Münteziri’nin Ayna ile Sohbeti

Münteziri’nin Ayna ile Sohbeti “İran zindanında” kitabının “Hayatı tabutda arayanlar” bölümünden

Münteziri, boy aynasına dönüp yavaş yavaş kollarını açarak onu sıkıca kucakladı.

“Bu ülkede adam öldürmek komünistin votka içmesinden kolay. Aralarında sadece şu fark var, öldürmekten lezzet almak içkiden alınan lezzetten fazladır.”
O, hiçbir zaman komünist düşünceli olmamıştı. Ancak Rus’un İran’a ihraç ettiği bu düşüncenin taşıyıcıları içerisinde altmışlı yıllarda dostları olduğundan o zamanlar Rus usulü mezelerden biri olan votkanın tadına bakmıştı. İlk defa içtiğinde zehirli saymıştı, yere çöktüğünde bir daha ağzına vurmayacağına söz vermişti. Komünist çevrenin göbeğine düştüğü bir durumda nasıl vurmayabilirdi?

İkinci defa içmeye çevredeki çoğunluk onu zorlamıştı, o da iradesini zorlamayıp tabi oldu. Garipti, şimdi içkinin acısı değil, onun verdiği cesaretin tadını hatırladığından gülümsemeden edemiyordu. İkinci badeyi götürdüğü zaman kolunu dirsekten büküp kaslarını sofra çevresindeki Rusperestlere büyük bir mutlulukla gösterip kendini cennet kapısının Rizvanı68 ilan etmişti. Gizli teşkilatın lideri onu maceracı bir aptal adlandırarak Lenin’den getirdiği meşhur “Din afyondur!” örneği ile sanki dindar dostunun şahsiyetini aşağılamıştı. Rus votkasının verdiği kahramanlıkla şişirmeye mecbur olduğu kollarının kasları Münteziri’ye komünistin ağzını, burnunu kırmayı dikte etmişti. Vurulan ilk darbe hedefe değmeyip düşmanın ortasını zedeleyince o iki büklüm olup karnını tutmuştu.

Adamın hatasını onun arkasından değil, yüzüne söylemek için ancak komünist mi olmak gerekir? Münteziri’nin sorusuna cevap aradığını zannedenler onun burada ne düşündüğünü bilmiyor olamaz. O, çalışma odasına geçip kaslı kolunu hızlıca kitaplığın arkasına uzattı, çabucak geri çekti. Cübbesini çıkarıp sedirin üzerine attı. O muammalı hazineye cübbe ile ulaşmayı vicdanı kabul etmedi. Çünkü ibadetini bu cübbe ile yapıyordu. Elini yeniden kitaplığın arkasına uzatıp çıkardığında Kuzey Azerbaycan’daki şarap fabrikasının ürünü olan “Karabağ” markalı kan kırmızısı şarap şişesi kolu ile birlikte dışarı çıktı.

“İstediğim sadece sensin! Eğer buna şarap düşkünlüğü denilirse, Nuh Peygamber’de de buna benzer haller vardı. Hatta dünyayı kurtarmak için o meşhur geminin dümenine geçince Gürcü benzeri öküz boynuzuna doldurulmuş yedi yıllık şarap içmişti. Gemi denizin ortasında demir attığında dünyayı kurtaramadığına değil, ağzı açık bardaktaki şarabın denize dökülüp heder olacağına üzülmüş. Nuh’tan dikkatli hareket ettiğim için açık gözlülüğümle gurur duyuyorum. Hala bu zamana kadar,” Parmağını şaraba batırıp yukarı kaldırdı, şarap kadehe damladı, parmağını diline vurup şarabı yaladı. “bir damlasını bile heder etmemişim. Şarap sirkeye dönmemiş onu tatlandırmak gerekir. Çünkü sirkenin şaraptan kat kat değersiz olduğunu bilmeyen yoktur.” Bir yudum içip; “Ah, malımızın değerini azaltmayalım!” diye mırıldandı.

O kadehi havaya kaldırıp gözlerinin hizasında tuttu, kadehin yüzünde duran insan tepeden tırnağa kadar kırmızıydı.

“Senin kudretine inanıyorum!” diye kadehe fısıldadı. “Ve sen herkesi kendi suretinde göstermeye kadirsin!”

Kadehin yüzünde duran adamın bedeninin her yerinden kan akıyordu.
“Ben şimdi ona her şeyi söyleyeceğim, her şeyi! Bu ülkede kimin neye kadir olduğunu…” Susup nutkuna ara verdi. “Onun kendisinin günaha battığını…” Sol elini kadehin üzerine kaldırıp işaret parmağını yavaş yavaş şaraba batırdı. Parmağını oradan çıkarıp ona dikkatle baktı. Parmağının ucundaki şarap damla damla kadehe dökülüyordu. “Acısın, aynı zamanda marifet taşıyıcısın… Sen doğruyu söyleme gücü veriyorsun.” Bu son iki cümleyi şarabı başına dikip kadehi çalışma masasının üzerinde ağzının üstüne çevirdikten sonra söyledi. Eğilip şarap kadehinin yüzündeki dünyaya dikkatle baktı: “Şimdi sende hiçbir güç kalmadı, gücünü, kuvvetini ben ele geçirdim!”

El atıp cübbesini alarak giyindi. Üst örtüsü sırtında olmadığında kendini yolunmuş tavuk gibi hissediyordu.

Son günlerde her sabah yönetim eğitimine gittiğini karısı biliyordu. Dün evden çıkarken karısı;

“Efendi, seni her gün evden tertemiz çıkarıyorum, ne fayda, geri döndüğünde bu cübben civciv tüyüne bulaşıyor. Beni kınayan olmasa, sen ibadethaneye değil de çiftliğe gidiyorsun derdim.” dedi.

“Nasıl istersen öyle düşün, ben şimdi kendimden başka kimseyi kınayamam.” diyerek karısının işitmeyeceği bir tarzda dudak ucu ile mırıldandı.

Karısı, sırtına yapışan tavuk tüyünü çekip çıkararak gözünün önüne tuttu. O, nasıl açıklayacağını bilemedi, sadece, küçük bir düzeltme yaptı:

“Civciv değil, tavuk tüyü.”
“Ne farkı var?”
“Ne yumurta ne tüy, civcivin kaybedeceği hiçbir şey yoktur!”

Kadının ne diyeceğini beklemeden kapıda bekleyen sürücüye el işareti ile gitme zamanının geldiğini bildirdi. Şimdi ise elini cübbesinin üzerinden, boğazından karnına kadar çekti. Durduğu aynanın önünden çekildi, burada sadece kendini görüyordu. Kendiyle konuşmaya doymuştu, o yüzden yüreğindekileri kendine değil, gerçek sahibine ulaştırmak istiyordu. Genel olarak karısı yeni elbise aldığında giyinip uzun uzadıya bu büyük aynanın önünde, elbise içine sinene kadar o yüze, bu yüze dönerdi. Sonra da kara mantosunu giyip uzun çarşafını başına atardı. Şüphesiz onun da altından kara başörtüsü ile alnını sıkıca bağlıyordu. Sonunda üst örtüsü yine kara manto olacaksa bu elbisenin yeni olmasının bu kadın için önemi neydi acaba? Soruyu karısına soramıyordu, onun isyankâr cevap vermesinden korkuyordu. Sorunun cevabının kendisinin de yöneticisi olduğu devletin ruhani kurumunda olduğunu biliyordu.

Aynada görmek istediği neredeyse her gün yüz yüze devletin derin meselelerini saatlerce müzakere ettiği efendisi İmam Humeyni idi.
Münteziri ellerini arkasında, belinin üzerinde bağlayıp sessiz adımlarla aynalı mekândan birkaç adım uzağa ilerledi. Yine Allah’ından yardım diliyordu, özellikle ona cesaret vermesi için yalvarıyordu. Sanki duası kabul olunmuştu, dönüp aynaya doğru gitti. Yumruğunu sıkıp kendi yansımasına birkaç darbe indirdi, o aynadaki Münteziri’yi öldürdü. Yerine sözünü çekinmeden diyebilecek cesarete sahip, cesur molla tayfasını koymak istiyordu. Gümüş ayna acizliğinden yeni tip Molla doğuramıyor, sadece önceki Münteziri’yi ona gösteriyordu: Yüzünde, gözünde acizlik yağan, İmam’la karşılaştığında ve selamlaştığında belini iki kat eğip duran ve onun her emrine evet diyen birisini.

O, nefret ettiği bir canlı ile yüz yüze kalmak istemiyordu. İki yumruğunu sıkıp aynaya vurmak istediğinde karısının kulak tırmalayan zil sesi koridoru başına yıktı. Münteziri yumruklarını açıp iki eliyle yüzünü avcunun içine aldı. Sesini çıkarmadı, eve çabuk döndüğünü gören karısının bu çabuk gelmenin sebep ve sonuçlarını tam anlamıyla öğrenmek amacıyla onu düşüncesinden ayırmasını istemiyordu. Karısının evin neresinde olduğunu öğrenme merakı onu rahat bırakmadığından eğilip kapının anahtar deliğinden koridora baktı. Karısı öyle soyunmuştu ki, Şah döneminde parkta gezen kısa etekliler gibi beyaz, etli bacakları göz çıkarıyordu. Onu kınayamazdı, ağustos sıcağında Kum gibi yarı sahra şehirde manto ile gezmek kadınlar için en istenilmez işkenceydi. Kapıyı yavaşça kapatıp onun kişiliğine tecavüz eden karısını unutmak için bir ağız:
“Allahu Ekber!” deyip arkasından; “İmam’ın ibadethanesine dönelim.” diyerek memnun bir şekilde aynaya doğru bir iki adım attı, ciddiyetini arttırıp sustu.
Sadece, sahneyi hayatı bilen aktör rolüne bu kadar ciddi yaklaşabilirdi. O psikolojik bakımdan kendini tam olarak hazır saydığında karşı tarafın ona nasıl tepki vereceğini düşünmeye başladı.

“Efendi’nin her şeyi tam anlamıyla öğrenme gayretini iyi biliyorum. O öyle bir adamdır ki, ateşte yandığı yerde kurtarırsan, sana teşekkür etmek yerine ateşin hangi sıcaklıkta yandığını soracağı kesindir. Hele üstelik İran’ın düçar olduğu müt’a nikahı gibi ahlakı ayak altına alan sorunu ortaya koyduğunda; ‘Oğul kötü konuşuyorsun, sen bunu kendine niye dert ediyorsun, açıkla görelim.’ diyerek bununla da beni boş yere borçlu çıkaracak. Biliyorum, İmam müt’a mevzusuna çok hassas yaklaşıyor. O müthiş gece… Hayır, aman Allah’ım günahım nedir, yine onu bana hatırlattın?”

Münteziri’nin nutku kurudu, sinirlerinin gergin olduğu hissediliyordu. Karısının SOS sinyali koridorda çalındığında kitaplıktaki kitapların arkasına sakladığı Karabağ şarabını yeniden yerinden oynatıp süzerek kadehine doldurdu. Birkaç yudum içtiği gibi kilitlenen ağzı aniden yine kelime püskürmeye başladı:
“Biliyorum, Efendi müt’a nikahına hak veriyor, aksi durumda o kendi…” Sustu, yarış atlarının uzun mesafeyi koşup tamamladıktan sonra burun perdeleri genişleyip sıcak havayı dışarıya bıraktığı gibi bir an o da nefes aldığında aynı şekilde burnundan odaya fısıltı karışık sıcak hava doluyordu. “Hayır, Münteziri, hayır, bunu ağzına alamayacaksın. Bunu hatırlasan bile Efendi’nin gazabına düçar olacaksın. Eğer söylemezsen o zaman hakikati söyleme aşkın nerede kaldı? Siz Efendi hazretleri, Irak’ta dört yaşında küçük kızcağıza müt’a nikahı kıyarak bütün İran erkeklerine örnek oldunuz. Sonra da ülkenin Yüce Ruhanisi mertebesine ulaşan biri olarak o utanç verici risaleyi yazdınız: ‘Erkek, eğer
çocuğun babasının izni olursa üç aylık süt emen çocuğa müt’a nikahı kıyabilir ve ona zarar vermeden şehvetini söndürebilir.’ Toplumda tepki gelince; ‘Kitle henüz buna hazır değil.’ diyerek kendinize hak kazandırıp o risale kitaplarını İran’ın tamamından toplattınız. Sadece Meşhed şehrinde Rezevi Kütüphanesi’nde nadir şekilde kaldığını kimse bilmese de biz efendiler yerini biliyor.” Kısa süre susup kitap dolabına doğru döndü. “Bir de benim bu elden, ayaktan uzak köşemde sığınacak yer buldu.”

Gizlice kapıya göz atıp birinin gelmesinden veya işitmesinden çekiniyormuş gibi hareketlerini dondurdu. Sessizlik, korkusuzluk vadedip rahatlığını temin ettiğinde kitap dolabının arkasında yarattığı kendine özel mağaraya yeniden başvurdu. Bu defa şişe şıngırtısı değil, kitap hışırtısının işitilmesi mümkündü. Necef şehrinin meşhur din alimi Seyid Hüseyin El Musevi’nin “Lellahe Somme Lelatarih” adlı kitabını eline aldı. Ayakta durmaya takati kalmamıştı, odayı duman kapladı, hayalen taşıdığı adamı şimdi bir değil üç aynı şekilde görüyordu. O, ısrarla gözünü ortadaki adama dikip durdu, çünkü çevredekilerin onu ayakta tutmak amacıyla yanında durduklarını zannediyordu. Döşemeye ne zaman çöktüğünün farkına varmadı. Kitabı okumakta ısrarlı olduğundan onu elinden bırakmayıp sayfalarını çevirdi: “Humeyni Irak’tayken Atfiyye mahallesinde aslen İranlı olan Seyid Sahib adlı dostunun evine misafir gitmişti. O, bizim gelmemize çok sevindi, gece onun evinde kalmamız için rica etti. İmam Humeyni onun ricasına önce tereddütle yaklaştı, ev sahibine rahatsızlık vermek istemediğini dile getirdi. İki dost sohbet ederken ev sahibinin üç, dört yaşında, zayıf, cılız kızı odaya girdiği an İmam çocuğu yanına çağırıp oturttuktan sonra necip bir baba şefkatiyle onun başını okşadı. Çocuğun yabancı adamın şefkatli okşamasından yeterincen Efendi cömertliğini de gösterip sofradaki şekerlikten bir üzümlü şeker alıp çocuğa uzattı. Kızcağız almaya tereddüt ettiğinde, Efendi şekeri onun eteğine koydu (Bunun rüşvet veya heveslendirme olduğu sonra ortaya çıkacak.). Çocuk çok güzeldi.
Ne olduysa Efendi birdenbire ileri görüşlülüğünü yere koyup bu akşam onların misafiri olmayı kabul etti. Her şey kuralına göre gidiyordu; normal misafirler gibi yiyip içtik, memleketimizin geleceğini de unutmadık. Tabii, İmam hayalindeki güllü, baharlı İran’dan ağız dolusu bahsetti, biz de ağzımızı ayırıp izledik. Kurtla kuzunun aynı çayırda saklambaç oynadığı bir ülkede nasıl hayret etmezsin? Kuzu korkmuyor, kurt da içindeki tuzağı taşımıyor ve tasvir edildiğine göre, hatta kuzuya hoş gelsin diye kurt dişlerini kendi pençeleri ile kırıp karnına dökmüş. İmam ansızın sohbeti kesip kadim dostunun yüzüne gülümsedi. Dost da cevap olarak reaksiyon gösterdikten sonra İmam ülkenin geleceğini katlayıp kenara bırakarak kendinin bu gecesini temin etmekten dem vurdu. Doğrusu, İmam’ın bu kadar gerçekliğe sığınacağını düşünmüyordum. Hayret ve şaşkınlıktan dilim ağzımda kurudu, kalbim şiddetle çarparak neredeyse dışarıya atlıyordu. O, kadim dostundan kızına bir gecelik müt’a nikahı yapmasına izin vermesini istedi. Ev başıma döndü, namuslu biri olarak ev sahibi bizi kovacak diye cübbemin eteğini elime topladım. Ama her şey İmam’ın gönlüne göre cereyan etti. Görünen o ki İmam arzusunu kadim dostunun gayretine göre hesaplamıştı. Adam ayaküstü İmam’ın isteğini kabul etti. İmam kendi dudak altında bir iki kelime mırıldandı. Gözlerini ciddi gayretle yumdu, görünen o ki MÜT’A alemi ile bağlantıya geçmişti. Gözlerini açıp gülümsediğinde artık kızı onun dizinin dibinde oturtmuşlardı. İşte o an; ‘Biz yol gelip yorulmuşuz, izin verin erkenden yatalım.’ dedi. ‘Ev sahibi misafirin kölesidir, misafir ne buyurursa ev sahibi hazırdır!’ dedi, İmam’ın yeni ve geçici kayınbabası. Elbette, bir dakika önce evin küçüğünün bir gecelik İmam’a kadınlık edeceğini öğrendik, ama ev sahibinin de aynı zamanda bize kul köle olacağını zannetmiyordum.

Yeni ‘evlenen’ İmam ‘karısının’ elinden tutup yan odaya geçince çocuk ağlamaya başladı. İmam da onu avutmak amacıyla tatlı dilini işe koydu, şüphesiz ki burada memleketin gelecek kurt ile kuzusunun saklambaç oyunu hoşa giden değildi. Çünkü kuzu korkuyordu ve nasıl da korkmayaydı ki, kurdun keskin dişlerini apaçık gördüğünden o kesici dişlerin altında yatan iştahın bu gece onu o dişlerle parçalayacağını anlamamış değildi. İran erkeği adına o gece çok utandım; İmam kızla yattı, biz ise aksine uyuyamadık. Odalarımız iç içe olduğundan sabaha kadar yavru kuzunun meleyip ağlaması, İmam’ınsa sinirli bağırtıları bir matkap gibi kulağımızın içini oyuyordu. Bizim akil İmam bir yavrucağa tutulduğundan o boyda İslam Devrimi’ni nasıl başaracağını düşünüyordum. Sabah ezanı okunduğunda kız çıplak bir şekilde odamıza girip ‘Anne, anne.’ bağırtısı, çığırtısı ile karanlıkta sürü önüne geçip anasını arayan kuzu gibi bize ani bir göz atıp durdu. El işareti ile anasının yattığı komşu odanın kapısını gösterdim. Yalın ayaklarını şapırdata şapırdata yoluna devam etti, gösterdiğim odaya yöneldi.

Kısa süre sonra İmam bizim odaya girdi, muhtemelen ibadetini yapıp bitirdikten sonra vakti bitmeyen müt’asını geri götürme düşüncesindeydi. Ben, duvara yaslanıp durdum, o ise yardımcısı Sabri’nin üzerinden yorganı kaldırıp onun baldırlarının arasını yokladı. Güya Sabri’nin büyük kafasından onun kimliğini belirlemek bu kadar zor imiş ki, onun kimliğini ayaklarının arasından daha iyi belirledi. Onun hareketlerini izlediğimi anladığında kısık tonda; ‘Sabri de buradaymış.’ diye mırıldandı. ‘Karısını’ kaybeden bu adam pişman bir şekilde odasına dönerken ona yüreğim acıdığından seslenip çocuğun anasının yanına gittiğini söyledim.

İmam’ın bu işine çok şaşırdığımda o kendine hak kazandırmak için tatlı kelimeler avlamaya çıkmayıp sadece şunu dedi: ‘Ben bu kızla seks yapmadım. Sadece cinsi ihtirasımı yatıştırmak arzusu ile şehvetle dokunup cinsel organımı onun kalçalarına yerleştirdim.’ Kızın babasına yöneldim; ‘Sen, İmam Humeyni’nin kızına müt’a nikahı kıymasına neden izin verdin?’ dedim. Utanacağını zannettim, kız babası olarak namusu lekelendiğinden utancından yüzünün kızaracağını düşünüyordum, lakin aldığım cevapla hayretten dondum kaldım. Nutkumun kuruduğunu söylemeye gerek yok diye düşünüyorum. Siz artık benim halimi tasavvur edersiniz. ‘Ben bu işe çok sevindim, müt’a nikahı yolu ile de olsa, hatta bir geceliğine bile olsa Humeyni Efendi’ye yakınlaşmak şereftir…’ dedi.”

“SONUÇ”: Kitapta bu bir kelimeye gelip çattığında o oturduğu yerden oturuşunu düzeltti, sanki bununla büyük din alimi Seyid Hüseyin El Musevi’nin “Lellahe Somme Lelatarih” kitabının mahiyetini anlamak istiyordu. Arada buğulanan gözlerini uzun beyaz gömleğinin eteği ile uzun uzun silip o bir cümleye bakışlarını odakladı.

“Sonuç: İşte o zamandan şimdiye kadar -o zaman deyince İmam Efendi’nin ibadetinden sonra gelip Sabri’nin yorganının altını yokladığı zaman- derin derin düşünceye gark oldum. O yüzden ki hiçbir şeyi, bu iki efendinin; müt’a aşkında olan misafirin ve müt’aya yavrusunu iteleyen ev sahibinin cinsel organı beynine mi yerleşmiş, yoksa beyinleri cinsel organının yerine mi
yerleşmiş kendim için aydınlatamadım. Kadim dost gibi anlayışı, bir sofrada tuz ekmek paylaşmayı kendilerine şeref bilmeyip cinsiyet organının şerefini ondan üstün tutuyorlar.”

Kitabın yazarı, İmam’ın yolculuk arkadaşı Seyid Hüseyin El Musevi bu sonuçtan sonra tembellik etmeyip bir değil, iki değil, tamı tamına bir sahife aralıksız soru işareti koymuş. Düşünüyorum, eğer imkânı olsaydı kesinlikle bu sorularla Kum şehrinden Necef’e kadar yol yapardı. Zavallı adamın beyninin sorularla yorulduğu bu bir sayfadan anlaşılıyor.

“Zulmün galip geldiği gece İmam güllü, baharlı İran’ın gelecek temel taşını attı!”
“El Musevi’nin müellifi olduğu İranlı erkeğin yüz karası kitabında kalın mürekkeple altını çizdiği bu satırlar onun ileri görüşlülüğünden haber veriyor. İmam, kendini haklı çıkarmak için bir gece yaptığı hataya bütün devrimin kazanımını sürükledi.

Efendi buna itiraz edecek, evet, kesin itiraz edecek. İtiraz etse bile söylemeliyim, vicdanım karşısında susmayı kabahat sayıyorum. Bu durumda susmak günaha ortak olmaktır. İtiraz etmek bir yana dursun, belki bu sohbeti açmama bile izin vermeyip ağzımın üstüne vuracak. Sen doğru bildiğin yoldan dönme Münteziri!” Kendi için adaletli karar verdiğine emin olarak memnun kaldı. “Evet, sohbete nasıl başlayacağım?”

Kapı vurulduğunda kendine telkin ettiği cesareti katlayıp kenara koyarak karısının akşam sofrasına davetini kabul etti. Davete icabet etmeliydi, zaten aile günde toplam bir defa bir araya gelebiliyordu. Hepsinin bir arada olması stresini atmada ona yardım ediyordu.

Aç idi lakin tabaktaki yemek ona göre değildi, pilavın üzerine kızartılmış yağlı tavuk butları dizilmişti.

“İştahım yok!” diyerek elinin tersi ile kabı kenara iteledi.
“Canım çıksın, canım! Canım çıksın, canım! Eyvah, adam elden gitti! Hekime götürmek gerek.
“Adamı rahat bırak!” diyerek oğlanlardan birisi annesini sakinleştirmeye gayret etti.

“Nasıl rahat bırakayım, evet, nasıl bırakayım? Hekim, deliliğin ilk alameti iştahsızlık, susup uzak bir noktaya bakmak diyor. Hepsi bunda var…”
Kadın sofradan bir kâğıt peçete alarak yüzünü, gözünü sildi.
Oğlanlardan her ikisi aynı anda analarını sakinleştirmek için seferber oldular:
“Rahatsız olma, razı ederiz, götürürüz.”
“Evde ancak cin, şeytan görüyor…”

O, geçen akşam eşinin uykudan ayağa kalkıp ciddi bir gayretle yatağında saklanan tahra-balta aramasını çocuklarına anlattığında Münteziri ağır adımlarla kendi odasına çekildi.

ELUCA ATALI -İSVEÇ /TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

Büyük Ayetullah Hüseyin Ali Muntazeri

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir