Eluca Atalı İdam Oyunu (Müellifin “Hizbullah zindanında” kitabından “Kanlı orkestr” hissesinden bir parça)
Çarşamba gecesi, ertesi günün korkusu bizimle birlikte yatakta bize sığınarak uyukluyor…
Gece artık idam spermi ile döllenmişti, hamileliği sabah ezanında tamamlanacaktı…
İdam Oyunu, 1 Haziran, Saat, 04:55
1 Haziran Çarşamba günü, yani lanetlenmiş bir gün! Kalkıp yerimde oturarak bütün oda boyu yatanların üzerinde bakışlarımı gezdirdim. Bu kadınlardan hangisinin boğazı bugün ipe geçirilecek, hangi vücut kurşunun doğup, yaşayıp ölmesine fırsat verecek? Bu çarşambanın kurbanları kimler? Herkes mışıl mışıl yatıyor… hayat devam ediyor, bir oda dolusu ölüme mahkûm edilmişler ve ansızın kapı açılabilir. Tabii ki bu sefer kapının açılması idama seferberlik ilan etmek amacıyla olacak. Kendimi de istisna etmiyorum, ben de bir kurşunun doğup ölmesini temin edecek canlardan biriyim.
“Yat!”
Sariye Öğretmen eli ile hafifçe göğsüme vurdu; “Ezana çok var!” dedi. Heyecanımı azaltmak istediğini hissediyorum.
“Biliyorum.” diye mırıldandım.
“Ezan okunmamış ölüm hakkında hayal kurma, kurdukça o yakınlaşır.” Gülümsedi; “Onu sana reva görmüyorum.” dedi.
Yüzüme baktığında gözlerinin yaşarmasından çoktan uyanık olduğunu, sadece yüzünü uyuyor gibi gösterdiğini hissettim. Koridordan kaba Pastar postalının tapırtısı işitildiğinde gözlerimi yapılışında menteşeleri yağlanmamış paslı demir kapıya yönelttim. Şimdi açılacak… Tapırtı yaklaşıyor, kesildi… Demek ki durdu ve filmin şimdiki kadrajında Haheri Zeynep askeri elindeki top şeklindeki anahtarları bir bir alıp bizim kapının anahtarını arıyor. Bunun zaman almasının anahtarların üzerine kapıların numarasını yazmanın rejim çalışanının aklına gelmediğinden doğduğu fikrimi hızlıca geri çektim. Zindan odalarının ağzında anahtarları şıngırdatmanın mahpusa yapılan psikolojik işkencenin bir parçası olduğunu tahmin ediyorum. Bir avuç demir parçası taş döşemeye sertçe çarpıp bütün koridoru şıngırtıyla karışık kulak tırmalayıcı ses bürüdüğünde, Pastar bacının bu sabah işkencenin derecesini arttırarak kendi işini ustaca yaptığına karar verdim.
Demirleri döşemeden kaldırdı. Şimdi kulağımıza daha yavaş şıngırtıların gelmesi onu bir elinden diğerine geçirmesi nedeniyleydi. Nihayet bizim kapınınkini belirledi, anahtar şıkırtısını kilit yuvasında hissetmek mümkündü. Onu o yana bu yana çevirerek birisiyle konuşuyor, ama kiminle konuştuğunu ayırt edemiyorum. Çünkü biraz önce tek kişilik adımları saymıştım, belki de diğer Pastar hafif ayakkabı giydiğinden adımlarını saymanın imkânsız olduğunu düşünüyorum. Şimdiyse kulaklarıma çok da uzakta olmayan çarpışan demirlerin çarpışma sesi geliyor. Eğer yanılmıyorsam Pastar’ın sesini de duydum.
“Sahibi ölesice, bu dar vakitte nereye kayboldu…”
Ya ben duygumu kaybettim ya ölümün sıradanlaşması beni duyarsızlaştırdı. Bu kargaşada İskender’in zamanla ilgili deyimini hatırlayıp gülüyorum. Bir problemin çözümü yavaş ilerlediğinde şöyle diyordu: “Beyaz Saray İslam Devrimi’nin liderini tayin etmeye senin kadar zaman harcamamıştır.” Haheri Zeynep askerinin bizim kapının anahtarını aramasının Beyaz Saray’ın başı belalı devrime lider tayin etmesinden çok zaman alması sinir bozucu olmakla birlikte, beyin arşivimi karıştırıp çocukluk arkadaşımla olan maceraları da tekrar hatırlattı.
İlginçtir, birdenbire bedenimi ter bastı. Belki de bu cümle benim hayallerimin kurduğu korku filminin senaryosuna eklediği cümledir. Lakin artık ölüm kabusunun odamızı pençesine geçirdiğini hissediyorum. Aksi turumda Pastar’ın kaba postalları neden bizim odanın önünden öteye ilerlemedi?
“Ölüm kâbusu” lakaplı yüce mahkemenin eski başkanı Halhali mahpusları bir sıraya dizip ayırdığında onların ölüm kalım savaşını belirlemek kendine zor gelmezmiş. Yani, kanuni mahkeme kurup mahpusun suçuna göre ceza vermek amacıyla ne gözünü ne de beynini yormadan, sadece; “Sen oraya, sen buraya.” diyerek istediğini idam sehpasına, istemediğini boğazına değil, eline urgan vurdurup yeniden zindana gönderirmiş. Zindan reisi onun kulağına yavaşça; “Efendi lütfetsin, bu Efendi Şah ordusunun generali olmasına rağmen çok iyi insandır. Büyüklüğünüze sığınıp, onu idam etmemenizi talep ediyorum!” dediğinde, halini bozmayan Halhali; “Bunun hakkında hüküm verdim, nasıl idam etmeyebilirim?” demiş. Zindan Reisi; “Bağışlayın, bırakın yaşasın…” diye ısrar edince; “Olmaz, ben sözümü geri alamam. Şimdi sen iyi adam olduğunu söylüyorsun. Olsun, o zaman doğrudan cennete girecek. Bu durumda ona cenneti bu kadar kolay kazandırıyoruz. Söyle niçin zindanda tutalım?” karşılığını vermiş. Onun öngörülmez bir insan olduğunu bu ülkede bilmeyen yoktur.
Sekiz yıldan uzun süredir bu zindanda çürüyen Kübra geçen gün şöyle diyordu: “Bir gün bizi büyük bir salona alıp idamımıza karar verildiğini açıkladılar. Tabi gözyaşlarımı tutamadım. En çok da beni büyüten teyzemi düşünüp sızlıyordum. Pastar bağırdı; ‘Halhali Efendi Evin Zindanı’nı şereflendirdi.’ Bundan ilerisini kulaklarım almıyordu, belki de karışık düşüncelerden uğulduyordu, bilmiyorum. Ama Tahran’ın Evin Zindanı’nda tutsak olmanın adı işkence değil, ölüm olduğunu bırakın benim gibi dokuz ay orada çileli geceleri birbirine ulamış insanı burada bir gece geçiren mahpus bile anlayabilir. Yüce Efendi geldi, ölüme gidecekleri kendi seçmeye başladığında Zindan Reisi ısrarla idam edilecekler arasına beni de katmak isterken Halhali Efendi izin vermedi. Reis bana üzgün üzgün baktığında hiçbir şey anlamadım. Ta ki üç gün sonra sağ kalmamın sebebini Pastar bacılardan biri açıklayana kadar: Zindan Reisi ile Halhali’nin husumeti varmış, o yüzden reisin ölüme gönderdiklerini Halhali Efendi ölümden döndürürmüş ve üstelik sonra reisin beni aldatıp idama gönderme imkânı olmasın diye, beni Urumiye’ninNisvan’ına gönderdi.”
Çıkarttığım sonuç: Mahpus insan değil, hegemonun elinde bir oyuncaktır; isterse onunla oynar, hoşuna gitmezse parça parça edip çöplüğe atar.
Kendi halim kendime malumdur, o yüzden diğer idam hükmü kesilenleri süzüyorum. Bakışlarımla oda boyunca bir tur döndükten sonra:
“Niye kendini aldatıyorsun?”
diyerek ahmaklığım nedeniyle kendimi kınamaya başladım. Güya idam hükmü kesilmemişlerden birini gelip aniden alarak asamaz veya kesemezler mi? Avukatsız, soruşturmasız, mahkemesiz de gıyabi hüküm verilip uygulanıyordu. Dokuz ay zindanda yatıp her an özgür bırakılacağını bekleyen Ferahnaz sanki pazar günü aniden kurşuna dizilmedi mi? Rejim için zindandakilerin hepsi Ferahnaz’dır, burada kimsenin başka adı yoktur.
Sabah ezanı okunduğunda sanki saatli bomba patladı. Her bir taraftan kadınların kimisi başını kaldırıp iki eliyle kulaklarını tuttu, kimisi de yatağından ayağa kalktı. Ezan bitince kaba Pastar botunun sahibi kaybettiği anahtarı nihayet bulup kapıdaki anahtar deliğinde hızlıca döndürdü. Filmin reklam arası bitti, şimdi tamamen onu izleme zamanı. İlginçtir, hiç kimse bu filmde başrolde oynamak istemiyor, herkes akşam idam edilecek suçlu için ölüm ilahisini memnuniyetle mırıldanmaya hazır. “Şükufəmirəgsədəzbadbəhari.” (Goncalar ilkbahar rüzgârı ile dans ederler). Yani, ben dahil herkesin epizodik bir rolle yetinmesi yeterli…
”Adları okuyorum, kimin adı çıkarsa ayağa kalkıp kapıya gelsin!”
Bu cümleyi söylemeye ihtiyaç olmamasına rağmen Haheri Zeynep Askeri artık ritüel haline gelen idam talimatını son saatlerini yaşayan devrim kurbanlarına açıklıyordu.
”Güllü!”
Odadaki seksen kadının arşa yükselen iç çekmesi insanın tüylerini ürpertiyordu.
Heyecanlandılar mı, yoksa genç bir fidanın molla mezbahanesine gönderilmesini insafsızlık mı saydılar?
Kız yarı uykulu, yarı uyanık;”Buradayım…” dedi.
Bugün Birleşmiş Milletler’in kararıyla Dünya’da Uluslararası Çocukları Koruma Günü olarak kabul edilmişti. Onun kararına istinaden on iki yaşına kadar olan çocukların hakları korunmalıydı. Tabii ki ”Dünya Çocukları”nın içine İran’daki kızlar da dahil oluyordu. Ama İmam Humeyni’nin İran’ı Dünya’dan tecrit ettiğini dikkate alırsak o zaman BM’nin kararı zindanın içine girmediği gibi hatta onun gümrük sınırına kadar gelmiş duruyordu.
İdama götürülen bu kızcağızın on iki yaşına daha dört ay vardı. Suçu, elbette buna suç demek mümkünse, rejime karşı gösteriye katılmaktı. Toplumsal karışıklık zamanı yanındakine versin diye eline bir gazete vermişler, o da aldığı talimatı uygulamış. Bir gazeteye feda olan fidan! Kız, gözlerini ovuştura ovuştura gidip çıkış kapısının yanında durdu. Uykusuna doyamadığı malumdu, idamın şoku ise henüz yoldaydı.
“Ona da müt’a nikahı kıyacaklar mı?” diye Sariye Öğretmen’e sorduklarında Zehra Kadın cevap verdi:
“Ama nasıl? Dinimizin kanun, kuralı var.”
“Sonuçta çocuk…”
Sariye Öğretmen, Pastar’ın duyamayacağı bir tarzda yüzünü yüzüne yapıştırarak fısıldadı:
“Sanki İran’da yaşamıyorsun, Amerika uçağından akşam saatlerinde indin. İmam’ın ‘Babasının izni olması şartıyla süt emen yavruya da müt’a nikahı kıyılabilir.’ risalesini unutuyor musun? Bütün dişi cinsine müt’a nikahı kıyılabileceği buyrulmuştur.”
“Güllü çocuk olduğundan babasının izninin alınması gerekir…”
“Yalnız zindandakilerin müt’a nikahı izni İmam’dadır…”
“Yani…”
“Ne?”
“Ondaki mantığa göre mahpusların hepsinin babası İmam mıdır?”
Senin mantığına dayanırsak doğru. Benim mantığıma göre mahpusların sahipsizliği ters orantılı olduğundan şaşkınlığım da bu noktada doğuyor.”
Çocuk müt’asını biz kendi aramızda tartıştığımız anda diğer kurbanın ismi okunmuştu: Meryem! Zindan içinde lakabı Afrodit; güzellik ilahesiydi! Onun idam edileceğine inanamıyordum, bir an Pastar’ın onun adını yanlışlıkla okuduğunu düşündüm. Aslında onun idam hükmünün zindana ulaştığı ilk günlerde belli edilmesine rağmen arada bir aşk macerası vardı lakin bu tek taraflıydı. Meryem, sözle ifade edilemeyecek derecede güzeldi. Zindandakiler onu “Allah’ın hatasız meleği.” diye övüyorlardı. Bunun abartı olduğunu söyleyecek olsam, o güzelliği kıskandığım söylenebilir. Onu sorgulayan müstantik kıza vurulup evlenme teklif etmişti. Hatta Meryem’in itirafına göre o müstantik Pastarların ona işkence yapmasına engel olarak onu korumaya gayret gösteriyordu. Bütün bunlara rağmen kız evlilik teklifini reddetmişti.
Haheri Zeynep askeri ne az ne de çok, tam otuz kızı, gelini vaktinden önce yatağından ayağa kaldırıp kapı arkasında topladı ve idam edileceklerin adlarını okuyup bitirdiği gibi ilerleme emri verdi. Herkes nereye gideceğini biliyordu; odamızın yanından çıkış kapısına yaklaşmalıydılar. Gittiler ve bir saat sonra geri döndüler… Onlar bu geçici gelişle Hizbullah misafirhanesinde son defa dinleneceklerdi.
Öğle ezanına kadar misafirimiz olan kız çocukları bütün idam edilecekler gibi oturup dizlerini kucakladılar. Ne konuştular ne de yiyip içtiler. Boğaz kilitlenmesi ifadesini ilk defa zindanda işitip görmüştüm. Her şey kanuna uygun ilerliyordu: Öğle ezanı okunduğunda Meryem’in sanki bedenine elektrik verilmişti; titreme tuttu, sonra da kriz geçirdi. Kolu, bacakları kaskatı kesilip yığıldı.
“Oksijen alamıyor, çekilin, hava alsın!”
Bunu duyduğumda sadece Meryem değil, odadakilerin çoğunun beynine oksijen gitmediğine emin oldum. Aksi durumda bu havasız, kapısı, penceresi kapalı odaya oksijenin hangi yoldan gireceğini düşünebilirlerdi. Başı kesilip bırakılan tavuk gibi vücudunu kaldırıp döşemeye çarpıyor, kıvrılıyor, sanki içine giren herhangi bir güç onun iç organlarını kendi çirkin elleri ile karıştırıyordu. Epilepsi nöbeti geçirdi. Kadınlar ağzına zorla tahta kalem sokup dilini dışarı çıkarttılar. Sariye Öğretmen’in eli diş izleriyle dolmuştu. Yüzüne, gözüne su serptiler, alkol kokusu koklattılar. En önemlisi Haheri Zeynep Askeri gelip müt’a nikahı için kızları aldığında Meryem artık normal duruma gelmişti. Onu kurşun ile değil, şehir meydanında urgan ile asıp idam edeceklerdi. Ebeveynlerinin meydana davet edileceğini kıza söylemişlerdi. O ise; “Bir tek isteğim var, idam noktasında saçımı açık bırakın ki annem beni önce olduğum gibi görsün!” diyerek son vasiyetini söylemişti. Kadınlar başlarında kara başörtüsüyle idam ediliyorlardı. Ancak idama mahkûm edilenin son arzusunu yerine getirmeyen dini kurallara göre bu dünyadan günahkâr olarak gideceğinden Hizbullah zindanındaki mahpus kızların “babası” yani Yüksek Ruhani lider İmam Humeyni son arzunun yerine getirilmesinin gerektiği hakkında fetva vermişti.
Akşam ezanı ölüm kokuyordu, sanki bu ses kutsallığa çağrı değil, Hizbullah zindanına giren eli otomatik silahlı terörist idi. Giriyordu, kırıyordu, mahpuslar artık zombiye dönmüşlerdi, dirilip yeniden yürüyorlardı. Depresyona girenler ayakları birbirine dolaşa dolaşa gezip her şeye kayıtsız kalıyorlardı. Ölüm kokusu odaya girdiğinde herkes onun hükmüne tabi olarak ayağa kalkıp o idam edilecek otuz kadını çembere aldılar. Zindan Fatiha’sı olarak adlandırılan ayrılık şarkısını, “Şükufəmirəgsədəzbadbəhari” (Goncalar ilkbahar rüzgârı ile dans ederler) şarkısınıyolun sonuna ulaşanlar için hep bir ağızdan, kederli bir sesle okuduk.
Otuzlar ölümün avucuna girdiğinde odaya ölü bir sessizlik çöktü. Kimse konuşmuyor, gülmüyordu. Sanki terörist zombileri yenice kurşunladığından onların bir daha canlanmasını merak ediyor olmalıydı.
2 Haziran 1988
Cuma akşamını takatsiz düşen dilimle selamladım. O sanki biraz önce idam edilenlerin gövdesinden kopup odaya dolmuştu. O yüzden önceki atmosfer odadan çekilmiyordu. Gidenlerin ıstırap dolu iki çift gözü pencerenin öbür yüzünden, camdan sarkıp odaya bakıyordu. Eğer pencere açık olsaydı, damarından kan akan otuz çift göz kendini içeri atardı. Gözlerimi pencereye odaklayıp ısrarla onlara bakıyorum, başlarının olmadığı biliniyor, hayat kurtaranla sonlarına (Mahpuslara önce otomatik silahla ateş açıyorlar, sonra her birine, öldüğünden emin olmak için ayrı ayrı tabanca ile şakağına ve kalbine kurşun atıyorlar. Yani, hayat kurtaran kurşundan sonra mahpusun sağ kalma şansı yoktu.) kavuşmuşlardı. Gözlerse başlardan pörtleyip özgürlüğe kaçabilmişlerdi… Sanki Edgar Allan Poe’nun Kara Kedisi kanlı gözlerin simasında ölene kadar beni böylece izleyecekti. İdam, uykumu nasıl kaçırmışsa onu bu gece geri getireceğime emin değilim. Ancak pencerenin özgürlük vadeden kısmında sallanan gözleri görmemek amacıyla yüzüme çektiğim kara yorganla cama odaklanmış bakışlarımdan onları uzaklaştırmayı başarabilirim.
ELUCA ATALI – İSVEÇ /ABDULLAH TÜRER YENER
Yazıları posta kutunda oku