Eluca ATALI ile röportaj

Hasan BARIN; İsveç’te ikamet eden ünlü yazar Eluca ATALI ile röportaj yaptı:

Hasan BARIN

Öncelikle, beni kırmayarak röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için sizlere minnettarlığımı sunuyorum. Bakü’den sonra uzaktan da olsa bir röportajda da olsa buluşmaktan gururumu ve sevincimi belirtmek isterim.

Yıllardır tanıdığım, görüşlerinden muhabbetinden istifade ettiğim Aziz Kardeşim, kitaplarını beğenerek okuduğum ve büyük yazar olarak gördüğüm Eluca ATALI’yı ben tanıyorum ama Türkiye’deki okuyuculara da kendinizi tanıtır mısınız?

Eluca ATALI

Kuzey Azerbaycan’ın Salya Bölgesinde doğdum, Asif Ata Ocağı’nın evladıyım. Hikaye, deneme, piyes, roman, felsefi-edebi minyatür türlerinde eserler yazıyorum. Şu ana kadar 42 kitap yazdım, bu kitaplar çeşitli dillere çevrildi ve dünyanın birçok ülkesinde yayınlandı.

Hasan BARIN


İran Hizbullah Zindanında kitabınızın orjinalindeki Azerbaycan Türkçesi’nde okumuştum; Türkiye’deki okuyucularınız için de emeğine minnettar olduğumuz Alpaslan DEMİR Hoca’nın zahmetli çalışmalarıyla Türkiye Türkçesi’ne çevrilmesi beni mutlu etti.

Benim de çok beğendiğim bu yaptınızı yazma sürecini bize anlatır mısınız?

Eluca ATALI

Siz de bir yazar olarak bilirsiniz ki, her kitabın yazılma süresi aynı olmuyor. İki haftada, iki ayda yazdığım kitaplar olduğu halde, “İran Hizbullah Zindanında” romanım tam 12 yıl sürdü. Bence böyle de olmalıydı, şikayet etmek yersizdir. Çünkü kitabın içinde 4 bağımsız roman var. 10 yıl boyunca Fransa burjuva devrimini, büyük Ekim devrimini, İran tarihini ve en önemlisi devrimlerin insanlığa getirdiği felaketleri öğrenmeye, analiz etmeye çalıştım. Kitapta esas olarak Urmiye, Paris ve Kum şehirleri mekân olarak canlandırıldı. Urmiye, eski bir Türk şehri olarak İslam Devrimi’nin etkisiyle tarihi yer adlarının değiştirilip Farslaştırılmasını gösterdim. Ayrıca eserin kahramanı Urmiyeli’dir. “Devrimin Travması” kitabındaki olaylar tamamen bu şehirde geçiyor. Paris, devrime hazırlık kısmının tasvir edildiği “Üç Vaat, Üç Talep” kitabında merkezde. Çünkü devrimin rehberi Ayetullah Ruhullah Humeyni, Fransa uçağıyla Paris’e götürülerek devrim için son eğitimleri orada alıyor. Burada da onun Beyaz Saray’la yazışmalarında Amerika’nın Paris’teki elçiliğinin oynadığı rol öne çıkarılıyor. Humeyni’nin mektuplarını Farsça’dan İngilizce’ye doktor Yezdi çevirip elçiliğe iletiyor, elçiliğin siyasi işler danışmanı Warren Zimmerman ise bunları telgrafla Beyaz Saray’a gönderiyor. Devrimin en hassas noktaları bu bölümde veriliyor. Kitabın ikinci kısmında, devrim sonrası olaylar dini merkez olan Kum’da geçiyor. Neden Tahran’da değil, özellikle Kum’da? Çünkü Beyaz Saray, Humeyni’ye Tahran’da kalmasına izin vermedi. Ona koyduğu şart gereği devrimin “yazarı”, Tahran’a Paris uçağından iner inmez Kum’a gitmeliydi. Bu da sebepsiz değildi; çünkü ordu şahın ordusuydu, her an karşı devrim olayı çıkarabilirlerdi, kitle imha silahları onların elindeydi, devrimcilerin silahı yoktu. Zindan hayatından bahseden sonraki olaylar yine Urmiye’de, 480 kişilik Nisvan kadın zindanında geçiyor.

Kitabın Türkiye Türkçesi’ne çevrilmesine geldiğinde, demeliyim ki; tercüman ve yazar Alpaslan Demir Hoca kitap üzerinde çok çaba harcadı. İri hacimli bir eseri çevirmek sadece yetenek değil, aynı zamanda büyük bir sabır gerektirir.

Hasan BARIN

Kitabınızı yazar gözüyle; olayları geçtiği yerleri tasvirlerle yaşatarak, vurgulu okuyucunun beyninde etki yapacak şekilde, sindire-sindire, yaşata-yaşata süreç süreç ve halkın içinden doğal kahramanlardan seçerek yazmışsınız.

Bu dikkatinizi ve özeniniz için sizi tebrik ederim

Özellikle merak ettiğim ve sormak istediğim şudur;

“İran Hizbullah Zindanında” kitabınızdaki anlattığınız kahramanları tanıyor musunuz?

Eluca ATALI

Hem evet hem hayır! Cevabım biraz garip görünebilir, ama gerçekten böyle. 10 yıl boyunca 100’den fazla Hizbullah zindanında kalmış erkek ve kadın, elbette aslen güneyli soydaşlarımızdan röportaj aldım, email, skype, WhatsApp aracılığıyla. Bazıları üniversiteden sınıf arkadaşlarım idi, onlarla yakın iletişimde bulunmuştum. Bazı mahkumların evlerinde misafir oldum, kafede buluştum. Mekanın önemi yoktu benim için, esas psikolojik zarar görmüş insanlarla psikoterapik tedavi yaparak onları konuşturdum.

Öyle insanlar oldu ki, onlar için 50’den fazla soru hazırladım, cevap aldım. Konuşturduğum insanlar sadece kendi hikayelerini anlatmıyorlardı, her biri idam edilmiş onlarca insanın kaderinden, hikayesinden bahsediyordu. İnanın, onları dinledikçe, sanki bu insanlarla birlikte zindanda yatmış gibi hissediyordum. Garip olan şu ki, bazı gazeteciler ve okuyucular bana sık sık soruyorlar: “Zindanda mı kaldın? Kaç yıl yattın? Olmadım dediğimde, başka bir soru soruyorlar: peki, bu eseri nasıl yazdın?” Hatta cevabıma inanmayan ve beni yemin ettiren okuyucularım da var. Buna üzülmüyorum, aksine, düşünüyorum ki eserde her şey doğaldır, inandırıcıdır ki onlar doğru cevabıma inanmıyorlar. Melek Hanım adlı bir okuyucum var, bir gece bana telefon açtı ve dedi:

“Kızım, bu senin hayal gücün mü yoksa gerçekten olmuş olaylar mı?”

Dedim: “Ben o kadar hasta bir hayal gücüne sahip değilim ki, bir gecede 500’den fazla kişiyi idam edeyim!”

Eserin kahramanı Fatma karakterine gelince, onun 17 yaşına kadar olan dönemi canlandırdığım kişi benim yakın arkadaşımdır. Cezayirli Cemile’nin romanını kapı kapı dağıtan 10 yaşındaki kız şimdi hayatta, 4 kez zindana girmesine rağmen; şimdi de onunla görüşüyorum, romanı ona imzalı hediye ettim, okuyup çok etkilendi. Kara Balık’ın masalını ona okumayı tavsiye eden Ali Rıza Şükrü Afşar öğretmen gerçekten idam edildi, kişisel kütüphanesini halk kütüphanesi yapan ve Fatma’nın, Kara Balık Kitabı’nı okumak için aldığı kütüphanenin yöneticisi Sabri Afşar’da idam edildi. Fatma’nın 17 yaşından sonraki dönemi, diğer idam edilmiş kadınların çeşitli hikayelerini romanda sistemleştirdim.

Önceden söyledim, Asif Ata’nın evladıyım. Ata’nın bizden talebi şöyleydi: “Öyle yaz ki, silemesinler. Öyle yaz ki, kalıcı olsun!”

Yazarken çalışıyordum ki, herhangi bir satırımı silip yerine bir şey eklemek mümkün olmasın. Yani her şeyi kendim yazayım ki, kimsenin oraya bir şey eklemesine gerek kalmasın.

Hasan BARIN

Sizin siyasi yönünüzü bilen, yazmasa da bu sıkıntıları içinde yaşadığınızı bilen bir dostunuz olarak, İran’ın yaşattığı bu zulümleri uzun uzadıya anlatırken psikolojik olarak neler yaşadınız, romanı yazmaktan vazgeçmeyi düşündünüz mü; yazarken zorlandınız mı?

Eluca ATALI

İkinci sorunuza ilk cevabım olarak, romanı yazmaktan hiçbir zaman vazgeçmedim. Aksine, zindanlardakilerle konuştukça yazma isteğim güçleniyordu. Dört duvar arasında idam edilmiş 12-15 yaşındaki kızların sesi olmak, sizce, ne demektir? Bu misyonu üstlenip yarı yoldan geri dönmek, yani eseri tamamlamadan yazmamak mümkün müdür? Ya da bunu yazarken normal bir durum yaşamak mümkün müdür? Tabii ki psikolojik açıdan çok sarsılmıştım, hatta bazı yerleri hıçkıra hıçkıra ağlayarak yazıyordum. Özellikle zindan içinden bahseden “Kanlı Orkestra” kitabını yazarken psikolojik gerginliğim çok oldu. Bazen bir kısmı yazarken o kadar ağlıyordum ki, acı beynime vuruyordu ve onu hiçbir şekilde kendimden uzaklaştıramıyordum. Gerginlikten birkaç gün yazıyı yarım bıraktığım yerden devam ettiremiyordum.

Özellikle, Fatma’nın zindan hayatını anlatan 114 günlük Günlüğü’nü yazarken oradaki her anı yaşamıştım. Bazen de elime kırık dökük ipler alıp yan yana diziyordum. Kendim için anlamak istiyordum, idam edilmiş kızların giysilerinden çekilmiş çeşitli renkli küçücük parçalardan bir portre nasıl dokunur ki, benim kahramanlarım bunu yapmıştı. Bu insan kaderidir, yaşandı, ben yaşanmış olayları tasvir ediyordum. Milletimin kaderiyle ilgili derdini kaleme alıyordum.

Bak, Aziz dost; ağırlık buydu. İran’ın şimdi kazaya uğramış cumhurbaşkanı, İran’da “İdam Ayetullah” lakabıyla tanınmış İbrahim Reisi’nin “mezar azabı” keşfi sonucunda idam edilenlerin yardım çığlıkları bazen geceleri rüyama giriyordu. Zindan içinde konulmuş tabutta onlar el kol atar, yalvarırlardı ki, “Beni kurtar!” Bak, ben bunu yazıyordum. Bu sırada hangi hali yaşamışsam, onu ifade etmeye kelime bulmakta acizim.

Garip olsa da, bir olay anlatayım:

Üçüncü kitabım “Kanlı Orkestra”yı nasıl bitireceğimi düşünüyordum. Çok zor anlar yaşadım, Fatma’nın sessiz idama götürülmesini tasvir etmek kolay iş değildi. Özellikle de onun Vodka satıcısından ayrılmasını tasvir etmek… O bölümün sonundaki cinsiyetine ve yaşına göre olan fantastik idam sahnesini rüyamda gördüm. Uykudan fırladım: “Tanrım, bu gerçek!” – dedim. Ayrı ayrı detayları o kadar düşünmüştüm ki sonunda olaylar bir yerde toplanmıştı. Bir güç bana dikte ediyordu, bu eseri böyle bitirmelisin!

Hasan BARIN

İran’ın sizi hiç sevmediğini biliyorum. Bu romanı yazarken veya roman çıktıktan sonra İran’dan veya Hizbullah’tan baskı gördünüz mü?

Eluca ATALI

Çok tehditler, hakaretler gördüm. İdamıma fetva verdiler, düşündüler, bununla korkup yolumdan çekileceğim. Çok da küfredip çok kötü sözler söylediler; güya ben birilerine çalışıyormuşum. Kitap basılmadan önce İran yanıma elçisini gönderdi kitabı basmamam için.

Onlar bana para teklif edeceklerini, diğer eserlerimi yayımlayacaklarını, projelerimi destekleyeceklerini vb. vaat ettiler. Tüm tekliflerini reddettim. Eğer onların tekliflerini kabul etseydim, öncelikle vicdansız biri olarak kendi gözümde düşerdim. Bu eseri para için değil, haksızlığa uğramışların, analıktan Məhrum edilmiş kadınların haklı səsi olmak istədim.

Bu görevi üstlendim. İran, beni yolumdan döndüremeyince aleyhime videolar hazırlamaya, beni kötü gösteren yazıları trollerine yazdırmaya başladı.

Hasan BARIN

Bir dost yazar olarak merak ettiğim bir konu var:

Ben kendi yazılarımda çok rastlamışımdır. Bir yazarın anlatmak istedikleri ile okuyucunun anladığı farklı olabiliyor. Size gelen tepkiler anlatmak istediklerinizi tam olarak anlatabilmiş misiniz?

Eluca ATALI

Bence, anlattım. Hatta romanın bazı hikâyelerinde fazlasıyla anlattım ki devrimin, ideolojinin insan kaderine getirdiği trajedi okuyucuya iyice ulaşsın, aklına kazınsın, unutmasın. “O da iyidir, bu da iyidir” gibi ölçüsüzlükten insanlar kurtulmalıdır. İnsan her şeyde, her yerde kendini merkeze koymayı başarmalıdır, tabii ki bencilce değil.

Her şey insan içindir, her şey insanlık adına olduğunu idrak etmelidir. Eğer herhangi bir olayın merkezinde insan yoksa, o trajediyle sonuçlanır. Devrimler insanlık adına olmadı, o devrim yok ki, son anda kendi evlatlarını yemesin. Devrimler mevcut toplumu değiştirdi, insandan başlamadılar bunu, formadan başladılar. Bu yüzden de hepsinin sonu trajediyle bitti. Dünyada olan bu son İran İslam devrimine bir bakın. Şu anda sohbetimizin de özü ondandır; onun zaferiyle milyonlarca insan kendi vatanından göç etti, yüz binlerce insan hapse atıldı, 3 ay içinde 30 binden fazla insan idam edildi. Siz de okuduğunuz gibi ben de romanda 1988 yılının 3 ayı içinde olan kitlesel idamlardan bahsettim.

Aziz Dostum; kendi yazılarımda da şunu görürüm; benim anlatmak istediğim verdiğim fikir çok farklı bir şeydir ama okuyucu yazdıklarım, anlatmak istediğimiz dışında beni şaşırtan çok farklı mesajlar fikirler alırlar.

Siz de kitaplarınızda, yazdıklarınız da bu gibi durumlarla karşılaşıyor musunuz?

Eluca ATALI

Ne yazık ki, bazen böyle de olur. Bu genellikle yazar fikri yeterince işleyemediğinde veya sanatsal tasvirleri doğru olmadığında olur. Bazı yazarlar düşünürler ki okuyucuya her şeyi hazır vermek olmaz, o kendisi düşünmelidir yazar ne demek istiyor. Ben bunu romana şamil etmiyorum. Çünkü romanda tasvirler katman katman verilir, sabırlı okuyucu o tasvirleri yaşar, hazmeder. Asif Ata’nın fikrine göre söylersem, “Nesirde tasvir manaya hizmet eder”. Eğer yazar manayı tasvirde verebilmişse, o zaman bilmece kalmaz… Eğer benim yazdığım bu kitaptan İslam Devrimi’nin İran’a ve insanlığa getirdiği trajediyi anlamayan okuyucu varsa, o zaman derim ki böyle bir okuyucunun kesinlikle anlama yeteneği yoktur.

Hasan BARIN

Yıllardır devam eden dostluğumuza sığınarak ortak noktamız Güney Azerbaycanlı kardeşlerimiz ile ilgili bir soru sormak isterim.

Kitabınızda İran’daki özellikle Güney Azerbaycan’da yaşayan Türklerin sıkıntılarından bahsediyorsunuz. Hem bir yazar hem de bir aydın olarak son zamanlarda İran’da yaşanan olayların Güney Azerbaycanlı kardeşlerimize olumlu veya olumsuz yansıması sizce nasıl olacak?

Eluca ATALI

Güney Azerbaycan’daki soydaşlarımız ağır mücadele ediyorlar. Haklarını talep ediyorlar, maalesef ki, onların hakları İran anayasasında yer almıyor. Ve hak verilmiyor, hak alınıyor! Bunu onlar fark edip yollarından dönmüyorlar, her türlü zorluğa rağmen, Güneyliler kendi yollarından dönmeyecekler, İran’da kim cumhurbaşkanı, kimin dini lider seçilmiş olmasından bağımsız olarak. Bizim mücadelemiz iktidar değil, çünkü biliyoruz ki, hiçbir yönetici haklarımızı vermeyecek.

Güney Azerbaycan’da kendi özgür devletimizi istiyoruz. Aslında İran’da yeni bir devlet kuruyoruz. 1946’da Muhammed Rıza Pehlevi’nin ordusu tarafından yıkılan Milli Hükümetimizi geri alacağız.

Hasan BARIN

Bir gazeteye verdiğiniz röportajda bir sözünüz beni çok etkilemişti, hatta bu sözü duyar duymaz sizi aramış, “ben de mi yetimim?” diye sormuş siz de evet demenizle hem cok üzülmüş, hem duygulanmış, hem de gururlanmıştım.

Bu sözünüz:“Yazar, zamanının yetimidir” idi.

Peki, sizce ne zaman yazar zamanının yetimi olmaktan kurtulacak?

Eluca ATALI

Gerçek yazar asla yetimlikten kurtulamaz. Konuşma gerçek yazarlardan geliyor, onlar kendi kendilerine baba, anne olurlar, kimse onların ilgisine muhtaç olmaz. Kendi kendilerini doğururlar ve yetiştirirler, tabii ki, düşünceleriyle, idealleriyle. Bunlar tarihte azdır, parmakla sayılacak kadar azdır. Zaman yazarları çoktur, zamandan üstün olan yazar azdır. Ben az olan o yazarları gerçek yazar olarak görüyorum. Yoksa ödül, ad ve şan için yazanlar, popüler olmak için deri-kabuktan çıkanlar var, onlar her gün doğarlar, ama yaşamazlar. Yazarlık yetmez, sadece yetenekli olacaksan, aynı zamanda düşünceli olacaksın, kendi yolunu bulacaksın, cesur olacaksın. Siz bana ne kadar böyle yazar sayabilirsiniz tanıdıklarınız arasında?

Bir gün Amadeus Mozart’la Antonio Salieri iki besteci yoldayken uzaktan kralın arabası görünür. Bu sırada Salieri şapkasını çıkarır. Mozart ona der ki, sen doğru yapmıyorsun. Biz ona değil, o bize saygı göstermelidir. İzah eder ki, krallar zamanın efendisidirler, sanatçılar ise bütün zamanların efendisidirler. Kralın arabası gelip onlara ulaştığında kral arabayı durdurup iner ve Motsart’a yaklaşıp şapkasını çıkarır. Sonuç: Gerçek sanatçı zamanın efendisine boyun eğmemelidir.

Hasan BARIN

İnanın bu sözü duyar duymaz aradığımdaki hem hüzün, üzüntü gurur karışımı duyguya kapıldım.

Ne diyelim yetimliğimiz sağolsun.

Aziz Dostum;

Kendiniz, kendi görüşleriniz ve kitabınızla ilgili bilgilendirmeleriniz ve beni kırmayıp, sahsımı röportaj yapacak gazeteciler sınıfına koyup; sizle röportaj isteğimi yerime getirerek bana uzunca vakit ayırdığınız için çok ama çok teşekkür ederim.

Son olarak söylemek istediğiniz bireyler var mı?

Eluca ATALI


Borcumuzdur, istediğiniz her zaman buradayım, konuşmaya hazırım. Sizinle konuşmayı zaman kaybı olarak hiç düşünmem.

Çünkü Güney Azerbaycan ve İran İslam Devriminin insanlığa getirdiği felaket gibi ulusal sorunlarımızı konuşuyoruz. Aslında bu fırsatı verdiğiniz için ben size teşekkür ederim.

Konuşmamın en sonunda Dünya’daki Türk Kardeşlerimize seslenmek istiyorum:

Güney Azerbaycan meselesine Türkiye’de özel bir yer ayrılmasını, Türk kardeşlerimizin Güney Azerbaycanlılara destek olmasını isterdim. Eğer Turan birliğinden bahsediyorsak, öncelikle bugün esir olan Türk yurtlarında Türklerin neler yaşadığını öğrenmeliyiz. Hekim hasta olanın derdini bilmezse, onu nasıl tedavi edebilir? Biz de aynı şekilde derdi öğrenemezsek çare bulamayız.

HASAN BARIN – ELUCA ATALİ İSVEÇ / TURKİSHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir