleti olarak üye olmak için 1959 yılında başvurmuştur ve bunun Komünizme karşı güçlü kalesi ve öncüsü olmuştur.
Günümüzden otuz yıl önce Sovyet bloğunun çöküşü ve Almanya’nın birleşmesiyle Avrupa’nın bölünmesi ortadan kalkmış ve ABD tek büyük hegemon olarak gücünün doruğuna ulaşmıştı. Türkiye bu tarihi gelişmeyi doğru okuyamamış ve bu sürecin kaybedenlerinden biri olmuştur. Ne Sovyet bloğunun çökmesi için taşıdığı yüklerden dolayı ödüllendirildi ve ne de sömürge altında kalan Türk topluluklarına öncülük yapabildi. Daha da vahimi, 1959 yılından beri kapısında beklediği AB tarafından ‘Asyalı’ damgasını yiyerek kendi meşru haklarını da koruyamaz duruma düştü. Ülkenin batı yanlısı elitleriyle diğer alternatif elitleri Batı’ya ‘daha cici ve daha da batıcı’ görünmek için yarışa girdiler. Bu ortaya çıkan negatif koalisyonun ortak yönü ise: ‘devletimizin 60’lı ve 70’li yıllarında kazanılmış meşru haklarını inkâr ederek birinin diğerinden daha batıcı olduğunu ispat etmeye dönüktü.
Günümüzde ise Kırım’ın Rusya’ya ilhakı ile daha önceleri ciddi değişime uğrayan ve zayıflayan ulus devlet tekrar geri gelmiştir. Yaşadığımız yüzyılda giderek keskinleşen küresel, iklimsel, kutupsal, uzaysal ve derin denizler üzerindeki paylaşım sorunlarının nedenleri, doğaları, dinamikleri, sonuçları ve olası çözümleri bizi küresel dünyadaki siyasi konumumuzu tekrar gözden geçirmeye zorlamaktadır. Bu yeni ve büyük oyunda, kartlar yeniden karıştırılacağına göre artık ortak sorunlara ortak çözüm anlayışını zorunlu kılan tavırlar sergilenmeli ve yeni yüzyılın meydan okuyan politik sorunları derinleşmesine analiz edilerek doğru okunmalıdır. Bu günümüze dönük genellemeyi dikkate alarak özelde ve AB nezdinde dünden bugüne süren inkâr yarışında göz ardı edilen gerçekleri özetleyerek aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
İsmi Yanlış Konan ve İçeriği Doğru Okunmayan Bir Antlaşma
Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET), Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması için Yunanistan’ın başvurusundan iki hafta sonra 31 Temmuz 1959’da başvurmuştur. Kamuoyunda Ankara Antlaşması olarak da adlandırılan bu supranasyonal özellikli belge, taraflarca 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanmış ve ulusal parlamentolarda onaylandıktan sonra 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 1978 yılından sonra AET, Avrupa Topluluğu’na (AT) dönüşmüş ve 1 Kasım 1993 tarihinde de Maastricht Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden itibaren Avrupa Birliği (AB) genel şemsiyesi altında yer almıştır. Türkiye’nin toplulukla geçmişten günümüze devam eden bu ilişkileri bağlamında doğan hakları ve sorumlulukları vardır.
Türkiye, AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlatılması için ikinci başvurusunu 1999 yılında (İlk başvuru 1987 yılındadır) yapmasına rağmen, 3 Ekim 2005 tarihine kadar bekletilmiştir. Bu tarihten sonra başlatılan üyelik müzakereleri inişli ve çıkışlı bir seyir izlemektedir. Ucu açık ve belirsiz bu sürecin nereye varacağı son bir AB Türkiye macerası olarak bitmez tükenmez pehlivan tefrikaları gibi izlenmektedir. Türkiye’nin bu seyirde Birliğin organizasyon yapısına ve onun gereklerine uyma zorunluluğu bulunmakla birlikte, Avrupa Birliği’nin kurumları ve üye ülkelerinin bu süreçte Türkiye’yi herhangi bir üçüncü ülke olarak görmeleri ve A(E)T/AB-Türkiye ilişkilerini göz ardı etmeye çalışmaları bu ilişkinin temel sorununu oluşturmaktadır. Buna karşın Türkiye’yi Avrupa Birliği’yle olan ilişkilerinde üçüncü ülkelerden ayıran birçok temel farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar 12 Eylül 1963’te imzalanan ve Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşma-sı/Ankara Antlaşması ile bu antlaşmayı somutlaştıran ve 23 Kasım 1970’de imzalanan ve 1973’de yürürlüğe giren Katma Protokol’den (KP) kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle söz konusu farklılıklar ülkemizin A(E)T/AB’nin ortak üyesi olmasından doğan tarihi haklarından oluşmaktadır. Bunlara göre yukarıda sıralanan antlaşmalar:
Eşit koşullarda bir işbirliğini ve ortaklığı, yani bir tür katılım ilişkisini öngörmektedir. Bu anlamda A(E)T/AB tarafından üyeliğe aday; fakat ekonomik ve siyasi nedenlerle henüz üyelik yeterliliğine sahip olmayan ülkemiz için üyelik öncesi bir ön aşama modeli oluşturmaktadır.
Tam üyelik hedefine varıncaya kadar ülkemize, bu ulusüstü kuruluşla ortak bir amacı gerçekleştirmek için eşit haklar, ama eşit yükümlülükler temelinde olmayan, kurumsallaşmış bir devletlerarası bağlantı kurmaktadır.
Başlangıçtan itibaren akit tarafların Topluluk sistemine kısmi katılımını (kısmi alanların bütünleşmesi) öngörmektedir. Bu anlamda ülkemizin bu ilişkisi A(E)T/AB ile üyeliğin sınırlı bir biçimi olarak tanımlanabilir.
Ulusüstülük/supranasyonallik ve “geçici olma” (Tam üyelik gerçekleştiğinde ortadan kalkma) özelliğine de sahiptir.
- A(E)T/AB tarafı ise tam tersi nasyonalist bir duruş sergilemektedir. Bu duruş aynı zamanda bilimsel verilerden uzaktır ve Birliğin en yüksek ve en son mahkeme kararlarınca da reddedilmiştir. Buna rağmen Birlik üye ülkeleri, Türkiye ile yaptıkları ulusüstü antlaşmalarla;
- Eşit koşullarda ortaklık değil, çıkar ilişkisi kurmayı hedeflemişlerdir; en iyi niyetli yorumla onlarla karşılıklı bir istişareyi aşmayan bir işbirliğini yüklemeye çalışmaktadırlar;
- Ülkemizi tam üyeliğe dönük bir stratejiyle desteklememektedirler, tam tersine durağan (statik) bir ortaklıktan, yani ilerisi için bir (tam) üyelikten bağımsız olarak kendi başına var olan, toplulukla antlaşmaya dayalı uzun süreli bir bağlantı olarak algılamak istemektedirler;
- Ülkemizle olan ilişkilerini kendine özgü bir hukuki ilişki olarak yorumlamakta ve ona uluslarüstü olma karakteri atfetmemektedir.
- Türkiye ile yaptıkları akitleri ve Ortaklık Konseyi Kararları’nı Avrupa Topluluğu/Birliği Hukuku’nun bir parçası olarak görmemeye devam etmektedir ve sonuçta sadece sıkı bir iki taraflılığı öngörmektedir. Bir başka ifadeyle ülkemizi kendilerinin yönlendirdiği bir ‘Pazar’ ve ayrıca da yeni emperyal jargonada uygun olarak ‘yarı bağımlı bir ülke’ olarak algılamaktadırlar.
Bu yeni emperyal tezler dikkatlice gözden geçirildiğinde A(E)T/AB tarafının bu ilişkileri yorumlarken,
Nasyonalist bir yaklaşım sergilediği ve düalist bir görüşten hareket edildiği;
- Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’ün AET’yi kuran Roma Antlaşması’na dayandığı ve ulusüstü bir kuruluşla kurumsal bağlantılar kurarak çeşitli çalışma alanlarını kapsadığını reddettiği;
- ATAD/ABAD kararlarını yanlış değerlendirdiği,
- Kendi kamuoylarını eksik bilgilendirerek AB üye ülkelerinde bu alanda hukuki güvencesizlik ya-rattığı;
- Uluslarüstü antlaşma hükümlerinin ulusal yasalara göre önceliklilik hakları doğurması doğrudan etkili olması ve onlarla çatıştıklarında onları ikame etmesine rağmen, ulusal yasalarda bir değişiklik yapılmadan bile üye ülkelerde doğrudan geçerli olma özelliği bulunan Ortaklık Hukuku söz konusu olduğunda bunları kısmen ya da tamamen göz ardı ettikleri gözlemlenmektedir.
- Ayrıca bu antlaşma metinlerinin,Uygulanmasından ve denetlenmesinden Avrupa Birliği Komisyonu’nun;
- Yorumlanmasında ve geçerlilik denetiminden de Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’nın (ATAD/ABAD) sorumlu olduğu dikkate alınmak istenmemektedir.
Toparlarsak;
- ATAD/ABAD’da Ocak 1987 – Nisan 2014 arasında Türk vatandaşları ve şirketlerinin taraf olduğu 60’dan fazla farklı davanın her biri Topluluk/Birlik üye ülkelerinin yorumlarının temelden geçersizliğini gözler önüne sermektedir.
- Antlaşmaların sağladığı hakları destekleyen bu davaların bir kısmı da Vizesiz Avrupa konusuyla doğrudan ilgilidir.
Bu arka plandan hareketle bu çalışmada vizesiz Avrupa projesinin temelini oluşturan hukuki metinlere ve bunları yorumlayan AB üye ülkelerinin en yüksek ve en son mahkemesi olan ATAD/ABAD’ın kararlarına ve bunlarla ilintili olarak Geri Kabul Antlaşmasına yer verilecektir.
AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş ve Son Durum
ATAD’ın 1974 yılında verdiği Haegeman kararıyla başlayarak Ortaklık Hukuku konusunda Avrupa Birliği nezdinde etkin bir içtihat hukuku oluşmuştur. Bu hukukun Türkiye tarafından ilk kullanımı ise, 13 yıl gecikmeyle, 1987 tarihiyle başlamıştır. Türk vatandaşlarının Avrupa Birliği (AB) Üye Ülkelerine vizesiz girişi üzerine Avrupa Birliği Adalet Divanı (ATAD/ABAD) tarafından 11 Mayıs 2000 tarihli Abdulnasir Savaş kararıyla ilk kez ATAD/ABAD nezdinde görüşülüp karara bağlanmıştır. ABAD daha sonraki yıllarda da bu içtihadını geliştirerek bu konuda şimdiye kadar toplam yedi karar almıştır. Daha açık olarak ifade edilirse ABAD, 11 Mayıs 2000 yılında Abdülnasır Savaş (C-37/98), 2003 yılında Abatay/Şahin (C-317/01), 2007 yılında Tüm/Darı (C-16/05), 2009 yılında Soysal/Savatlı (C-228/06), Eylül 2009 tarihinde Şahin (C-242/06) ve 9 Aralık 2010 tarihinde Toprak (C-300/09) ve en nihayet 2013 yılındaki Demirkan kararları ile bu alanda üye ülkeler tarafından uygulanması gerekli genel bir çerçeve oluşturmuştur.
Buna rağmen, AB üye devletlerinin yetkilileri tarafından böyle bir serbest giriş hâlâ verilmemektedir. Bu noktada sorun, Alman mahkemeleri ve makamları karşısından bu tür haklarını savunan Türk vatandaşları çeşitli zorluklarla karşılaşmaktadırlar.
ABAD içtihat hukukuna bakıldığında görüldüğü gibi haklarını yürürlüğe koymak için Türk vatandaşlarına uygun birçok yasal çözüm vardır. Türkiye, 1963’te imzalanan Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması (Ankara Antlaşması) ile AB üye devletlerine bağlanmıştır. 1970’de imzalanıp 1973’te yürürlüğe giren ve bu antlaşmanın uygulama şartlarını belirleyen Katma Protokolü’nün 41. paragrafının 1. fıkrası “Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı”nı yani, mevcut durumdan daha kötüye gidilmemesini ifade eder. ABAD, Sevince, Kuş, Eroğlu, Bozkurt, Demirel ve diğer birçok davada Katma Protokolü’nün ve buna bağlı olarak Ortaklık Konseyi’nin verdiği kararların AB Hukuku’nun bir parçası olduğuna karar vermiştir. Bu protokol yürürlüğe girdiği zamanki Alman ve diğer AB üye ülkeleri yasalarına göre, istihdam amacı olmayan ve üç aydan az kalmak için gelen tüm Türk vatandaşları vize almadan o zamanlar Almanya’ya ve diğer sekiz AB üye ülkesine girebiliyorlardı. Fakat 1980 ve daha sonraları çeşitli ülkelerdeki yönetmelik değişikliği ile vize zorunluluğu getirilmiştir. Yukarıda belirtildiği gibi AB Hukuku’nun parçası olarak belirtilen 1973 Katma Protokolü’nden bu yana olumsuz ve kötü yöndeki herhangi bir değişiklik yasak olduğundan, belirlenen bu vize zorunluluğu ve diğer kötüleştirmeler hukuken geçerli değildirler.
Türk vatandaşlarının vizesiz giriş haklarının kanıtlaması için, artık Almanya Federal Cumhuriyeti’nin resmi makamlarına vizesiz giriş için başvurulması ve bunun onaylanması gerekmez. Eğer Almanya bu ülkeye hizmet sunmak için giden Türklere vize uygulamaya kalkışırsa, yukarıda bahsedilen Kötüleştirme Yasağı’nı öne sürüp ABAD’ın doğrudan etki prensibine dayalı olarak Berlin İdari Mahkemesi’nde (Verwaltungsgericht) zarar ziyan davaları açılmalıdır. Nihai bir karar verilene kadar, adli kavuşturma yıllar alabilir. Fakat böyle bir sebeple oluşan zarar ve kaybın tazminat talebiyle ilgili ABAD’ın içtihat hukuku Francovich ve Brasserie du Pecheur kararlarında oluşup geliştirildiği için, bu tür bir tazminat yükümlülüğü artık şüphe götürmezdir ve bu yüzden de davanın sonucu tahmin edilebilirdir, onun içinde kitlesel olarak bu davalar Barolar ve Ticaret Odaları tarafından, görevleride olduğu için, artık organize edilmelidirler. Bu hakkını savunamayan Baroların avukatları için YEŞİL PASAPORT alma isteği mesleki ahlakı bakımından çok düşündürücü olsa gerekir. Tabiiki bu diğer meslekler içinde geçerlidir ve Türkiye’de bir kast sisteminin kurulmasına yol açmaktadır. Bu hakların yürürlüğe girmesi garanti altına alınmadan Türkiye AB üye ülkeleriyle pazarlıklara girmiş ve sonunda da – tüm bilimsel itirazlara rağmen – Geri Kabul Antlaşması’nı (GKA) kabul etmiştir. O nedenle, modern bir kapitülasyon anlaşması metni içeren GKA ile inkâr edilen Ortaklık Hukuku haklarımızı ortaya koymak ve GKA’nın satır aralarında neyi kastettiği okunmaya çalışılacaktır.
Vizesiz Avrupa ve Geri Kabul Antlaşması
Kurumlara Göre Geri Kabul Antlaşması
Temel Naz, Münih’ten tanıdığım genç bir avukat. Avrupa Hukuku’ndan doğan haklarımızın tekrar inkâr edildiği bir zaman kesitinde açtığı davasından vazgeçmeyerek Almanya’daki Berlin Yüksek İdare Mahkemesi’ne, bir Türk iş adamı için vizesiz seyahat hakkını sağladı. 26.03.2014 tarihli bu tespit davasının kararıyla davacının ikameti Türkiye’de kalması koşuluyla kendisinin müşterilerine hizmet verme amacıyla vizesiz Almanya’ya giriş yapabilecek ve bu amaçla üç ayı geçmeme şartıyla Almanya’da kalabilecektir. Daha önceki değişik kararlarda olduğu gibi bu karar sonucu da, Alman hükümeti bir üst mahkemeye başvurmasa, 1973 tarihinde AET üyeleri olan devletlere ve bu arada Almanya’ya hizmet sunmak için giden Türklere vize uygulanmayacaktır. Bu kararın içeriği dikkatlice incelendiğinde yeni bir şey ifade etmediği görülmektedir. Sadece diğer kararlardaki hukuki çizginin sürdüğünü göstermesi açısından bir önemi olabilirdi. Bununla birlikte bu karar geniş yankılar buldu. Birçok yayın organı Temel Naz ismini telaffuz etmeden (acaba neden?) onun metnini kendi sütunlarına aktarmada bir mahsur görmediler. AB konusunda uzman olduğu iddia edilen İKV haberden iki hafta sonra haberdar oldu ve şöyle bir tespitte bulundu:
“Berlin Yüksek İdare Mahkemesi’nin 26 Mart 2014 tarihinde verdiği karar, hukuki kazanımların göz ardı edilemeyeceği gerçeğini tüm taraflara hatırlatan önemli bir gelişmedir”.
İKV’nin basın açıklamasının devamında
“Unutulmamalıdır ki; Türk vatandaşlarının AB üyesi ülkelerde serbest dolaşımı, Türkiye-AB Ortaklık Hukuku, Gümrük Birliği ve Eylül 1987 tarihli Demirel Kararı ile başlayıp, Ekim 2013 tarihli Demirkan Kararı’na kadar uzanmış ve ABAD’ın 50’nin üzerindeki kararı çerçevesinde, vize uygulamasının başladığı 1980’li yıllardan bugüne, serbestleşme yönünde sürekli olarak evrilmiştir. Şubat 2009 tarihinde ABAD, verdiği Soysal Kararı’nda AB üye ülkeleri tarafından Türk vatandaşlarına uygulanan vizenin, Katma Protokol’ün 41/1. Maddesine (‘standstill’ kuralına) aykırı olduğunu en yüksek perdeden dile getirmiştir. Bu, halen geçerliliğini koruyan bir karardır. Berlin Yüksek İdare Mahkemesi de, aradan geçen beş yılın ardından bunu bir kez daha ortaya koymaktadır.”
İKV’nin bu hukuken çok sorunlu ve çelişkili açıklaması yukarda nakledilen cümlelerle sınırlı olarak kalmayarak, 16 Aralık 2013 tarihinde imzalanan Türkiye-AB Geri Kabul Antlaşması sonrasında, yaşanan gelişmeler ışığında elma ile armut toplanarak, yani hukuki meşru haklarla siyası istekler birbirleriyle karıştırılarak şu uyarıları da içermektedir:
“Türkiye ile AB arasında Geri Kabul Anlaşması ile birlikte, Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni’nin de imzalanmasıyla, Türk vatandaşlarının serbest dolaşımına ilişkin AB ile vize diyaloğu resmi olarak başlatılmıştır. Türkiye ile AB, yıllardır taraflar arasında uzun ve hararetli tartışmaların yaşandığı bu konuda, farklı bir sürece ilk adımı atmış olmakla birlikte, Avrupa Komisyonu, geçtiğimiz günlerde Türk vatandaşlarını da çok yakından ilgilendiren 2010 tarihli Schengen Vize Kodu’nda ‘yumuşama ve kolaylaştırmaya yönelik atılacak adımları’ kamuoyu ile paylaşmıştır. Kaynak: İKV, 4 Nisan 2014. Haberin tümü için bkz. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=26154112 )
Bu çelişkili bilgileri yorumlama yerine, konuyu daha doğru anlamak için 16 Aralığa geri gitmek gerekiyor. Bu tarihte ve bunu takip eden günlerde Türkiye “Vizesiz AB’ye giriş müjdesiyle” çalkalandı. Görsel ve diğer yayın organları konuyu enine boyuna irdelemeden müjde iletme yarışı içine girdiler. Bilim dünyası da bir iki çatlak(!) ses dışında suskun kaldı. Konuyu yakından takıp etmesi gereken “olmayan hukukun Hukuk Fakülteleri de” (Bu terim Prof. Dr. jur. Haluk Kabaalioğlu’na aittir) bu konuyu kendi ilgi alanlarında görmediklerinden, bir yorum yapmadılar. İlgili bakanlık ise bu boşluğu doldurmak için olacak ki bir kitapçık
(http://www.ab.gov.tr/files/pub/turkiye_ab_vize_muafiyeti_sureci_ve_geri_kabul_anlasmasi_hakkinda_temel_sorular_ve_yanitlari.pdf yayınladı. Bu çalışmanın kalan bölümünde, ‘Türkiye-AB Vize Muafiyeti Süreci ve Geri Kabul Antlaşması Hakkında (GKA) Temel Sorular ve Yanıtları’ isimli bu kitapçıktaki olan ve olması gereken bilgileri kritiksel bir yaklaşımla ortaya konacaktır. Sözü edilen müjdenin arka planını anlayarak bugünlerde konunun neden tekrar ısıtıldığı ortaya koymak amaçlamaktadır. Konuyla ilintili olduğu ölçüde ulusüstü özellikleri olan A(E)T/AB Türkiye ilişkilerine bağlı olaraktan mevcut haklar ve onların neden uygulamaya aktarıl(a)madıkları ve bunun için hangi yöntemlere başvurulması gerektiği kuş bakışı ve kısa satır başlarıyla anlatılacaktır.
a) Bakanlığa göre bir AB üyesine belgesiz olarak giden üçüncü ülke vatandaşları bu ülkelere girmeden önce “son transit geçiş yaptıkları” ülke Türkiye ise, ülkemiz bu belgesiz göçmenleri geri kabul etmek zorundadır (s. 1).
b) Ayrıca, “yasadışı yollarla AB ülkelerine giden veya bu ülkelerde bulundukları sırada yasadışı duruma düşen” (…) vatandaşlarımızı da Türkiye geri alacaktır (s. 1). Mevcut uygulama zaten böyle olduğuna göre, burada bir adım daha ileri gidilerek şu mu kastedilmek istenmektedir: Avrupa Türkleri yaşadıkları üye ülkelerin iç hukuku bitince ulusüstü özellikleri olan ve sınır dışı edilmeleri genelde önleyen Ortaklık Hukuku’ndan doğan hakları için Avrupa Birliği’nin en son ve en yüksek yargı mercii olan Avrupa Birliği Adalet Divanı’na (ABAD)’a başvurma hakları olmadan mı sınır dişi edilecekler. O zaman, bu uygulama sayıları her yıl 12.000 ile 20.000 olan vatandaşımızın sınır dışı anlamına gelebilecektir. Bu muğlâklık uygulamada nasıl çözülecektir, metinde buna dönük açık bir ifade bulunmamaktadır. Sorun çıktığında hangi hukuki norm geçerli olacaktır ve ne zaman vatandaşlarımız yasadışı duruma hangi hukuk normuna göre (ulusal ve/veya ulusüstü olan Ortaklık Hukuki normları) düşmüş olacaklardır ve hangi hukuki normu büyükelçiliklerimiz uygulamada dikkate alacaklardır? Büyükelçilik yaptıkları ülkenin yasalarını – Ortaklık Hukuku yerine – dikkate alırlarsa suç işlemiş olmazlar mı? Aradan geçen zaman göstermiştirki, korkulan olmuştur. Her yıl 20.000’den fazla Avrupalı Türk AB üye ülkelerinden AB Hukuku çiğnenerek sınır dışı edilmektedir. Buna DUR diyecek bir çalışmada yapılmamaktadır. Bu gibi konular balkon konuşmalarıyla halledilecek konular değildir.
c) Bakanlığın kitapçığında Geri Kabul Antlaşması’nın (GKA) kapsamına Birleşik Krallık (İngiltere), İrlanda ve Danimarka’nın girmediğinden bu ülkelere gidişlerde vize muafiyeti hakkı doğmayacağı ifade edilmektedir (krş. s. 2). Kullanılan bu ifadenin mevcut haklarımızı inkâr etmesi yanında, bu sayılan üç ülkeyle diğer ülkeler arasında insanların sınır geçişlerinde kontrolleri kalktığından bir Türk’ün adı geçen bu üç ülkeye vizesiz girişi nasıl önlenecektir? Bu durumlarda hangi hukuk uygulanacaktır. Ulusal hukuku uygularlarsa bu kişi suçlu olacaktır. Buna karşın ulusüstü olan A(E)T /AB Türkiye Ortaklık Hukuku’nu uygularlarsa bu kişiler bir suç işlemiş sayılmayacaktır ve örneğin İngiltere’ye vizesiz girmeleri yanında iş yeri açma hakları da bulunacaktır. (Bkz. ABAD’ın 2007 tarihli TÜM/DARI Kararı). Ülkemiz kendi vatandaşlarının meşru haklarını nasıl inkâr edebilecektir? Böyle bir durumda bunun sorumlusu kim olacaktır ve kime karşı hukuki yollara başvurulabilecektir? Haksızlığa uğrayan vatandaşımız kendi ülkesini mahkemeye verirse durum ne olacaktır? Bu yanlış ifadeler hangi bakanlığı hukuken bağlamaktadır?
d) Bakanlığın yayınladığı kitapçıkta Türkiye’nin “yabancılarla ilgili işlemlerde AB müktesebatına uyum” sağlayacağı ve ayrıca gerekli “etkili uygulamanın gerçekleşeceği” (bkz. s. 3) sözü verilmektedir. Bunun anlamı bu alandaki uluslararası antlaşmaların kabul edilmesi yanında, barınak, bakım ve diğer asgari koşulların batı standartlarına göre olması gereklidir. Bunun mali yükünü bu bilgiler olmadan hesaplamak zordur. Bu bilgiler verilmediği müddetçe toplumumuz yanıltılmış veya en azından eksik bilgilendirilmiş olmuş olmaz mı?
e) Bu kitapçığa göre Türkiye doğusundan gelecek mülteciler için “coğrafi sınırlandırmayı” şimdilik kaldırmayacaktır (krş. s. 5). Siyası, dinsel, mezhepsel gibi nedenlerle adı geçen coğrafyadan gelen kişileri ülkemiz “şimdilik” mülteci kabul etmeyeceğine ve AB üye ülkelerine geçişlerine de izin vermeyeceğine göre, onları geldikleri ülkelere çok az durumlarda da olsa geri göndererek öldürülmelerine bile çanak mı tutacaktır? Böyle bir olay olduğunda, bu durum dünya kamuoyuna nasıl anlatılacaktır? Yoksa “şimdilik” terimi uygulamaya geçtikten hemen sonra durumun değişeceği anlamında kullanılmaktadır.
f) Bakanlığın kitapçığında ülkemizin sadece “bazı uluslararası antlaşma, sözleşme ve protokollerden sadece vize muafiyeti ve Geri Kabul Anlaşması’nın düzgün işlemesiyle doğrudan ilgisi bulunanlara taraf olacaktır” (bkz. s. 5) ifadesi bulunmaktadır. Bu antlaşmalar siyası suçlu kabul edilen insanların yanında lezbiyen ve homoseksüellerin geldikleri ülkelere geri gönderilmelerini yasakladıklarına göre yukarıda belirtilen “coğrafi sınırlandırmanın” anlamı kalmakta mıdır? Siyası sığınmacıyım diye sınıra gelen kişileri mahkemeye çıkartmadan ve gerçeği öğrenmeden geriye gönderme hakkı olmayacağına göre, dillendirilen bu ifadenin doğru olup olmadığına hangi kurumlar inceleyecektir. Bunun için gerekli tercüme hizmetleri nereden temin edilecektir? (Unutmayalım ki sadece Hindistan’da 6.000 dil konuşulmaktadır. İngilizceyi (yeterli) bilmeyen bu insanlarla iletişim nasıl sağlanacaktır?) Verilen bilgilerin sığınmacı statüsü gerektiği konusunda karar verebilmek için mültecilerin geldiği bölgelere, illere ve hatta köylerine dönük somut ve doğru bilgiler nasıl toplanacaktır? AB üye ülkeleri bu alanlarda topladıkları/ toplayacakları bilgileri ülkemizle paylaşacaklar mı? Kitapçıkta bu sorulara da cevap bulunmamaktadır.
g) GKA ilgili maddi yükün bakanlığımıza göre yıllık yükü 1,2 Milyar Avro olacağı gayrı resmi olarak söylenmekteydi. Antlaşmaya taraf ülkeler ise yıllık 70 Milyon Avro verebilecekleri, yine ayni kanallarca dillendirilmekteydi. Avrupa kaynakları ise Türkiye’nin bu yükü kaldıramayacağına dikkat çektikten sonra yıllık mali yükün 3 ile 5 Milyar dolar olacağı iddiasında bulunmaktaydılar. Buna karşın bakanlığın kitapçığında “AB’nin ilave yardım vermesi” konusu değerlendirilecektir denilmekteydi (bkz. s. 5). Böyle yüksek mali bir yükün hukuki hiçbir bağlayıcı yönü olmayan bir ifade ile dillendirilmesi en hafif deyimiyle sorumsuzca hareket etme anlamına gelmeyecek mi? Geldiğini aradan geçen yıllar içinde öğrendik ve AB üue ülkeleri sorumluluklarını sadece kismen yerine getirdiler. Buna karşı yapılan sert açıklamalar havada kaldılar ve kalmaya mahkümdürler.
h) Bakanlığın yayınladığı kitapçıkta “Vize muafiyeti süreci ve Geri Kabul Anlaşması ABAD’ın ortaklık hukukuna dayanarak Türk vatandaşları lehine vermiş olduğu kararlara halel” getirmeyeceği söy-lenmektedir (bkz. s. 9). Bu tespit doğru ise ABAD’ın 2000 tarihinden başlayarak 2013 tarihine kadar aldığı mevcudu koruma alanında 7 kararı bulunmaktadır. En son 2013 tarihinde verdiği Demirkan Davası’nda da Türkiye’den giden ve hizmet sunan işverenlere ve serbest meslek sahibi insanlara, yani milyonlarca vatandaşımıza vize kalkmış bulunmaktadır. Kitapçığa göre antlaşmaya taraf ülkeler “(…) ABAD’ın ilgili içtihadında öngörülen hak ve yükümlülüklere tam olarak saygı gösterileceği belirtilmiştir”, denilmektedir. O zaman neden AB tarafı bu milyonlarca insanımız için vizeleri hemen uygulamadan kaldırmamaktadır? Neden haksız olarak alınan vize ücretlerini beş yıl geriye giderek hemen geri vermemektedir? Kitapçık bu konuda da bir bilgi içermemektedir. Hatta karşı tarafın hukuku inkâr edici manipülelerine çanak tutmaktadır. Bu tutum haln devam etmektedir. Daha da vahimi konu anlaşılamamıştır. Haklılık durumumuz madde madde sıralanarak anlatılamamaktadır.
Unutturulan Haklardan Savunulmayan Haklara
30 Eylül 1987 tarihinden başlayarak Avrupa Birliği üye ülkelerinin en yüksek ve en son yargılama mercii olan Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) günümüze kadar Türkiye ve Avrupa’da yaşayan Türklere dönük olarak 60’ı aşan değişik kararlar verdi. Merkezi Lüksemburg’ta bulunan ve verdiği kararları ulusüstü olduklarından dolayı toplam 28 AB üyesi ülkeyi bağlayan bu Divana göre, Türklerin mevcut hakları 1973 tarihinden başlayarak geriye dönük olarak kötüleştirilemez. Üye ülkelerinin hâkimlerinden oluşan bu Divan’ın kararlarına göre AB üye ülkeleri çeşitli meşru haklarımızı göz ardı etmekteydiler ve hâlen etmektedirler. Bu durum karşısında Türkiye’den, ciddi bir tepki beklenirken, Geri Kabul Antlaşması imzalanarak bu hukuksuzluğa çanak tutulmakla kanılmamakta, ayni zamanda daha önceki ABAD kararlarıyla ortaya çıkmış haklarda inkâr yoluna gidildi. Hayata geçirilmesi yetkililerin görev alanına giren bu hakları ABAD kararlarının ışığı altında aşağıda sıralanacaktır:
Haksız uygulamaların kapsamı
AB ülkelerine hizmet sunmak için gidecek işverenlerine ve serbest meslek sahiplerine vize uygulanması ve vize ücretlerinin artırılması 2000 tarihinden başlayarak verilen yedi ABAD kararlarına göre hukuksuzdur.
Ortaklık Hukuku’ndan doğan sosyal hakların Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşlarına yeterli ölçüde uygulanmaması ve Türkiye’ye döndüklerinde bakım sigortasından doğan haklarının ellerinden alınması Avrupa Hukuku ile bağdaşmamaktadır.
Bu supranasyonal karaktere sahip haklar yapılan ikili antlaşmalar yoluyla da ortadan kaldırılamaz. ABAD’ın 2003 tarihli Abatay/Şahin kararında, 1977 tarihli Türk-Fransız Taşımacılık Antlaşması’nın ilgili hükümlerinin bu prensibe ters düşmesinden ötürü uygulanamayacağını hükmü çıkmıştır.
A(E)T/AB üye ülkelerinin, ulusal yabancılar yasalarında değişiklik yapmaları durumunda mevcut hakları geriye götürecek değişiklikler, Türk firmaları ve onların personeli için uygulanamaz.
Sonuç
AB üye ülkeleri güneyden kuzeye ve doğudan batıya doğru fakırlık, şiddet ve farklı yaşam tarzlarını benimsemeleri nedeniyle sınır ötesi göçmen hareketliliklerini yıldırarak bu sorunun çözülemeyeceğini bilmelerine rağmen, onların kaçış nedenlerini her nedense hiç gündeme taşımıyorlar! Her şeyden önce fakir ülkelerdeki insanlara yaşam imkânı yaratan altyapıyı oluşturabilmek için gerekli alt yapı yardımı için yaptıkları vaatlerini yerine getirmiyorlar ve verdikleri sözleri tutmuyorlar.
Gelir dağılımının küresel düzeydeki her yıl artarak daha da kötüleşmesi sonucu göç dalgaları gelecek yıllarda daha da artacaktır. Özellikle Afganistan’da, İrak ve Suriye’de yaşanan siyası gelişmeler ve iç karışıklıklar, Pakistan’da daha da şiddetlenebilecek iç karışıklıklar Asya’dan Avrupa’ya doğru büyük göç dalgalarına neden olabilir. Bu göç Türkiye üzerinden Batı’ya doğru akarak kendisine bir yatak arayabilir. Ayrıca, küresel ısınma sonucu yükselen deniz suları Bangladeş başta olmak üzere gelecek yıllarda Asya’dan Avrupa’ya Çevre Göçünü doğuracaktır. Bunu tamamlayıcı olaraktan ısınmanın artması sonucu Himalaya dağlarındaki buzulların daha da erimesi Pakistan, Hindistan, Tibet ve hatta Çin’de büyük su sorunları yaratacağı ve bunun sonucu olaraktan ciddi nüfus hareketlerine sebep olacağı bilim çevrelerince genel geçer bir kabul bulmaktadır. AB’nin son planına göre Türkiye bu göç dalgalarına karşı dalgakıran görevini üslenmelidir ve ‘Güney ve Doğu tehdidi’ Türkiye sınırları içine hapsedilmelidir ve bir kez daha insan hakları ulusal menfaatler adına çiğnenmelidir.
Buna karşın aşağıdaki yollar denenmelidir:
- Üye ülke idare mahkemelerinde Francovich (C-6/90) ve Brasseriedu Pecheur (C-46/93) örnekleri uyarınca zarar ziyan davalarını organize ederek kitlesel olarak açmak.
- AB Hukuku’nun üye ülkelerde uygulatılmasından birinci derecede sorumlu olan Avrupa Ko-misyonu’nun hizmet sunan Türk vatandaşlarına karşı vize uygulayan ülkelere dava açmasını sağlamak için gerekli bilgi ve belgeleri toplayarak Komisyon’a sunmak.
- ABAD kararları uygulanmadığı sürece ‘Geri Kabul Antlaşması’nı’ ve gerekirse tamamlanan sınırlı ve alehimize işleyen Gümrük Birliği sürecinin sorgulanabileceği mesajını vermekten kaçınmamak lazımdır. Unutmamak gerekir ki, Türkiye Dış Ticareti alanında egemenlik haklarını devrettiği Avrupa Komisyonu’nda bir temsilci dahi bulunduramamaktadır, hatta zaman zaman AB Komisyonu aldığı ve Türkiye’yi yakından ilgilendiren konularda bile kendisini bilgilendirmemektedir. Ulus devletin temel direğini oluşturan ekonomik alandaki bu egemenlik hakkını temsilci bulundurmadan devretme beceriksizliğini Türkiye dışında hiçbir ülke göstermemiştir. Bakalım, bu egemenlik haklarımızı inkâr edici, diplomatlarımızın duruşlarını zedeleyici ve insanımızın onuruna hakaretimsi anlama gelen duruma kim dur diyebilecektir!
Bir yanıt yazın