(Müellifin “Hizbullah zindanında” kitabından “Kanlı orkestr” hissesinden bir parça)
“Başladı!”
Yakınımdan gelen bu bir kelimenin ardından odanın ayrı ayrı köşelerinden ah vahla dolu öfke gizleyen kelimeler herkesi mateme sürükledi.
Sol yanımda uzanan Salime kalkıp dizlerini kucaklayarak gözlerini pencereye odakladı. Sanki vampir ve zombilerin şuursuz rollerini izlemeye hazırlanıyordu. Gözündeki korku dolu kederi görmemek amacıyla arkamı ona dönüp oturdum.
Hizbullah misafirhanesinin adını bilmediğim eski misafirlerinden biri; “Şimdi her şey tekrarlanacak…” diye mırıldandı, sonra; “Eşimin ve kardeşimin idam hükmü var…” diyerek ellerini göğe kaldırıp dua okudu, göze görünmeyen güçlerle bağlantıya geçip yalvarmaya başladı. Takati tükenip dizleri büküldüğünde yüz üstü döşemeye çöktüğü an kadınlardan biri su dolu bardağı ona uzattı.
“İç, sakinleş! Benim de kardeşimin idam hükmü var, ama Molla hükmünü değiştirecek gücüm olmadığından elimi, kolumu sallayıp, dikilip kaldım.”
Kardeşinin ve eşinin idam hükmü olan, gözünün yaşını başörtüsünün ucu ile sildiğinde kardeşinin idamını aciz bir şekilde karşılayan kadın hıçkırdı. Acizlik ve güçsüzlükten içine yığdığı keder dışarıya saçılıp döküldüğünde beddua dolu feryadı odayı sarstı.
Çok yakından ince bir kedi sesi işitildiğinde otelin yeni misafiri ile tanışmak amacıyla başımı sağa sola çevirdiğimi gören Sariye Öğretmen;
“Arama, dışarıdan geliyor!” diyerek bu zamana kadar görmediğim sıra dışı üzüntüyle mırıldanıp arayışıma son verdi.
Aptalcasına arayışım Zehra Kadını da dillendirdi:
“Canım, yenisin, henüz alışamadın. Toplu öldürmeler başladığında ben de odanın içinde kedi, köpek arıyordum. Şimdi çoğalacaklar…”
Neyin çoğalacağını bilemedim. Sesinin inceliğinden dişi olduğunu zannettiğim kedinin miyavlamasından sonra yoğun sesli erkek kedi kendine katıldı. Toplum yönetiminde erkek hükümranlığının üstün olmasına rağmen tabiatta dişilerin liderliği belirleyici rol oynadığından dişi kedinin ses üstünlüğüne sıra dışı bir renk vermeye ihtiyaç duymadım. Yani toplum ataerkil dönemini sürdürürken tabiat da doğallığını koruyarak anaerkil dönemini sürdürüyordu. Biyoloji dersinden öğrendiklerimi hafıza arşivimden kurcalayıp küçük bir dudak kaçması da olsa gülümsedim: İnsanlar arasında erkekler dişilere aşk ilan ettikleri halde, doğada dişiler erkekleri seçiyorlarmış. Dişi kuş uzun uzadıya okuyor, hangi erkek kuş onun şarkısından heyecana kapılırsa karşı tarafın sevgisine cevap veriyor ve bundan sonra sevişip gelecek yumurtalarının embriyosunda hangi erkeğin tohumunun olacağına dişi karar veriyor. Kedilere gelince; bunların aşk macerası beni günlerce uykusuz bıraktı. Cinsi münasebet için hazır olan dişi kedi miyavlayıp heveslendirdiği erkek kediler arasından uzun uzadıya seçim yapar. Onlardan herhangi birinin kendine yakınlaşmasına izin vermeyince yüzünü gözünü tırmalar. Geceden başlayan eğlence sabaha kadar devam eder. Dişi hegemonyası sadece kedilerde ortaya çıkar dersem yanılmam. Bu benim gözlemim.
Erkek kedi ardı ardınca birkaç defa miyavladı. O sesini kestiğinde yine dişi kedi kırık kırık miyav miyav dedi. Sonra kısa duraksama olunca bir hayvan orkestrasının konsere başladığı izlenimine kapıldım. Önce bam sesi, sonra bas, ardından bam ve aniden Urumiye’nin bütün sokak kedileri seslendiler. İki elimle kulaklarımı kapatmak işe yaramıyordu, ürkütücü ses beynimi tırmalıyordu. Acaba köpekleri kediler mi uyandırdı, yoksa bunlar önceden sözleşmiş miydiler? Şimdi de köpekler aynı ahenkle faaliyete başladılar; biri ürüdü, diğeri ona yoldaşlık etti. İlk başlayanlar sustuğunda bilinmeyen bir yönden onlara katılan oldu. Nihayet kedi, köpek sırasını mollaya verdi. Belki de mahkumların öldürülmesi özel senaryo ile hayata geçiriliyordu. Hoparlör ile Kur’an okunup bitince Zehra Kadın Fatiha okuduğunda senaryoya hiçbir katkısı olmayan biri olarak yorganımı kapıp yatağıma uzandım, yorganı gözümün üstüne bastırdım. O sırada kulaklarıma kırık sesler geldi:
“Her şey alışana kadar, alışmak için çokça duymak gerekiyor!”
Kimin sesiydi, bilmiyorum. Çünkü şu an odada yankılanan Urumiye’nin sahipsiz sokak hayvanlarının vahşi ihtirası değil, kurşunlanmaya götürülen mahpusların iniltileriydi. Sariye Öğretmen’in fısıltısı aniden kulağıma değdiğinden cevabı duymak için yorganı yüzümden çektim.
“Kimin için Fatiha okudun?”
“Bilmiyorum?..”
Şüphesiz bu Zehra Kadın’dı, yanılmış olacağımı zannetmiyorum. Sonuçta ondan başka Fatiha okuyan olmadı.
“Peki, niye okudun?”
“Sakinleşiyorum, sanki bir kimsesize sahip çıkıyorum.”
“Milletin sahibi olmalı!” diye düşündüm. Düşündüğümü söylemiyorum, ama bu fikrimi kendimle kabre götürmek de istemiyorum.
Yakından atılan kurşun sesleri hayvanların haber vermelerinden bir saat sonra gerçekleşti. Toplu katliamları şehre ilk olarak sahipsiz hayvanların ulaştırdığını bu gece anladım. Otomatik silahtan ardı ardına atılan kurşun sesi kesildiğinde idamın yeni merhalesi ortaya çıktı: Tabancadan mahpusların şakaklarına tek tek kurşunlar sıkılıyordu. Kadınlar yüksek sesle yavaş yavaş sayıyorlardı:
“Üç yüz seksen bir!”
Rakam hakkında tartışma başladı. Kimisi bundan az, kimisi de çok olduğunu iddia ediyordu, lakin çoğunluk ortak çıkış noktası olarak üç yüz seksen birin üzerinde duruyordu. Üç yüz seksen bir oğul, üç yüz seksen bir kardeş, üç yüz seksen bir baba, amca, dayı… devrim kurbanıydı. Hizbullah’sa sadece bir cümlede durup kalmıştı: Devrim karşıtı! Kurşunlananların hepsinin idamına sebep olan bu bir cümleydi. Genellersek üç yüz seksen bir aile başsız kaldı, üç yüz seksen bir ailede şu andan itibaren rejime karşı gözyaşı dolu lanetler okunuyordu!
Kadınlardan çoğu (Elbette, istese bile hepsi bu olayı izleyemezdi, pencere seksen başın aynı andan ona sığacağı kadar geniş değildi.) nefeslerini içlerine çekip gözlerini odanın penceresinden zindanın yakınlarındaki tepeye dikmişlerdi. İdam ayini bittiğinde başımı örten yorgan odaya hâkim olan bunalımdan beni korumaya muktedir olamadı. Kadınlar kurşunlananların kimliğini tanımadan canlarını devrime kurban eden neredeyse üç yüz seksen bir kişiyi isim isim çağırıp öfkelenmek için sebep buldular. Biri idam edilen eşim, biri kardeşim diyordu. Diğeri bacısının orada olduğunu zannediyordu, başka birisi dostunun… Sonunda öldürülenlerin bütün yakınları ile birkaç gecedir birlikte yattığıma kani oldum.
Kurşun sesi kesildi, o an hiçbir şey olmamış gibi ortaya sessizlik çöktü. Sessiz havadaki barut dumanı pencere çerçevesinin delik eşiğinden odaya saldırdı. Ölüm bize müjdeye mi gelmişti? Ölümümüzden sonra olacak koku bizimle tanışmak mı istiyordu? Bu gece birisi beynime çekiçle çivi çakıp üzerine büyük, siyah harflerle yazdı: Ölüm barut dumanı gibi kokar. Şaşılası bir oyun kurdum: Kurşun mahpusa değdiği anda onun vücudundaki et, kemik sertliğini kaybedip gaz haline geliyor, hatta bedendeki kan bile gaz şekline dönüşüp havaya karışıyor. Duman çekildiğinde ölüme şahit olan gecede başka bir üzücü sahne başladı: Kediler boğuşuyorlardı. Sokak kedileri kurşunlanan mahpusların kanlarını topraktan yalaya yalaya birbirlerini tırmalıyorlardı. Baskın olan diğerini kendi sahasından kovuyordu. Açgözlü olanın daha çok kan yalamak için ona ortak çıkanı boğazladığını kedilerden ansızın çıkan yırtıcı seslerden anlamak güç değildi.
Pastarlar, ıslık çalıp kış kış ederek kana bulanmış hayvanları kovmaya gayret ettikçe onların da sesi yalı elinden alınan vahşilerin mücadelesine karışıp kırık dökük pencere çerçevelerinden içeriye sokulup kulağımız tırmalıyordu. Pastar kaynaşmasından onların kurşunlanan mahpusları çöp kamyonunun yük kasasına yükleyip lanetlenenler kabristanlığına götürmeye çalıştıkları anlaşılıyordu.
Mahpusların bir bölümü pencereden canlı olarak seyrettikleri mahkumların hayat kurtaran ile kurşunlanma bölümü bittikten hemen sonra kendi yerlerine çekilip başlarına, gözlerine vurarak haklarında idam hükmü verilen sevdikleri için küçük bir yas merasimi düzenliyorlardı. Bir bölümü ise sanki Hollywood’un macera filmini izliyor gibi yük kasasına kemik dolu torbaları gürültü ile atar gibi atılan cesetlere bakıyorlardı. Aniden odada bir feryat duyuldu:
“Adamdaki insafa bak, kediyi tekerin altına koydu!” Bu sadece, film izleyicisinin zavallı canlıya üzülmesiydi. Kalan her şey eski mahpusların taze hafızalarına göre kendi kuralına göre seyrediyordu.
Büyük sevgi ile dünyaya getirip ümit ve yoklukla büyüttüğü yavrusunun bu gece yarısı kefensiz gömüldüğü bakalım annesinin rüyasına girecek mi? Şu an sadece bunu düşünüyordum!
İnsanın kulak perdesini delip sesini beyne işletmekte ısrarlı olan kedi mırıltısı, pençeleri ile birbirlerinin yüzlerine tokat vurarak daha çok kan yalama aşkında olduklarını gösteren vahşiler, itiraf etmeliyim, garip de olsa bana Humeyni ile Saddam Hüseyin’in birbirine olan kin ve düşmanlığını hatırlatıyordu. Acaba, İran-Irak savaşı, Saddam’ın bin dokuz yüz yetmiş sekizde Humeyni’yi Irak’tan kovmasının sonucu olarak İmam’ın Saddam’a olan kabarmış öfkesinden ortaya çıkmadı mı? İki Efendi’nin birbirine olan nefretinin sonucunda her iki taraftan binlerce genç insanın canına kıyıldı, lakin Efendiler hayatta kaldılar.
Şimdiyse birbirimizin içine girip yatıyorduk, bu taraftan öbür tarafa dönmek istediğimizde ayağa kalkıyor, sağ veya sol tarafa döndükten sonra yeniden uzanıp yatıyorduk. Odamızda oluşan küçük sözlükte buna “uyku sporu” diyorduk. Sol böğrüm Pastar tekmesinin darbesinden acıdığından sağ böğrüm üstüne yatmak istiyorum. Dönmek için ayağa kalkmalıyım, ancak bu Pastar kırbacı yemek kadar zor. Sağ tarafımdaki Sümare isimli mahpus haddinden fazla büyük vücuda sahip olduğundan (Zindana yeni düştüğünden Pastarlar onu deri kemik yapmaya vakit bulamamışlar, eğer idamları ağırlığa göre yapsalar, sanırım o zaman Sümare’yi dört defa idam etmeleri gerekir.), biçimsiz ve en korkuncu yarı uykulu olması. Vücudumu kımıldatmaya cesaret edemiyorum, ayağa kalktığımı görürse yerimi zapt eder, yatağımı geri almak benim gibi ince, sıska beden için rahat olmaz. Dönüp yersiz kalmaktansa dönmeden ağrılarımı okşamaya karar verdim.
Mermi, tabancanın namlusundan çıktığında aniden doğuyor, kan içinde boğulup ölüyordu…
Merminin etki gücü onun hızıyla ilgilidir! Orta okulda fizikten öğrendiğim bu gerçeklik her mermi sesi işittiğimde öğretmenin sesi ile kulaklarıma doluyor, küçük kütlesi ile mahpusun bedenine süratle girmesi beni sarsıyordu.
Merminin ömrü onun süratiyle ilgilidir. O, silahtan çıkmasından canlının bedenine girene kadar yaşıyor. İlginçtir, canlıyı öldürdüğünde kendi de ölüyor.
Mermiyi Hizbullah bakışı ile değerlendirdiğinde, o fedakârlık yapıyordu, devrim düşmanını öldürmek için canını feda ediyordu.
Devrim karşıtı bakışla yaklaştığında, mermi kurbanlıktı, yabancının inancını yaşatmak için kendini heder ediyordu. Hiçbir şey kazanmadan hayatını kaybetmek sıfırlanmaktır.
Onun katettiği mesafe uzun olsa ömrü uzun olacak veya ömrünün kısalığı mesafeye bağlı. Onun uzun veya kısa ömürlülüğünü düşmanın ondan hangi mesafede olduğuyla da ilgili olduğunu zihnimde dolaştırıyorum… Ben zihnimi neyle yoruyorum?
Uykuya dalmak istiyordum. Zihnimi sakinleştirme çabam sonuçsuz kaldığından uykum arşa yükselmişti.
Zehra Kadın aniden yerinden sıçrayıp bağırdı:
“Duydunuz mu?”
“Neyi?”
Değişik yerlerden sordular.
Görünen o ki, yatamayan tek ben değilmişim.
“Yine attılar, duymadınız mı?”
“Kulak çınlamasıdır, mermi filan yok.” diyen Sariye Öğretmen onu sakinleştirmek istedi.
İşi gücü mermi ve ölü saymak olan Zehra Kadın’a acıdım. Doğal olarak, atılan mermilere istinaden ölüleri sayıyordu. İçimde garip bir sevinç doğdu: Bana mermi sıkılmayacak, yani Zehra Kadın’ı hüzünlendirmeyeceğim. Ama kısa sürede üzüldüm: Eğer idam edildiğimde urgan gırtlağıma geçmezse, boğazımın boyun bölümünde boş durursa, o zaman nasıl olacak? Son noktada yaşayanları vuracaklar.
Asıp idam etmenin en ağır şekli urgan düğümünün idam edilenin boynunun arkasında kalmayıp boğazına geçmesiydi. O zaman idam uzun sürdüğünden mahkûm canını acıyla veriyordu. Bu sahnenin hayata geçirilmesinden sorumlu olan Pastarlar veya Haheri Zeynep askerleri idam sahnesini sadistçesine seyredip neşeleniyorlardı. Ölüm sürecinin uzun sürmesi onlar için filme bakmak kadar cezbedici etkiye sahipti. Bazen idamı seyrederken ceplerine doldurdukları çerezleri ağızlarına atıp geveleye geveleye başlarını yukarı kaldırıyor, canını rejime kurban ettiği an cesedini yere indirmek için havada ayaklarını çırparak can vermekte olan insanı seyrediyorlardı. İdam edilen bazı mahpusların kaderi tam farklı oluyordu. Onları idam eder etmez yere indirip lanetlenmişler toplu mezarlığına yollamıyorlardı. Önceden belirlendiği gibi saatlerce ham armut gibi ipte asılı kalarak gökte sallanıyor, fetvada buyurulduğu gibi topluma gözdağı oluyordu. Bunun özellikle hangi çeşit mahpusa ait olduğunu belirlemek zordu. Molla rejimi ölümden sonraki hakareti kendi aklına göre tayin ediyordu. Molla yöneticilerinin öngörülemezliği ise artık herkes tarafından biliniyordu.
***
Gece, hamile kadındır, sabah ne doğacağı bilinmez! Böyle bir belirsizlik dünyaya aittir, belirsizlik insanların şafağı görmek için acele etmesine sebep olur. İran’da ise malum olduğu üzere sanki özel yazılmış senaryo gibi gece ve gündüz birbirini dengeler: Gecenin sabahı mutlaka ve mutlaka İDAM SEHPASINDAN başka bir şeye hamile olmadığına inandırarak bu memlekette geceleyin ölümden başka bir tohumun yeşereceğini vadetmiyor. Sabah bugünkünden iyi olacak fikrinde iyimserlik var; sabahın bugünkünden iyi olacağını söylemekle kendimi cahilcesine aldatmış olurum.
***
İlk gün geldiğimde, “Zehra Kadın’a ne var ki, üstünde ölüm hükmü yok, er geç buradan çıkacağına emin.” diye düşünüyordum. Ama şimdi onu kendimden daha mutsuz sayıyorum. Ben burada çok kalmayacağım, zaten ölüm hükmü olanları zindanda boş yere beslemek devlet siyasetine aykırı. Bu kadın ise her kurşun sıkıldığında tanıdığı tanımadığı tüm ölenler için heyecanlanıyor, ağlıyor, sızlıyor, ölenin rahat yatması için toprağının bol olmasını diliyor. Şunu söylemek gerekir ki, bu dünyada cehennemini yaşayanın ölüler aleminde geniş toprağa sahip olmasının anlamı nedir? Hatırını kırmamak için bütün arzularına âmin diyorum. Eğer, o buna inanıp yapıyorsa bırak kendini aldata aldata içinde sükûnet bulsun.
ELUCA ATALİ -İSVEÇ / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER TENER