Türkiye’de her konuda olduğu gibi milliyetçilik ve ulus devlet tartışmalarında da meselenin kaynaklarını Osmanlı Döneminde aramak gerekmektedir. Çünkü, Türkiye’de ulus devlet tartışmaları, birdenbire ortaya çıkmış değildir.
Gayet tabiidir ki, meselenin altyapısı, geçmişi ve zihin arka planı vardır. Bir özgürlük savaşı sonrasında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurumları, kuralları ve her şeyden önemlisi devleti kuran irade sahipleri, yeni ortaya çıkmış değillerdi. Osmanlı Devleti, devleti kuran irade sahiplerinin, gördükleri bir eğitim sisteminin adresi ve yaşadıkları ortamdı.
Bir anlamda, cumhuriyeti tesis edenlerin yetiştirildikleri sosyal yapı veya sosyal sistem Osmanlı Devleti idi. Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli toplumsal tarihçisi olan Halil İnalcık da tarihsel devamlılığı vurgulamıştır. İnalcık, toplumların, aynı insanlarda olduğu gibi, geçmiş yaşantılarından esintiler taşıdığını düşünmektedir.
Türkiye’nin bir başka önemli değeri olarak toplumsal tarih araştırmalarını devam ettiren İlber Ortaylı da kurumların, insan yapısının ve coğrafyanın avantajları ve dezavantajlarının Türkiye Cumhuriyeti tarafından Osmanlıdan miras alındığını çok net olarak ifade etmektedir. Bir başka ifadeyle, İnalcık, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun uluslaşmış hâlidir demektedir.
Devamlılığa Türkiye’deki önemli Sosyologlardan olan Emre Kongar da şu cümleleriyle atıfta bulunmaktadır:
“Türkiye Cumhuriyeti, altı yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun bir ürünü olarak düşünülebilir. Atatürk tarafından eski düzene karşı bir tepki olarak kurulan Cumhuriyet, elli yıl sonra bile imparatorluğun kimi kimliklerini yapısında taşımaktadır. Bugünkü Türk ulusunu anlamak için Osmanlı İmparatorluğu’nun özelliklerini bilmek zorundayız. Bu özellikler, önce, eski kurumlara karşı geliştirilen olumsuz tepkiler yoluyla yeni ulusu etkilemiştir. Ayrıca, toplumsal ve ekonomik yapının kimi ögeleri, Cumhuriyet Döneminde de varlıklarını korumuş ve imparatorluk, bu yolla da etkisini sürdürmüştür.”
Osmanlı Döneminde, öncelikle gayrimüslim teb’adan başlamak kaydıyla, müstakil sosyal ve kültürel bir bilinç olarak milliyetçilik doğmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Müslüman tebaası ise, ilk defa, 1908’deki Jön Türk Kongresinden sonra böyle bir bilinç ile tanışmaya başladı.
İşte, özellikle, milliyetçilik bilinci ile bağımsızlığını elde ederek ayrılan bu farklı yapılardan sonra, Osmanlı Döneminde Türk aydınında Türk milletine dayalı bağımsız bir devlet tartışılmaya başlanmıştır.
Bu tartışmalar, rejim ve devlet şekli ile sınırlı değildi. Hukuk sistemi ve sosyal yapının bütün boyutlarının çağdaş bir yapıya kavuşturulması şeklinde çok geniş bir persfektife sahipti.
Ahmet Cevdet Paşa, Namık Kemal, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Tevfik Fikret, Süleyman Nazif vs. gibi her görüşten aydın grubu; genelde, ortak bir düşünce şeklinde, devletin kurtarılmasının öncelikle çağdaş, millet egemenliği esasına dayalı bir devlet yapısının kurulmasına bağlı olduğunu düşünmekteydiler. Bir anlamda, cumhuriyeti tesis edenlerin yetiştirildikleri sosyal yapı veya sosyal sistem Osmanlı Devleti idi. Sonuçta, Türkiye Cumhuriyeti bir gecekondu devleti olmadığı için, binlerce yıllık bir geçmiş tecrübenin ürünüdür.
Aslında aydın kitlesi, birliği ve bütünlüğü korumanın yolunun kendi milletinin egemenliği esasına dayalı bir milliyetçilik bilinciyle kurulacak olan bir sosyal sistemi tecrübelerin sonucunda arzulamaktaydı. Buna bağlı olarak, aynı aydın sınıfı, Millî Mücadeleyi bizzat icra etmiş ve Cumhuriyet kurulduğunda, onun kurumsal yapısını oluşturacak bilgi ve becerisini ortaya koyma fırsatı bulmuştur.
Osmanlı Döneminde yetişmiş olan entelektüel kesimin, detayda ayrılsalar bile, temelde birleştikleri konu Türk milliyetçiliği esasına temellendirilmiş olan Cumhuriyeti din, dil, ırk ve mezhep ayrılıklarına mahal vermeyecek şekilde bir sistem olan laik yapıda teşkilatlandırmaktı. Bir bakıma, peş peşe gerçekleştirilen sosyal, kültürel ve iktisadî bütün atılımlar bu bakış açısının ürünü olarak değerlendirilebilirdi. Hem toplumsal açıdan birbirine eşit bireylerin kolektif olarak söz sahipliği ile bir toplumsal yapı tesis edilmek isteniyordu hem de iktisadi olarak dünyanın bütün dengeleriyle barışık bir ekonomik sistem temin edilmek isteniyordu. Gerçekleştirilen reformlar, kurulan yeni kurumlar, tesis edilen yeni kurallar hep modern, demokratik, sosyal, laik ve üniter yapılı Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis etmek ve güçlendirmek amacını taşımaktaydı.
Zaten Türk milliyetçiliği de kültürel olarak birlikte yaşayarak ortak tecrübe edinmiş ahali olan Türk milletinin mutlu, müreffeh, istikrarlı, dinamik ve güçlü bir yapıya kavuşturulması esasına dayalıdır. Buna göre, Türk milliyetçiliği fikir sistemi, asla, Batı Avrupa’daki örnekler ile bir benzerliği olmayan; yani ırkçı, şöven, kafatasçı olmayan bir yapıdadır. Aksine, birlikte yaşama fikrini içine sindirebilmiş, ortak tarih şuuru ve gelecek ideali ile dolu olan bütün insanları anayasal vatandaşlık çerçevesinde kabul eden bir yapıya sahiptir. Çünkü, bunu tesis eden entellektüel yapı da bu şekilde tesis etmek istemiştir ve tesis etmiştir
DOÇ. DR. MUSTAFA TALAS / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER