Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının İslam sonrası siyasi iradesini temsil eden devletler üzerine.
Burada kısa şekilde Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzasının klasik hükümranlık ve mensubiyet kimliğinin siyasi cihetten özünü teşkil eden devlet sürekliliğini izah edip, günümüz Türkiye, Azerbaycan, İran ve diğer kardeş Türk devletleri başta olmakla genel itibarıyla tarihen Avrasya’yı kapsayan Horasan/Azerbaycan Uygarlık Üreten Medeniyet Havzası fikrine ve bu fikir esasında mevcut sorunların giderilmesine yönelik çözüm yollarına değinilecektir.
Azerbaycan, İran ve Güneydoğu Anadolu başta olmakla Batı Asya Türk olarak tanımlanan halkın en eski yurdudur. Türkler, bin yıllarca ve İslam sonrası asırlarca uygarlık üreten medeniyet birikimine sahiptir.
Atatürk’ün doğrudan talimatı ve nezareti altında 1931’de yazılıp, yayımlanmış olan “Türk Tarihi”, Rıza Nur’un 1920’lerde yazmış olduğu “Türk Tarihi” eseri, Prof. Dr. Muhammed Tagi Kirişçi’nin 1997’de yayınlamış olduğu “İran Türklerinin Eski Tarihi”, Firudin Bey Ağasıoğlunun “Doqquz Bitik/Dokuz Bitik” eseri, Kazakistan İlimler Akademisinin “Kazakların Kökeni ve DNA Analizleri” ve bu Analizlerin yayımlanmış neticesine göre Kazakların, Türk İslam Sentezci tarihçilerinin bilim dışı, tamamen siyasi iddialarının tam aksine Orta Asyalı değil, Batı Asya kökenli olduklarının tasvip ve tespit edilmesi gerçeği ve diğer birçok tarihçinin konuyla ilgili çalışmaları ve ilmi-nazari esasları tarafımca çalışılmış olan ve yakın zaman eşiğinde Türkiye’de yayımlanacak olan “Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzası”nda da geniş şekilde değinildiği gibi Acem-Türk veya Türk/Tük-Tat adıyla bilinen halkın aynı kökenden, tarihi metinlere göre Yafes oğullarından olması gerçeği üzerinde durulmuştur.
Fars diline gelindiğinde ise kaydedilmelidir ki, bu dil üzerinden üretilmesi istenen Fars milleti tamamen siyasi ve gayri ilmi iddialardan öteye geçecek bir tarafı olmamıştır.
Fars dili üzerinden üretilmesi istenen “Fars Milleti”, son modern ulus devlet dönemi siyasi faraziyelere dayanmaktadır ve bilimsel bir esası yoktur.
Fars dilinin Türklerden farklı bir etnosu temsil etmediği gerçeğini göz önünde bulundurarak, Türklerin aslı kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan uygarlık üreten Medeniyet havzasında Türk ve Arap dilleri ile beraber şekilde istifade edilen en yaygın üç edebi dilden biri olduğu ve ismen/ad olarak Yahudi kökenli Farisiye tarikatı ile bağlı olduğu tarihi metinlerle tarafımızca tasvip ve tespit edilmiştir.
Fars dili aslında tarihi metinlerde Deri, yanı Derbar/Saray dili olarak günümüz Orta Asya başta olmakla onu müteakiben Horasan, Azerbaycan, İran bölgelerinde Emevîlerin (661-750) Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasındaki unsurlara – Türk/Acemlere karşı Arap üstünlüğünü savunan Arap dili ve edebiyatı dışındaki dillerin yaşam hakkını kaspeden ve onlara mevali gözünde bakan resmi siyasetlerine karşı Türk Beylikleri, Hanlıkları tarafından başlatılan Şuubiye Direniş Hareketinin bilimsel kolu olarak doğup büyümüştür.
Emevîlerin, Arap dili ve edebiyatı dışında dillerin kullanılmasını caiz görmemesi ve bu çirkin gayri insani siyasetini İslam adına yapması İslamiyet için manevi cihetten büyük çöküştü.
Türklerin asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasında, İslam ve İslami anlayış temel itibarıyla Emevî karşıtı Ehlibeyt sevgisine dayalı gelişip yayılıyordu.
İslam ve İslamiyet’i suistimal ederek Arap üstünlüğünü dikte eden Emevîlere karşı Türk Acemlerin başlatmış olduğu Şuubiye hareketi sayesinde tabiri caizse hem çarpıtılmış Emevî İslam’ına karşı mübarek Ehlibeyt sevgisine dayalı İslam ve İslamiyet Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasındaki toplumlar tarafından hoşgörüyle karşılanıp içtenlikle benimsenilirdi hem de çarpıtılmış Emevî İslam’ın tahmil ve tahkim ettiği Arap dili ve edebiyatının tekelciliğine karşı Deri (Fars) dili ve onunla paralel şekilde Türk dili ön plana alınmaya başlanmıştır.
Nitekim tahmil edilmiş Arap dili inhisarına karşı Fars ve Türk dilleri Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının konuşan dilleri olarak yayılmaya başlamıştır.
Emevî tefekkürüne sahip çoğu Arap kökenli dini ulemanın ciddi muhalefetine rağmen Kuran-i Kerim başta olmakla diğer dini eserlerin Arapçadan Farsça ve Türkçeye çevrilmesi bu Türk Acemlerin başlatmış olduğu Şuubiye hareketinin faaliyeti neticesinde mümkün olmuştur.
Mevcut birincil somut tarihi verilere göre Kuran-i Kerim’in ilk Farsça tercümesi Saman Yabgu döneminde 970’lerde mümkün olmuştur.
Tabi 8. ve 9. asırlara ait Türkçe ve Farsça Kuran tercümelerinden bahsedilir, ancak somut veri olmadığı için üzerinde durulmuyor.
İlk başlarda Saray dili olarak Arapça, Türkçe ve Tacikçe dilleri üzerinden kurgulanan Deri dilinin daha çok sonralar Fars dili olarak anılmasının da ayrıca birçok nedeni olmuştur.
En önemli nedenlerden biri Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının birer yerel unsurlarından olan Yahudi kökenli Farisiye tarikatına mensup Mirzalar, henüz İslamiyet’i kabul etmeyen ve ona karşı direnen esas yerli unsurlardan sayılan Hazar kökenli eşraflar ile Ehlibeyt sevgisine dayalı İslamiyet’i gönüllü şekilde resmi din olarak toplu halde kabul eden halk arasındaki ihtilafların şiddetlenmesinden kaynaklanmıştır.
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasındaki bu fikri ve itikadi/inançsal iç karışıklıklar, Saman Yabgu döneminden, yanı 9. yüzyılın başlarından itibaren tarihi verilerle takip edilir niteliktedir.
Türk Acemler, çarpıtılmış Emevî anlayışına karşı Ehlibeyt sevgisine dayalı İslamiyet’i resmen kabul edip, İslamiyet’in bayraktarlığını ele almaları ile bu süreç daha şiddetlenmiştir.
10. yüzyılın sonları ve özellikle Haçlı seferleri döneminden itibaren gün geçtikçe zayıflayan, toplumsal etkinliklerini büyük oranda kaybeden Farisiye tarikatı mensupları ve kısmen henüz İslamiyet’i kabul etmeyen Hazar kökenli yerli eşraflar çoğunlukla Katolik kilisesi ile ittifak kurmayı ve iç faktör olarak kendi soydaşlarının aleyhine çalışmayı tercih etmişlerdir.
Deri dilinin Fars dili olarak anılması da bu Yahudi kökenli Farisiye tarikatına mensup Mirzaların etkisiyle başlamıştır. Kendi tarikatlarının adını kurgulanmış Deri dili üzerine koymakla etkinliklerini göstermek istemişlerdir.
Deri dilinin en büyük yazar ve müelliflerinin Tük/Türk-Tat asıllı olduğu da bütün tarihi metinlerden bellidir.
Elimizde mevcut olan yazılı tarihi kaynaklara göre esasen 14. asır, özellikle Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının sekteye uğratıldığı 15. yüzyılın ortalarından itibaren bölgede yerli halkın birer parçası olarak yaşayan ve Yahudilerin Farisiye tarikatına mensup Mirza ve kâtipler tarafından Deri dilinin Fars dili olarak adlandırılmasının yaygınlaştığını görürüz.
Bu konuyla ilgili yeterince birincil tarihi kaynaklar mevcuttur ve ayrıca ele alınarak çalışılması lazımdır. Bu konu ayrıca “Fars ve Fars Dilinin Kökeni” başlığında 2015-2016 yıllarında tarafımca çalışılmıştır. Bazı nedenlere göre yayımlanmamıştır. Ancak yakın zaman eşiğinde yayınlamayı düşünüyorum.
Yeri gelmişken kaydedelim ki, konumuz “Uygarlık Üreten Medeniyet” olduğu için Türkiye başta olmakla Orta Asya ve Bakü’de literatür taraması yapsam da ilgili derin, kapsayıcı ve objektif bir çalışma bulmakta zorlandım, nerdeyse bu konuyla ilgili “Atatürk Tarih Tezi” dışında kayda değer bir çalışma bulamadım.
Orta Asya’nın 400 yıl, Kafkasya’nın o cümleden Bakü’nün iki yüz yıldan fazla bir dönem içinde işgal hayatı yaşamasından dolayı böyle önemli konularla ilgili objektif ve kapsayıcı çalışmaların mevcut olmaması anlaşılandır, ancak Türkiye gibi büyük önem arz eden bir ülkede “Uygarlık Üreten Medeniyet” konusuyla ilgili derin çalışmaların olmaması oldukça üzücüdür.
Türkiye’de böyle önemli sosyal bir konuyla ilgili kayda değer derin eserlerin mevcut olmamasının bana göre en önemli sebeplerinden biri Atatürk’ün Türk Tarih Tezinden imtina edilmesi ve tamamen bilimdışı konjektürel siyasi çıkarlara esaslanan Türk İslam Sentezcilerin tarih yazımı olmuştur.
Ancak İran’da 7-8 bin yıllık bir dönemi kapsayan “Uygarlık Üreten Medeniyet” konusuyla ilgili oldukça önemli çalışmalar mevcuttur.
Bu alanda oldukça önem arz eden eser sahiplerinden biri de Dini Rehber Seyid Ali Hameneli’nin Ali müşavirlerinden Dr. Ali Akber Vilayeti’dir. Dr. Vilayeti, “Uygarlık Üreten Medeniyet” konusuyla ilgili eserlerinde yerel medeniyetin en eski yaratıcı sakinlerinin Tat olduğu fikrini ileri sürmüştür.
Başka bir ifade ile bölgemizin ilkin yerli halkının Tat olduğu fikri üzerinde durulmuştur. Bu fikir, Pers/Fars adı üzerinden üretilmesine çalışılan milletin, bölgemizin en azından eski sakinleri olmadığını savunmaktır.
Dr. Vilayeti’nin burada değinmediği en önemli konu ise Tat’ların Türklerle olan köken birliktelik bağıdır. Başka bir ifade ile Tat olarak tanımladığımız toplulukların Tük’lerin bir parçası olduğu ve köken bir olması gerçeğidir.
Bilindiği üzere İran ve Azerbaycan’daki yerli halkın ağız edebiyatında Türk kelimesinin hala Tük, Tüd ve Tüh olarak telaffuz edilmesi ve diğer taraftan eski Çin kaynaklarında da Türk kelimesinin Tebrizliler gibi Tük olarak kaydedildiği gerçeğidir.
Cenap Dr. Vilayeti, naçizane bizim tarafımızdan yazılmış olan “Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzası” çalışmasından ve diğer konuyla ilgili mülahazalarımızdan haberdar olmuş olsaydı, kanımca bu önemli tarihi tespit ve tasvibini sadece Tat olarak değil, Tük-Tat olarak kaydetmiş olurdu.
Evet, Tük ve Tat’ların birbirinden ayrı halk olarak tanımlanması ve yorumlanması tarihi bir yanlışlıktır. Tük/Türk-Tat aynı kökenden olmuş ve bölgemizin en eski sakinleridir.
Tük ve Tat’ların farklılıkları etnik köken değil, sosyal hayat tarzına göredir, sosyal yapılanmalarına göre birbirinden farklılaşmışlardır.
Mahmud Kaşgarlının Divani Lügat-it-Türk eserinde geçen “Başsız börk, Tatsız Türk bolmas” ifadesi de buna birer örnektir. Mahmut Kaşgarlının bu ifadeden kastettiği anlam, etnik itibarıyla Pers’siz Türk, Türk’süz Pers olmaz değil, tam tersine sosyal yapısına, yanı yörük ve köylü hayat tarzına göre ayırmıştır.
Bu konuyla ilgili onlar bu gibi tarihi faktlar mevcuttur, onlardan biri de Uygurların tamamen Tat olarak tanımlanmasıdır. Mahmut Kaşgarlı, eserinde Uygurları çoğu yerde Tat olarak anar.
Yalnız Mahmut Kaşgarlı değil, 13., 14., 15. ve daha sonraki asırlara ait birçok tarihi metinlerde ve hatta çağdaş tarihçilerimizden merhum Zeki Velidi Togan’ın (1890-1970) eserlerinde de Semerkant, Buhara, Hive, Fergana vadisi şehirlileri, Azerbaycan ve İran şehirlileri çoğu yerde Tat olarak geçer.
İlham Aliyev
Kaydedilen bu ayrımı biz etnik yapıya göre değerlendirmiş olursak, Uygurlar dahil bütün şehirlilerimizin tarihen mevcut olmayan Pers olduğunu kabul etmek zorundayız ve o zaman Türklerin birkaç yörük dışında kim olduğu sorusuyla karşı karşıya kalacağız…
Fars ve Türk dilleri üzerinden modern millet oluşturma cehtleri Türklük için tarihi cihetten bir facia olur, çünkü son 1100 yılın mektup/yazılı tarihi Türkçeden ziyade Farsça olmuş ve Farsça yazanların da kesin çoğunluğunun Türk-Tat kökenli olduğu bilindiği halde bu muazzam tarihi ve medeni varlıktan imtinaya getirip çıkarır. Türklük için medeni, ilmi ve edebi cihetten muazzam bir boşluk oluşur.
İslam öncesi mübahaseli ve zıddiyetli tarih anlayışı dışında İslam sonrası yazılı tarihimizin Farsça, Arapça ve Türkçe bilimsel kaynaklara göre tarafımızca tespit ve tasvip edilen Horasan/Azerbaycan uygarlık üreten medeniyet havzasının son 1100 yıldaki hakim eğitim sisteminde esasen üç dil – Farsça, Türkçe ve Arapça esas rol oynamıştır; son 1100 yılın verilerine göre Türklerin asli kurucu unsur olduğu ve tarihen Avrasya’yı kapsayan kültür havzasında Mektepler Türkçe ağırlıklı, Medreseler Farsça ağırlıklı ve ilahiyat alanı ise Arapça ağırlıklı olmuştur.
Türklerin asli kurucu ve hâkim olduğu Horasan/Azerbaycan Medeniyet havzasında Emevîlerin (661-750) İslam’ı suistimal ederek Arap üstünlüğünü tahmil etmeye başlamaları neticesinde Tük-Tat, başka bir deyimle Acem ulamasının Arap ağalığına karşı başlatmış oldukları Şuubiye hareketinden sonra Arap dili ve edebiyatının tahkimine ve inhisarına karşı Saray dili olarak kurgulanan Deri dili ve onu müteakiben paralel şekilde Türk dili ön plana alınmıştır.
Bu fikir, yazılı tarihimizle tamamen tasvip ve tespit edilmiştir. Dikkat edilirse Fars ve Türk dillerindeki ilk tarihi eserler, 20-30 yıl arayla Arap dil inhisarını kırarak Horasan ve Azerbaycan bölgesinde yazılmıştır.
Buna örnek olarak elimize gelip ulaşmış olan metinlere göre Horasan’da 10. asrın ikinci yarısındaki ilk Farsça Kur’an-i Kerim çevirisinden hemen sonra veya ondan birkaç yıl önce Türkçe Tercümesinin Tebriz’de sonra Şiraz ve daha sonra yine Tebriz’de yapıldığını görüyoruz.
Bununla beraber Hz. Ali’nin Arapça buyruğunun Tebriz’de Tebrizli Aclan tarafından 1050’lerde Türkçeye çevrilmiştir.
Ve şu an 6 metre deri üzerinde yazılmış olan bu en eski İslami Türkçe metin, İsfahan Müzesinde muhafaza edilmektedir.
Firdevsi’nin 1010 yıllarında Horasan’da yazmış olduğu Şahname eserinden 50 yıl sonra Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının birer parçası olan Kaşgar’da, Balasagunlu Yusuf Has Hacip tarafından Kutadgu Bilig adlı muhteşem eser 1069’da yazılmıştır. Bu eser, Firdevsi’nin Türkçe birer devamıdır.
Firdevsi’nin Şahname eseri örnek alınmıştır. Bunu müteakiben Selçuklu tebaası Mahmud Kaşgarlının büyük ihtimal İsfahan ve Azerbaycan bölgesinde 1070’lerde yazmış olduğu Divani Lügat-it-Türk eseri gelir. Bundan sonra yine Selçuklu tebaası Edip Ahmed Yükneki tarafından 12. yüzyılın başlarında yazmış olduğu Atabetü’l-Hakayık ve bunun ardınca İran ve Azerbaycan ve Horasan’da yazılmış olan yüzler Oğuz Nameler ve Dede Korkut hikayeleri gelir.
Görüldüğü gibi Türkçe ve Farsça eserler aynı dönemde, birbirini takiben yazılmıştır. Yayınlanacak eserimizde bu konular daha geniş biçimde ele alınarak incelenmiştir.
İlginç bir meselede Türkiye’nin Türk İslam Sentezcilerinin gösterdiklerinin tam tersine Türkçenin günümüz İran ve Azerbaycan merkezli ve Farsçanın ilk metinlerinin ise Orta Asya merkezli olması meselesidir.
Fars dili olarak andığımız Deri dilinde yazılan ve yazma nüshalarının günümüze ulaştığı ilk eserler, temel itibarıyla Hoten, Semerkant, Buhara, Nişabur ve Horasan bölgesine aittir.
Ve bunu müteakiben 40-50 yıl arayla Azerbaycan’da Fars dilinde yazılmış ilk eserleri görüyoruz. İlginçtir Şiraz ve İsfahan’da Farsça yazılmış ilk eserlerin tarihi tahminen 150 ila 230 yıl Azerbaycan’dan sonraya tesadüf eder.
Başka bir ifade ile günümüze ulaşmış olan mevcut Farsça eserlere göre Deri/Fars dili önce Orta Asya’da, Horasan’da, sonra Azerbaycan’da ve Azerbaycan üzerinden güney bölgelerine yayılmıştır.
Örnek olarak ilk Farsça yazan Tebrizli Katran (ö. hq.465/m.1073), Şirvanlı Feleki (ö. hq.577/m.1181), Sadî-i Şirazi (ö. 691/1292), Hafız-i Şirazi (ö. 792/1390 [?]), Cemaleddin Ebdur’razzak İsfahani (ö. 588/1192) olmuştur.
Mevcut durumda yazma eserlerle ilgili elimizde bulunan nüshalara göre ilk Türkçe metin hk.450/m.1058’de Hz. Ali’nin Müslümanlara hitaben fermanının, Tebriz’de Arapçadan Türkçeye çevrilmiş metindir.
Bizim naçizane tespit ve tasvibimize göre ilk Farsça eserler, Orta Asya üzerinden yayılmaya başlamış, Türkçe yazım ise Tebriz, Azerbaycan ve İran üzerinden yayılmıştır.
Ve bu yazarlarında Tük/Türk-Tat kökenli oldukları görülmektedir. İlginç bir meselede Deri/Fars dilinin ilk yazma nüshalarının İbri alfabesinde olması gerçeğidir.
Şu an günümüze ulaşmış olan ilk Farsça nüshalar, Hoten belgeleri olarak Hoten’de bulunmuş İbri alfabesinde yazılmış olan On Emir mektuplarıdır. 8. yüzyılın ortalarına tarihlenmiştir. İbri alfabesinde yazılmış olan deri dilindeki eserler, Kur’an-i Kerim’in 970’lerde Farsçaya çevrilmesini müteakiben Arap alfabesinde devam etmiştir, ancak İbri alfabesinde yazılmış eserler de azımsanmayacak kadar çoktur ve Arap alfabesi ile yanı sıra Farsiye tarikatına mensup mirzalar tarafından İbri alfabesinde yazma geleneği sürdürülmüştür.
Sırf buna göre de Türklerin asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının siyasi iradesini temsil eden Müslüman Türk devletleri, Farsiye tarikatı tarafından benimsenilmek istenmiş olan Deri diline kısmen Türk dilinden daha çok sahip çıkmaya ve onlara mal edilmesinin önüne geçmeye çalışmışlardır.
Görüldüğü gibi Türk ve Deri dilleri Arap ağalığına esaslanan ve Arap dilinin inhisarına karşı Türk devletleri tarafından paralel şekilde canlandırılmış ve Arap inhisarcılığına karşı ön plana alınmıştır. Fakat Fars dili kültür havzasının doğusundan, yanı Horasan’dan, Türk dili ise batıdan, yanı Tebriz, Azerbaycan ve İran üzerinden yayılmıştır.
Venedik-Florans Merkezli Yeni Rum Medeniyetinin siyasi iradesi tarafından ileri sürülen Hint-Avrupa ve ona paralel şekilde ortaya atılan Ural-Altay teorilerinin, Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzası için son 250 yılda uygulanmış olan korkunç soykırım ve katliamlardan daha tehlikeli ve zararlı ve sosyal yapı açısından daha çok yıkıcı olmuştur, dersem yanılmamışımdır.
Burada İslam öncesi mübahaseli tarihe girmeksizin İslam sonrası Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının merkez siyasi iradesini temsil eden Türk devletlerine kısa şekilde değinilecektir.
Sasanilerin (224-651) Acem olması ve Acemlerin de Tük/Türk-Tat oldukları tarafımızca tespit ve tasvip edildiği için Sasaniler de Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının siyasi iradesini temsil eden bir dönem devleti olduğunu söyleyebilirim.
Ancak tartışılır bir mesele olduğu ve geniş izaha ihtiyaç duyulduğunu göz önünde bulundurarak burada vermeyi uygun görmüyorum. Yeri gelmişken kaydedilmelidir ki, Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının 15. yüzyılın önemli tarihçilerinden Aşık Paşazade de meşhur Tarih eserinde Acemlerin de Türkler gibi Yafes neslinden olduklarını ve Türklerin nesil babalarından sayıldıklarını beyan eder.
Son dönem bölgemize tahmil edilmiş olan modern ulus-devlet kimliğine göre İran’ın Pers olarak kabul görülmesinin hiçbir bilimsel esası olmayıp, tamamen siyasi yapılanmaların birer sonucudur.
Bu fikrime dair örnek olarak tarafımca tasvip ve tespit edilen yüzler faktan sadece ikisini burada veriyorum;
Yahudi, İbri ve onu müteakiben Rum ve Yunanların İslami metinlerde ‘Acem’ olarak tanımlanan toplumun, ‘Persiyus’ adına ‘Pers’ olarak adlandırdıkları tarihi metinlerinden bilinmektedir. ‘Perse’ kelimesinin hiçbir bilimsel esası olmayıp, daha çok 15. yüzyılın ortalarından itibaren kurgulanmış olan Yunan kökenli mifolojik verilere dayanır. Bu mifik verilere göre, Yunanlı Zeus’un oğlu ‘Persiyus’un İranlı/Acem ‘Andrumda’nın kızı ‘Kasiupiya’ ile evlenmesi ve doğulan çocuğun ‘Persiyus’ şerefine ‘Pers/Perso’ olarak anılması söz konusudur. Tıpkı buna benzer şekilde 15. yüzyılın ortalarından itibaren Osman/Otman oğullarına yönelik kurgulanmış olan Hector’un oğlu Turcus hikâyesi gibidir. Bu hikâyeye göre Troya’nın Hektor’dan sonra en büyük kahramanı sayılan Aeneas aynı zamanda dişi kurtun emzirdiği Romus ve Romulus’un atasıdır. Frankların atası olan Aeneas’ın yeğeni Francion ve Türklerin atası olan Troilus’un oğlu Turcus. Hektor neslinden sayılan Frankların babası Francion ve Türklerin babası Turcus/Turcs mifik anlayışının ön plana alınması ile Hector’un oğlu Turcus, Osmanoğullarının dip atası olarak gösterilmiştir.
Yeri gelmişken kaydedilmelidir ki, Kurt veya Buz Kurt dediğimiz simge Türklerin asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet havzası için tarihin hiçbir dönemecinde hukuki simge olarak kabul edildiğine dair hiçbir elle tutulur somut bilgi mevcut değildir. İleri sürülen fikirler daha çok faraziyelere ve ihtimallere dayanıyor.
Son 1100 yılın Türkçe, Farsça, Arapça ve diğer yerli tarihi metinler göz önünde bulundurulduğunda, bu iddiayı onaylayan somut bir bilgiye ulaşılmıyor.
Kaydedilen birçok tarihi metinlere hatta Divan-ü Lügat-it-Türk, Kutadgu Bilig, çoğu Oğuz Nameler ve bu gibi diğer Türkçe eserlerde bile Kurt yırtıcı, vahşi korkunç bir hayvan olmanın ötesinde her hangısa bir kült düzeyinde bile saygı görmez.
W. Bang ve G. R. Rahmeti’nin 1936’da yayınladıkları Uygur alfabeli “Oğuz Kağan Destanı” bu konuda bir müstesnadır, ayrıca ele alınması lazımdır.
Bu destanda “Gök Calluq dedik bir erkek Börü”, “Gök tüylü ve gök yeleli büyük erkek kurdun yol gösterici” olarak anılması hukuki simge değil, sadece kült düzeyinde sayılan totemlerden biri olarak kaydedilebilir.
Türklerde Kurdun hukuki simge olması bir tarafa hatta kült olarak varlığı bile tartışılır bir meseledir. Başka bir ifade ile hukuki simge değil, kült düzeyinde tartışılabilir.
Ancak Rum medeniyet havzası için Kurt simgesi, resmen bir hukuki simge olarak kullanılmasına dair onlar somut veriler mevcuttur.
Roma Mitolojisine göre MÖ 753’te Roma şehrinin kurucuları sayılan Romulus ve Remus kurt tarafından emzirilmiştir. Kurt, devlet açısından hukuki simge olmanın yanı sıra kutsallık tinine de sahip olmuştur.
Yeniden İran konusuna dönelim; Pers/Perso’nun sadece İbri metinlerinden esenlenen ve siyasi amaçlar doğrultusunda yeniden tahrif edilerek yorumlandığını gösteren birçok tarihi metinler mevcuttur.
XIV. yüzyılın başlarında İspanyollu bir Francıskan/ Francıscan tarafından kaleme alınan ve Londora’da 1877 Marcos Jimenez De La Espada ve 1912’de Sır Clements Markham, K.C.B. tarafından yayımlanan nüshalarında da Aşık Paşazade’nin Türk ve Yafes oğlu olarak tanımladığı Acem’lerin Yahudi’lerin israrı üzerine Pers/Perso adlandırılmak istendiği açık şekilde görülmektedir. İspanyollu Francıskan şöyle der:
…yerlilerin Karadeniz/Black Sea adlandırdıkları körfez, Yahudiler tarafından Persian Sea/Pers Denizi olarak adlandırılıyor.
Yahudilerin Pers Denizi/Körfezi olarak adlandırmakta ısrar ettikleri bölge ve deniz, yerliler tarafından Karadeniz olarak anılmış ve bilinmiş ve buda Deşti Kıpçak Türklerinin güneylerindeki denize, Karadeniz adı verdikleri gibi yerli Türkler tarafından şöyle anıldığına dair onlar tarihi ispatlardan sadece biridir.
Yeri gelmişken kaydedilmelidir ki, Kara rengi bazı esassız iddialara bakılmaksızın, Türkler için kuzeyi değil tam tersine güneyi simgeler.
Ebu’l-Gazi Bahadır Han’ın Horasan’da 17. yüzyılda yazmış olduğu Şecere-i Türki ve Şecere-i Terakime eserlerinde Kıpçak Türklerinin Deşti Kıpçak bölgesini 4000 yıl önceden yurt edindiklerini bildirir.
Bu da bölgenin eski sakinlerinin, yanı Kıpçak Türklerinin güneylerindeki denizi, Kara deniz olarak adlandırmaları ve İran Türklerinin de aynı şekilde güneylerindeki denizi/körfezi Kara deniz/körfez olarak adlandırmalarının ortak noktalarını gösterir ve Kara renginin Türk İslam Sentezcilerinin bilimdışı iddialarına göre kuzeyi değil, tam tersine güneyi temsil ettiğini gösterir.
Görüldüğü gibi İran’ın ve Acem’lerin Pers/Perso olması, Osmanoğullarının Hektor neslinden Frankların kardeşi Turcus/Turcs türemesi olacağı kadar geçerlidir.
Ve Pers-Perso sadece Yahudilerin ısrarı üzerine Rum medeniyet havzası üzerinden dikte edilmiş ve hiçbir tarihi esası olmamıştır. Konuyla ilgili Milat gazetesindeki geçmiş yazıma bakılabilir.
İran Pehlevi döneminde, 1935’te, ‘Pers’ adının kaldırılması ve ülkenin yerel tarihi metinlerde olduğu gibi ‘İran’ olarak tanımlanmasına dair almış olduğu resmi karara rağmen 19. yüzyılın başlarından itibaren Venedik-Florans merkezli küresel boyutta yeniden yorumlanmasına başlatılan Rum medeniyet havzasının siyasi iradesi tarafından Pers/Perso olarak anılmasının sürdürülmesi istenmiştir.
Bugün bile İran resmi şekilde İran devleti olarak tanımlansa da hala Rum medeniyet havzası ve onu takip eden ülkeler tarafından Pers/Persian olarak anılmasında bir ısrar vardır.
Yeri gelmişken kaydedelim ki, mevcut tarihi verilere göre Iran ilk kez edebiyat alanında Firdevsi’nin Şahname’sinde kullanılmıştır.
Devlet mektuplarında İran adı ilk kez İlhanlı devletinde kullanılmıştır. Resmi devlet evraklarında ise İran adı ilk kez Ak Koyunlu devleti döneminde kullanılmıştır.
Görüldüğü gibi İran ve Azerbaycan’ın Persliği, siyasi bir rivayetten öte bir şey değildi. Ülkenin asli kurucu unsuru Tük/Türk-Tat olmuş ve olmaya devam edecektir.
Aşağıda Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının İslam sonrası merkez siyasi iradesini temsil eden devletlere kısa şekilde değinilecektir.
Ancak konuya girmeksizin kaydedilmelidir ki, tarihen Avrasya’yı kapsayan Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının merkez siyasi iradesinin yanı sıra bölgesel siyasi iradeyi temsil eden Beylik, Emirlik, Hanlık ve Devletler mevcut olmuştur.
Siyasi cihetten birbirine karşı ciddi rekabet halinde olmuş olsalar da kültürel bütünlüğü bozmaya yönelik olumsuz bir harekette bulunmamışlardır.
Bu süreç 15. asrın ortaları ve 16. asrın ilk yıllarına kadar devam etmiştir. Yanı, Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının bölgesel siyasi iradesini temsil eden Osmanoğulları’nın hem Anadolu Türk beyliklerini hem Afrika Memluk Türk devletini ortadan kaldırması ve Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasından imtina ederek hukuki cihetten resmen Kayser-i Rum olarak ilan vücut etmesi ve diğer taraftan Deşti Kıpçak’ta Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının bölgesel siyasi iradesini temsil eden Altın Orda devletinin birer subjekti olan Moskova Knyazının selef kültür havzasından imtina ederek Sezar-i Rum olarak ilan vücut etmesi ve Orta Asya ve Kafkasya’yı işgali altına alarak genişlemesi, güneyden ise Hindistan yarım adası üzerinden Rum medeniyet havzasının diğer varisi İngiltere’nin genişlemesi Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasını çıkmaza sokmuş ve zaman aşamasında inhilal ve izmihlale sürüklemiştir.
Bu konular geniş biçimde yeni yayınlanacak eserimizde ele alınarak incelenmiştir.
İslam sonrası Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının merkez siyasi iradesini Hazarlardan başlayarak sırayla aşağıda takdim ediyorum;
1. Hazar Devleti (468 – 1048)
Hazar devletinin esas kuruluş arazisi olarak Azerbaycan, Horasan, Batı ve kısmen merkezi İran bölgesi olarak tespit edilmektedir.
Hazar Devleti, esas toprakları olan günümüz İran arazisinde Emevîlere karşı direnişlerde yenilerek geri çekilmiş, Kafkasya ve daha sonra kuzey Karadeniz bölgesi ile yetinmek zorunda kalmıştır.
Hazar devleti yenilip Kafkaslara, ardınca da kuzey Karadeniz’e çekilse de yerli Türkler İslamiyet’i kabul ederek kendi hayatlarını kendi topraklarında sürdürmeye devam etmişlerdir. Tebriz, Hazar devletinin en önemli kültürel ve medeni merkezi olarak bölgedeki etkinliğini korumuştur.
2. Saman Yabgu, başka bir değimle Sâmânîler Devleti (819-999)
Orta Asya’da İslam’la şereflenen Türklerin İslami devlet kuruculuğu esasen 840/1212 yılları arasında Orta Asya ve Maveraünnehir’de kurulmuş olan Karahanlılar Devleti ile başlar.
Karahanlıları medeniyetçe kendi etkileri altında tutan ve yöneten ve 819-999 yılları arasında kurulmuş olan ve açık şekilde Reşîdüddîn Fazlullah-ı Hemedânî’nin (hk. 645- 718 / M. 1247 – 1318) “Câmiu’t-Tevârîh” ve “Oğuzname” eserinde Türk olduklarına vurgu yapıldığı Saman Yabgu, başka bir değimle Sâmânîler Devleti olmuştur.
Deri/Fars dili ile paralel şekilde Türkçenin Arap dil inhisarcılığına karşı devlet ve dönem uleması tarafından ön plana alınması Samaniler döneminden itibaren başlar.
3. Gazneliler veya Sebük Teginli’ler Devleti (963-1186)
Gazneli devleti, Saman Yabgu oğullarından Herat valisi Alp Tekin tarafından, Hindistan’ın Pencap bölgesi ile günümüz İran’ın büyük kısmı ve Harzem’e kadar olan bölgede kurulan bir Türk devleti olmuştur.
Sultan Mahmut döneminde Gazneliler Kuzey Hindistan’ı hâkimiyeti altına alarak, bölgede İslâm kültürünün daha geniş biçimde yayılmasının önünü açmıştır.
4. Büyük Selçuklu Devleti (1037-1194)
11. ve 14. yüzyıllar arasında Büyük Selçuklu Devleti, İslam dünyasının azami kısmını yönetimi altına almıştır. Selçuk Bey, 1009’da Oğuzları bir devlet düzeninde örgütlemeği başarmıştır. Selçuklular tarafından günümüz Nişabur, Rey ve sonra ise İsfahan Başkent olarak seçilmiştir.
Melikşah, 20 Kasım 1092 tarihinde, iç kavgalar sırasında zehirlenerek öldürüldükten sonra devlet, büyük çalkantılar içine sürüklendi. Nitekim Büyük Selçuklu devleti Melikşah’ın oğulları arasında dört parçaya bölündü:
1. Kirman Selçukluları; 1187 tarihine kadar devam etmiştir.
2. Şam-Halep Selçukluları; 1117 tarihine kadar devam etmiştir.
3. Anadolu Selçukluları; 1077’den 1308’e kadar 231 yıl sürmüştür.
4. Irak ve Horasan Selçukluları; 1194 tarihinde Harezmşah Sultan Alaattin Tekiş ile yaptığı savaşta yenilgiden sonra sona ermiştir.
Yeri gelmişken kaydedilmelidir ki, Türk İslam Sentezcilerinin bilimsel esası olmayan boş iddialarından biri de Selçukluların Farslaştıkları/İranileştikleri ve Türkçe eser yaratmadıkları yönündedir.
Yukarıda kaydedildiği gibi Divanu Lügat-it-Türk ve Atabetü’l-Hakayık gibi eserler Selçuklu tebaası tarafından kaleme alınmıştır.
Kutadgu Bilig eserinin müellifi ise yine yerinde değinildiği gibi Horasanlı Firdevsi’nin Şahnamesi’ni örnek alarak yazdığı bilinmektedir.
Bu ve diğer onlar Oğuz Name ve Dede Korkut eserleri de Selçuklu topraklarında kaleme alınmıştır.
Türk İslam Sentezcilerinin İran’ı gayri Türk olarak lanse edilen pers veya Persian’liğe mal etmesinin arkasında duran en önemli mesele tamamen siyasi ve garazdır, kendi kimliğine duyulan şüphedir. Yayınlanacak eserde buna da değinilmiştir.
5. Harezmşahlar Devleti (1097-1231)
Anuş Tegin tarafından esası koyulan Harezmşahlar Devleti, Atsız ve İlaslan (Elaslan) devirlerinde hem Irak Selçukluları hem de Kara Hitaylarla mücadele etmiştir.
Nitekim Elaslan, Sultan Sencer’in ölümü üzerine bağımsızlığını ilân etmiştir. Harzemşah’ların en büyük hükümdarı Alaaddin Tekiş olmuştur.
Tekiş, önce Kara Hitayları, ardından son Selçuklu Hükümdarı II. Tuğrul’u yenmiştir. Harzemşah’lar kısa sürede sınırlarını, Doğu Anadolu’dan Maverâünnehir’e kadar genişletmiş ve adeta Selçuklu devletinin vârisi olmuşlardır.
1220′de bütün ülke, Cengiz Han’ın önderliğindeki Türk-Moğol Orduları tarafından ele geçirilmiştir. Celâleddin Harzemşah, devleti yeniden toparlamak için uğraştıysa da başarılı olamamıştır.
Ölümü üzerine Harzemşah’lar devleti, tamamen ortadan kalktı. Harezşah’lar önce Gürgenç, Semerkant, Gazne, sonunda ise Tebriz kentini Eldenizlerden alarak Başkent yapmışlardır.
Terbiz veya Tebriz, Eski Türk uygarlığının beşiği olarak bu dönemden itibaren yeniden canlanmaya başlamıştır. Harezmşah’lar, Selçuklu devletinin devamı olarak nitelendirilmektedir.
6. Büyük İlhanlı Devleti (1256-1335)
Cengiz Han’ın torunu Hülagü Han 1256’de Harezmşah’ların son başkenti Tebriz’de halk tarafından karşılanarak şehre dâhil olmuş ve o eski Türk uygarlığının vârisi olan şehri, bölgenin yeniden başkenti olarak tayin etmiştir.
İlhanlılar büyük çoğunlukla ehlibeyt sevgisine dayalı İslâmiyet’i kabul ederek, Tebriz merkezli devletlerini, yerli Türklerin katılımıyla etkin bir biçimde yönetmek için karşılarında duran iki büyük engeli ortadan kaldırmışlar.
Birincisi, Mezhep kavgalarıyla ülkenin gelişimini ve dinçliğini bozan İsmaillileri (Haşhaşileri) etkisiz hale getirmek için Alamut kalesini ortadan kaldırdılar.
İkincisi, İslam ve İslamiyet’i suistimal ederek Arap dil inhisarını, kültür üstünlüğünü savunan, gayri Araplara/Acemlere siyasi cihetten var olma hakkı tanımayan, Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının tebaalarını mevali olarak tanımlayan ve Arapçılığı ön planda tutan, Emevî tefekkürüne esaslanan Abbasi Hilafetine son vermek kastıyla 1258’de Bağdat’a yürüyüp, Müstesem’i ortadan kaldırdılar.
Bu Türk karşıtı Emevî döküntülerini etkisizleştiren ve Türk İslam dünyasını bu yobazlardan temizleyen İlhanlı devleti, Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının merkez siyasi iradesini 1357.yıla kadar doğrudan temsil etmiş ve 1925’e kadar devam eden siyasi irade için hukuki esas teşkil etmiştir.
İlhanlı devletinin Horasan ve Azerbaycan Türk ordusu tarafından Bağdat’tan temizlenen bu Türk/Acem karşıtı Emevîlerden arda kalanlar merkez siyasi iradeyi temsil eden İlhanlı devleti ile rekabet halinde olan Mısır Memluk Türk devletine siyasi faaliyetten menedilmiş biçimde sığınmışlardı ve 15. yüzyılın ikinci yarısı ve 16. yüzyılın ilk yıllarında, Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasından imtina etmiş ve Rum Bizans varisliğine soyunmuş olan Osmanoğulları ve Rumlarla birleşerek İstanbul üzerinden Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasında hakim olan Türk İslam anlayışına karşı getirdikleri yeni bir yorumla Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasına karşı amansız bir savaşın başlatılmasında müstesna rol oynamışlardır.
İlginç olan bir meselede, Kayser-i Rum Osmanlısı üzerinden Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasındaki hâkim Türk İslam anlayışına karşı getirdikleri yeni İtikadî yorumla başlattıkları bu kanlı savaşların zaman aşamasında Şii-Sünni savaşı olarak lanse edilmesidir. Bu konu ayrıca geniş biçimde ele alınarak eserimizde incelenmiştir.
Bir de asla unutulmamalıdır ki, bugün elimizde bulunan ve 14. yüzyıl öncesine ait Türklükle ilgili eserlerin tamamına yakını ya İlhanlı döneminde İran’da yazılmış ya da o dönemde Tebriz, Erdebil, Şiraz, İsfahan, Save ve Horasan’da nüshaları yeniden göçürülmüş eserlerdir.
Başka bir ifade ile bugün bilinçli Türklüğümüzü büyük oranda Erdebil, Şiraz, İsfahan, Save ve Şiraz Mirzalarının eserlerine ve onlara sahip duran İlhanlı devletine borçluyuz.
7. Büyük Timurlular Devleti (1370-1507)
İlhanlılardan sonra günümüz Azerbaycan ve İran arazisinin çeşitli bölgelerinde, kısa süreli bazı Türk devletleri de egemen olmuştur. İlhanlılardan sonra Çobanlılar (1335-1357), Celayirliler (1336-1432), Karakoyunlular (1380-1469), Akkoyunlular (1378-1501) ve diğer bazı bölgesel yöneticiler de egemen olmuşlardır.
Timurlular, kaydedilen tarihler arasında bölgeyi tam egemenlikleri altına almışlardır. Bu nedenle de o dönem Timurlular dönemi olarak bilinir ve Timurlular o dönem için Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının siyasi iradesini resmen temsil etmiştir.
Emir Timur, istenilen açıdan Türk ve İslam dünyası için oldukça büyük önem taşımaktadır. Öyle büyük bir önem taşımış ki, kendisinden sonra İslam dünyasında kurulan Türk devletlerinin azami çoğunluğunda Ağ Sakallar –Ağ Saçlılar Keneşi (Meclisi) ve Devlet Şuraları hep Cengiz Han ve Melik-i Turan, Kağan’i İran ve Emîr-i Türkistan Sahipkıran Sultan’i Afkhem Emir Timur’un adlarının zikri ile geçirilmiştir.
Özellikle bu gelenek İran’da en temel devlet geleneği olarak 1925’e kadar devam ettirilmiştir. Bunun devam ettirilmesinin temel nedenlerinden biri de İlhanlı devletinin yanı sıra Timurluların devlet varisliğinin Safevî devletine devredilmesidir.
8. Karakoyunlu Devleti (1380-1469)
Kara Yusuf, Sa’dlı, Baharlı, Duharlı, Karamanlı, Alpagut, Çakırlı, Ayınlı, Bayramlı, Ağaceri ve Hacılı oymaklarının önderliğinde, Celayirli’leri yenerek 1380 tarihinde, Karakoyunlu devletini kurmuştur.
Karakoyunlu, başkenti Tebriz olan ve 1380-1469 yılları arasında bugünkü Doğu Anadolu, Güney Kafkasya, Azerbaycan ve tüm güney batı İran ve Kuzey Irak arazilerinde egemenlik kurmuş bir Türk devletidir.
9. Akkoyunlu Devleti (1378-1501)
Akkoyunlu Devleti’nin kurucusu, Kutlu Bey’in küçük oğlu Kara Yölük Osman’dır. 1400’de büyük Emir Timur’un Anadolu’ya girişine destek verdi ve bu hizmetine karşılık Malatya’yı, 1402’de Ankara Savaşı’ndaki desteğine karşılık da Diyarbakır bölgesinin yönetimini aldı. 1403’te de Diyarbakır’da hükümdarlığını ilan etti.
Kara Yölük Osman Bey’in ölümünden sonra, oğulları arasında iktidar kavgası başladı ve Akkoyunlu devleti, eski gücünü yitirdi. Kara Yülük Osman Bey’in torunu Sultan Hasan (Uzun Hasan), 1453’te Diyarbakır’ı alarak iktidar kavgalarına son verdi.
Akkoyunlu devleti’ni, sınırları doğuda Horasan’dan, batıda Fırat Irmağı’na, kuzeyde Kafkasya’dan güneyde Umman Denizi’ne kadar uzanan büyük bir devlete dönüştürdü. Karakoyunluları yenerek bu devleti ortadan kaldırdı ve başkenti yeniden Türk kenti Diyarbakır’dan tarihi başkent olan Tebriz’e taşıdı.
Akkoyunlu devletini daha çok değerli kılan mesele, Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının merkez siyasi iradesini o buhranlı dönemde temsil etme iktidarıdır.
Başka bir ifade ile III. İvan döneminden Moskova Knyazı Sezar-i Rum ve İstanbul üzerinden Kayser-i Rum’un Türklerin hâkim ve asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasına karşı başlatmış oldukları kanlı savaşlara karşı masum Türklerin sığınak noktası olan merkez siyasi iradenin çökmesini engellemesi, durumu kontrol altına alması, buhranı yönetmesi ve nihayet merkez siyasi irade temsiliyetini Timurlulardan Safevilere bağlaya bilmesi ve merkez siyasi iradenin sürekli temsiliyetini temin etmesi olmuştur.
Bu açıdan Akkoyunlu devleti, özellikle Uzun Hasan padişah, Horasan/Azerbaycan medeniyet havzası için oldukça büyük önem arz eder.
Uzun Hasan Padişah’ın ve Akkoyunlu devletinin o dönem Horasan/Azerbaycan medeniyet havzası için ne kadar hayati önem taşıdığını anlamamız için iki konuya değinmemiz yeterli olur diye düşünüyorum; yayınlanacak eserimizde de geniş biçimde değinildiği gibi Anadolu Selçuklularının yerinde izhar-i vücut eden Karamanoğulları başta olmakla Osmanoğulları, Ramazanoğulları, Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Candaroğulları, Dulkadiroğulları, Eretna, Germiyanoğulları, Hamitoğulları gibi bütün Anadolu Türk beylikleri, Kuzey Afrika’da Tolunoğulları (868-905), İhşîdîler Devleti/Akşitoğulları (935-969), Eyyubiler Devleti (1171-1250), Memluk devleti (1250-1517), Halep-Şam dahil kuzey Afrika’daki Zengiler / الزنگيون (1127-1233), 10. yüzyıldan itibaren Şiraz’dan gidip Doğu Afrika’daki Tanzanya’ya bağlı Zengibar Adalarına yerleşen Zengi Türklerinin kurmuş oldukları bütün beylik ve devletler dahil Hindistan yarımadasındaki Türk İslam devletleri ve Deşti Kıpçak’ta ki Altın Orda devleti (1242-1502) tamamen Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının yöresel ve bölgesel siyasi iradesini temsil eden beylikler ve devletler olmuştur.
Akkoyunlular döneminde bu kültür havzasında iki cephede devrimsel nitelikte medeniyetçe eksen değişimi yaşanmıştır.
Bunun biri Osmanoğulları’nın 1453’ten itibaren Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasından imtina ederek Rum Bizans varisliğine soyunması olmuştur, ikincisi ise Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının bölgesel cihetten siyasi iradesini temsil eden Altın Orda devletinin birer subjekti olan Moskova Knyazı/Rus Çarı III. İvan’ın 1472’de Bizans Şehzadesi Zoi Palaiologina/Sofia Palaiologina ile evlenerek, kendisini Ortodoks Rum/Bizans varisi – Sezar-i Rum ilan etmesi olmuştur.
Osmanoğulları’nın Kayser-i Rum olarak Anadolu Türk beyliklerini ve onu müteakiben Irak-i Arap, Halep-Şam ve Memluk devletlerini 1502’de ele geçirip, Rum medeniyet havzasına tabi etmiştir, diğer taraftan Kuzeyden ise Rus Çarlarının Sezar-i Rum olarak Altın Orda topraklarını birer birer işgal edip, Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasını sekteye uğratarak Rum medeniyet havzasına tabi etmiştir.
Her iki cephede sekteye uğrayan ve katliama tabi tutulan masum Türkler merkez-Ana topraklara sığınmaya başlamıştır.
Böyle bir dönemde Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının siyasi iradesini temsil eden Akkoyunlu devleti özellikle uzun Hasan padişah, kültür havzasının siyasi iradesinin temsiliyetinin sürekliliğinin korunmasında müstesna rol oynamıştır.
O dönem II. Mehmet, Rum medeniyet havzasının siyasi iradesini temsilen Kayser-i Rum olarak ilan zuhur ettikten hemen sonra kabul ettiği ve ilelebet payidar kalacağına ve her daim yürürlükte olacağına vurgu yaptığı Kanunname ile Türklerin asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasına ait kültürel açıdan hayati önem arz eden bazı resmi ayin ve merasimleri o cümleden Nevruz Bayramını yasaklamıştır.
Bugün İran başta olmakla bütün Türk dünyasında kutlanan Nevruz Bayramı, Türkiye’de Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının yöresel unsuru sayılan Kırmancılar dışında içtenlikle kutlanmaması bundan kaynaklanmaktadır.
Rahim Cavadbeyli – /TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER