BAŞKENT

Devletin biçimi ne olursa olsun o devleti yöneten temel yapının ve yöneticilerinin belirli bir merkezde bulunması çok eski çağlardan beri görülen bir uygulamadır. Günümüzde başkent olarak adlandırılan bu yer sadece bir coğrafi birim değil devletin siyasi gücünü de temsil eden sembolik bir konumdur. Latince kökenli olup baş anlamına gelen caput sözcüğünden türeyen capital, capital city, metropolis gibi sözcüklerle kullanımı olan başkent, Osmanlı Devleti’nde Farsça kökenli pay-i taht (payitaht- tahtın ayağı, tahtın bulunduğu yer) ve dersaadet (mutluluk, saadet kapısı) sözcükleri ile devletin başkentini tanımlamada kullanılmıştır.

Kuruluş sonrası Bilecik merkezli teşkilatlanma sürdüren Osmanlılar, devletin yönetim merkezi ve stratejik öneme sahip konumu olan ilk başkentlerini Bursa olarak belirledi. Osman Gazi’nin yerine geçen oğlu Orhan Gazi, uzun bir kuşatma sonunda 1326’da ele geçirdiği Bursa’yı devletin başkenti yaparak babasının cenazesini buraya taşıdı. Orhan Gazi’nin vefatı üzerine yerine oğlu Murat geçti (Sultan I. Murat Hüdavendigar). Bu dönemin en önemli gelişmesi Edirne’nin fethedilerek (1365) devletin yeni başkenti olması ve Balkanlar’da elde edilen zaferler oldu. Devletin son başkenti ise İstanbul’du. 1453 yılında İstanbul’un fethi ile başlayan başkentlik süreci, yeni Türk Devleti’nin kuruluşuna kadar devam etti. 13 Kasım 1918’de işgal kuvvetleri donanmasının Dolmabahçe önlerine demirlemesiyle başlayan başkent İstanbul’un işgali, 16 Mart 1920 günü resmen gerçekleşti. Bu gelişmenin kaçınılmaz olduğunu aylar öncesinden belirten Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan ayrılabilecek tüm vatanseverlerin Ankara’ya ulaşmasını isteyerek yeni tedbirlere ve düzenlemelere başvurdu.

Devletin yok oluşuna gidecek bu tehlikeli duruma çare bulmak yerine (eniştesi) Damat Ferit Paşa’yı yeniden sadrazamlığa atayan Padişah Sultan Vahdettin, bunun Saltanat ve memleket için felaketlere neden olabileceği uyarısında bulunan Meclis İkinci Başkanı Hüseyin Kâzım Kadri Bey’e kızarak cevap verdi: “…Ben istersem Rum Patriğini de Ermeni Patriğini de getiririm. Hahambaşı’yı da getiririm…”. Hüseyin Kâzım Kadri Bey cesaretle: “…Getirirsiniz ama faydası olmaz…” diye karşılık verse de kararının bu yönde olduğunu belirten Sultan Vahdettin, yeni kabineyi oluşturma görevini tekrar Damat Ferit Paşa’ya verdi. Öte yandan Millî Mücadeleyi durdurabilmek için halkın dinî duygularından faydalanarak dini kişisel menfaatler için kullanmaktan çekinmedi. Şeyhülislam Dürrîzade Abdullah Efendi’nin kaleme aldığı “Padişah ve Halife kuvvetlerinin dışındaki millî kuvvetleri kâfir ilan eden ve katlinin vacip olacağını bildiren” bir fetvayı onaylayarak Millî Mücadeleyi başlatan liderleri asi ilan etti.

Mücadelelerini “ya istiklâl ya ölüm” parolasıyla başlatan vatanseverlerin neler yapabileceği 1922 yılının sonlarına doğru netleşti. Millî Mücadelenin zaferle sonuçlanacağını anlayan Damat Ferit Paşa, eşiyle birlikte İngiliz güvenlik görevlileri eşliğinde 22 Eylül’de trenle İstanbul’dan kaçarak Fransa’nın Nice kentinde yaşamaya başladı. 27 Eylül günü ise Yunanistan’da askerî darbe yapıldı ve Kral Konstantin tahtını bırakarak Atina’yı terk etti. Başkentlerini terk etme onursuzluğunu gösteren liderlerin nasıl bir yönetim tarzları olduğunu ve şahsi menfaatleri için neler yapacaklarının en güzel örneklerini sergilemişlerdi. Bir süre sonra TBMM’de Saltanat makamının da kaldırılması ve İstanbul yönetiminin sistem dışına alınması kararı alındı ve bu karar TBMM Temsilcisi olarak İstanbul’da bulunan Refet (Bele) Paşa tarafından Yıldız Sarayında Sultan Vahdettin’e tebliğ edildi. Sultan Vahdettin ise azınlık olarak tanımladığı “Bolşevik Kemalistleri” İngiliz Yüksek Komiseri Horace Rumbold’a şikâyet ederek İngilizlerden İstanbul’da sıkıyönetim ilan edip olaylara müdahale etmesini istedi. Kendisinin ve İstanbul Hükümetinin artık bir siyasi güç olmadığı İngilizler tarafından kendisine hatırlatılınca, ülkesini işgal etmiş ve gayrimüslim olan bir ülkeden yardım isteyen ilk Halife olarak İngiliz yetkililere bir mektup gönderdi: “İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devlet-i fahimanesine (Yüce İngiliz Devletine) iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahal-i ahara (başka bir yere) naklimi talep ederim efendim! 16 Teşrin-i Sani (Kasım) 1922. Halife-i Müslimin (Müslümanların Halifesi) Mehmet Vahidettin”. İngiliz işgal kuvvetleri birimleri, 17 Kasım 1922 tarihinde başkentinden kaçan aciz Osmanlı Padişahını ve yanındakileri İstanbul’dan Malta’ya götürdü.

Muhtemeldir ki gelişmeleri memnuniyetle izleyenler, Türkler arasındaki çatışmayı keyifle takip edenler vahşi batı zihniyetinin dönemsel temsilcileri olan işgalci devletlerdi. Her dönem hayalleri olan “Türkleri İstanbul’dan uzaklaştırmak ve -Konstantinopolis-’i geri almak” için her şey istedikleri gibi gelişiyordu. Ne var ki hep küçümsedikleri Türkler vatanlarına sahip çıkmış ve hepsini İstanbul’dan evlerine geri göndermişlerdi. 6 Ekim 1923 günü Şükrü Nailî Paşa komutasındaki Türk birlikleri İstanbul’a girdi ve işgali resmen sonlandırdı ve bu şehir bir daha düşman çizmesi altında kalmadı. Garip bir tesadüftür ki aynı saatlerde eski Sadrazam Damat Ferit Paşa da Nice’te vefat etti.

İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşunun 101. yılını kutladık. Bu zaferin mimarı ve kurtuluşun önderi Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları, bu topraklar için canını ve kanını vermiş tüm vatandaşlarımız haklarını helal etsinler. Onların adını anmayacak kadar ihanete saplanmış olanlara da gereken cevabı tarih verecektir. Türkiye Cumhuriyeti yeni başkent olarak Ankara’yı seçmiş ve 13 Ekim 1923 tarihinden bugüne onurlandırmıştır. İstanbul’u tekrar başkent yapma rüyasındakileri kendi dünyalarında bırakıp birkaç gün sonra da bu anlamlı günü kutlayacağız…


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir