Bir bebek, doğumdan sonra büyür/ gelişir; çocuk, ergen, genç ve sonunda yetişkin insan olur. İnsanın bedenindeki bu gelişmeye koşut olarak aklı da gelişir. Yasalar 18 yaşına gelen bir insanın aklının, kendi kararını kendisi verebilecek duruma geldiğini, yani ergin kişi (reşit) olduğunu kabul eder. Bilim insanları, alınan eğitime bağlı olarak bunun 18-24 arasında değiştiğini kabul ederler. Bu durumda, ortalama 20 yılda bir kuşak geliştiğini kabul edebiliriz.
Buna göre Cumhuriyet’ten bu yana 5 kuşak oluşmuş ve 80 yaşını geçen ay dolduran ben, Cumhuriyet’in ikinci kuşağından oluyorum.
***
Bilimsel araştırmalar bebeklikten itibaren kişi aydınlanmacı eğitim; yani ‘özgürce düşünmeye, sorgulamaya, eleştirmeye, araştırmaya ve tartışmaya olanak veren’ eğitim aldığı takdirde, beyninin gelişimini tamamladığı ve aklının yaratıcılık yetisi kazandığını göstermiştir. Bunun tersi, yani ‘yasakçı/ ezberci/ dogmatik’ eğitim alanların ise beyinleri biyolojik gelişimini tamamlayamaz, körelir, dolayısıyla akılları gelişemez ve hiçbir zaman ergin olamazlar. Bunlar yaşamlarını sürdürebilmek için kendilerine akıl verecek birini ararlar. Dogmatik eğitim almış olanlar, karşılarına çıkan “cennete gitmek için bir kılavuz gerek” diyen hoca kılıklı din sömürgenlerinin müridi/ kölesi olarak yaşamlarını sürdürürler. Politikacılar bu sahtekarlarla işbirliği yaparak onları birlikte sömürürler. Dogmatik olmasa da yasakçı/ ezberci eğitim almış olanlar ise hoca yerine başka kişilerin peşine takılır/ müridi olurlar. Bu kişi, örneğin bir parti başkanı olabilir. Bunlar kısa zamanda zenginlik vaat eden dolandırıcılar tarafından kolayca aldatılabilirler.
***
Avrupa Rönesans, Dinde Reform, Bilimsel Devrim süreçlerinden geçerek, 500 yıl kadar süren bir evrim sürecinin sonunda Aydınlanmaya ve Aydınlanmacı eğitime kavuştu. Sonuçta yaratıcı aklın öne çıkması sayesinde ortaçağ karanlığından kurtuldu, bilim ve teknolojide atılım yaparak dünyanın efendisi oldu.
Avrupa dışında üç büyük insan, Avrupa’yı yakalamak için, ülkelerinde bunu devrim yoluyla, daha kısa sürede gerçekleştirmek istedi: Rus Çarı Büyük Petro, Japon İmparatoru Meiji ve Atatürk…
Petro ve Meiji, sırayla 43 (1682-1725) ve 44 yıl (1867-1912) iktidarda kaldılar. Üstelik çar ve imparator olarak manevi yaptırım güçleri vardı. Öyle ki Meiji halkının dinini bile değiştirdi. Ardılları da devrimleri sürdürdüler. Daha da önemlisi bu ülkelerin, emperyalistlerin iştahını kabartacak jeopolitik hiçbir önemi yoktu. Bu nedenle Aydınlanma Devrimini yaşama geçiren bu ülkeler, dünyanın gelişmiş ülkeleri arasına katıldılar…
Atatürk ne yazık ki sadece 15 yıl (1923-1938) başımızda kaldı. 15 yılda bir kuşak bile yetişmez. Üstelik okuma yazma bilenlerin oranı %7 olan bir toplum devralmıştı. Aydınlanmacı eğitim yaptıracak öğretmeni bırakın, Milli Eğitim bakanı yapacak insan bulamıyordu. 15 bakan değiştirdi. Mustafa Necati’yi bakan yapınca, “aradığım bakanı buldum” dedi. Ne yazık ki onunla da ancak 4 yıl üç ay çalışabildi. Apandisit patlamasından ölünce başında ağladı. Üstelik Türkiye, dünyanın en önemli jeopolitik konumuna sahip ülkesi olduğu için emperyalistler tarafından rahat bırakılmadı. Kurtuluş yıllarında olduğu gibi, Kurtuluş’tan sonra da “böl ve yönet” politikası uygulayıp, isyanlar çıkartarak devrimleri engellemeye çalıştılar.
Atatürk’ten sonra başa geçenler devrimleri sürdürmek bir yana, karşıdevrimin kapılarını açtılar. Çünkü İsmet İnönü ve Celal Bayar gibi en yakın çalışma arkadaşları bile Atatürk’ün ne yapmaya çalıştığını anlayamamışlardı. Çünkü Aydınlanmanın ve emperyalizmin ne olduğunu bilmiyorlardı. Günümüzde aktif politika içindekilerin çoğunun hala bu konuları bilmediğini düşünecek olursak, padişahın kulu olarak yetişmiş kuşaklar için bu doğaldır!..
***
ABD, 19. Yüzyılın ikinci yarısına doğru Osmanlı ile ilişki kurdu. O tarihlerde emperyalistler Osmanlı’ya “Avrupa’nın Hasta Adamı” diyor ve öldüğünde, yani yıkıldığında en büyük payı kapmak için birbirlerini kolluyorlardı. Amerika da bunların arasına katıldı. Önce, “ben de kapitülasyon isterim” dedi. Osmanlı “hay hay” dedi. Ardından Osmanlı topraklarında 2 bin misyoner okulu açtı. O yıllarda “böl ve yönet” “Müslüman- Müslüman olmayan” üzerinden yürütüldüğü için okullarına Müslüman öğrenci almadı. Amaç öğrencilerde ulusal kimlik bilinci oluşturarak Osmanlı’ya başkaldırmalarını sağlamaktı. Balkanlarda çeteler kurup dağlara çıkarak Osmanlı’ya başkaldıran azınlıkların çoğu bu okullardan yetişti. Nitekim bağımsızlığını kazanan Bulgaristan’ın ilk üç başbakanı İstanbul Robert Koleji mezunudur. Petrolün öneminin ve Ortadoğu’nun petrol zengini olduğunun anlaşılması üzerine, Balkanlar’dan Doğu’ya yönlendi. Ancak İngilizler, sömürgesi Hindistan’a komşu olması nedeniyle, Arap dünyasını çoktan avucunun içine almış olduğu için çalışmalarını Doğu Anadolu’daki Ermeni azınlık üzerinde yoğunlaştırdı. Ermeni nüfusun çok olduğu yerlerde okullar açmaya başladı. Örneğin, küçücük Merzifon’da 5 misyoner okulu açtı. Kendisine daha çok bağlamak için Gregoryen Ortodoks olan Ermenileri Protestan yapmaya çalıştı ve büyük bir kesimini yaptı. Amaç, sınırları Kafkasya’dan Trabzon ve Adana’ya kadar uzanacak, kendi güdümünde Büyük Ermenistan Krallığı kurarak hem Ortadoğu hem de Kafkas petrollerini kontrolü altına almaktı. Müslüman- Müslüman olmayan ayırımının yeterli olmayacağını görünce etnik ayrımcılığa da başladı. Kürtler arasında bölücü odaklar oluşturmaya ve mandası altında bir de Kürdistan kurmaya karar verdi…
Tasarımcısı olduğu Sevr Antlaşması’nın kabul edilmesiyle 100 yıllık hayallerine kavuştuğunu düşünen ABD, hayalleri yıkıldığı için Lozan Antlaşması’nı imzalamadı. Ancak faaliyetlerinin tehlikeye düşeceğini düşünen Türkiye’deki misyonerlerin uyarısıyla bir ‘Dostluk Anlaşması’ imzaladı. Bu anlaşmanın görüşülmesi sırasında Temsilciler Meclisi’nde Sevr’i çöp sepetine atan Atatürk’e hakaretler edildi, anlaşma onaylanmadı ve adeta Türkiye Cumhuriyeti “düşman devlet” ilan edildi.
***
Aydınlanma Devrimini sürdürmeyip karşı devrimin kapılarını açanlar, “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Atatürk’ün ana ilkesinin, ‘tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı’ olduğunu da unutmuşlardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet tahdidini bahane ederek yurdumuzu, hakkımızda iyi şeyler düşünmediği bilinen ABD’ye teslim ettiler. Oysa Savaş’ta çoğu asker 20 milyon insanını kayıp etmiş ve Moskova-Petrograd önlerine kadar gelmiş olan Almanlar tarafından ülkesi yakılıp yıkılmış olan Sovyetlerin hiçbir şey yapacak güçleri yoktu…
İşte bizim kuşak bu ortamda ve İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yokluk/ kıtlık koşullarında dünyaya gözünü açtı!..
Devamını 2. yazımda okuyabilirsiniz…