Avrupa siyasileri ve medya, Türkiye’deki gelişmeleri yakından izlemektedir. Medya kuruluşlarında tabii ki farklı siyasi, ekonomik ve toplumsal görüşlere göre de yorumlar ve değerlendirmeler yapılmaktadır. Türkiye hiç kuşkusuz Avrupa ülkeleri için, ekonomik, siyasi askeri ve özellikle de stratejik bakımdan son derece önemli bir ülke olarak değerlendirilir. Daha çok ırkçı ve aşırı sağ eğilimdeki siyasilerden zaman zaman Türkiye karşıtı açıklamalar da yapılmaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda ismi “Hıristiyan” olan siyasi partilerin, (daha çok da bu isim altındaki Almanya siyasi partileri) karşı tavır aldıklarını gördük ve görüyoruz.
Bülent Ecevit’in başbakanlığı döneminde, 10-11 Aralık 1999 Helsinki AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde, Türkiye’nin adaylığı onaylanmıştır. Hatta bu ilişkiler Erdoğan’ın başbakanlığının ilk yıllarında da olumlu yönde ilerleme göstermiştir. AB, 2003-2005-2006 ve 2008’de Katılım Ortaklığı Belgesi’ni gözden geçirerek güncellemiştir.
AB Uyum Yasaları gereğince siyasi kriterlerin karşılanmasına yönelik, temel hak ve özgürlüklerin kapsamının genişletilmesi, demokrasi, hukukun üstünlüğü, düşünce, ifade özgürlüğü ve insan hakları gibi alanlarda mevcut düzenlemeleri güçlendiren ve güvence altına alan reformlara devam edilerek bu çerçevede, 2001-2004 yıllarında iki anayasa ve sekiz uyum paketi TBMM’de kabul edilmiştir.
Ne var ki Erdoğan, ilk yıllarındaki bu politikayla Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği yerine, kendi siyasi geleceğini güvenceye almayı hedefliyordu. Öyle de oldu, Avrupa Birliği üyeliği için gerekli olan son kriterler daha sonraki yıllarda yerine getirilmedi. AKP döneminin ilk yıllarında yapılan demokrasi, hukuk devleti, basın ve fikir özgürlüğünü içeren adımlardan da çok büyük ölçüde geriye dönüşler oldu.
DEMOKRASİ VE HUKUKTAN UZAK
Türkiye 2007’den bu yana hızlı adımlarla, demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, basın ve fikir özgürlüğü ve insan hakları konularını terk ederek otoriter ve hatta totaliter bir ülke konumuna geldi. Türkiye, dünyada özellikle de demokratik-hukuk devletlerinde eşi benzeri olamayan “tek adam yönetimi” ne geçildikten sonra, tüm kararların bir imzayla alınabildiği bir ülke konumuna getirildi. Öyle ki Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanan “İstanbul Sözleşmesinden, kadınların eşitlik hakları ve can güvenliğini sağlamaya yönelik anlaşmadan Erdoğan’ın imzasıyla yasalara tamamen aykırı olarak çıkıldı.
Tek kişinin kararları ekonomiyi de her alanda büyük bir çıkmaza soktu. Türkiye dünyada en yüksek enflasyonun, en yüksek faizin bulunduğu, ulusal paranın dolar karşısında en fazla değer kaybına uğradığı, işsizliğin ve bütçe açıklığının çok büyük oranda arttığı ülkeler arasında yer aldı.
İMAMOĞLU DAVASI
Demokrasinin ve hukuk devletinin en belirgin ve vazgeçilemez temel ilkesi, yargı bağımsızlığıdır. Türkiye’de yargı bağımsızlığının ne denli zedelendiğinin en açık kanıtı, Ekrem İmamoğlu’na verilen kararda çok açıkça görülmektedir. Güvenilir basın kurumlarında da açıklandığı gibi, kamuoyunda “ahmak” davası olarak bilinen mahkemede Ekrem İmamoğlu’na siyasi yasak ve ceza verilmesini kabul etmeyen hâkim, Samsun’a sürüldü. Yerine atanan yeni hâkim istenen kararı alarak Ekrem İmamoğlu’na 2 yıl 7 ay 15 gün hapis cezası ve siyasi yasak kararı verdiğini açıkladı. Dava üst mahkemelerde görüşülerek sonuçlanacaktır.
Avrupa’nın en büyük kenti İstanbul’da büyükşehir belediye başkanlığını ikinci kez seçimle kazanan İmamoğlu’nun bu davası, tabii ki Avrupa’da da dikkatle izlenmektedir. Böyle uydurma bir kararla Ekrem İmamoğlu’nun gelecek seçimlerde cumhurbaşkanlığına aday olması engellenirse dünya kamuoyunda Türkiye kanıtlanmış olarak demokrasi, hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı konularında her türlü ölçüyü kaybeden bir ülke konuma getirilmiş olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’ye yabancı sermaye yatırımlarının gelememesinin nedenlerinden biri de ortaya konulmuş olur.