Kara Balık’la İlk Tanışma
“İran zindanında” kitabının “Devrimin travması” bölümünden
Fatma eteğinin belini aralayıp kara balığı özenle oraya yerleştirdi, yürüdüğünde balığın kayıp düşmeyeceğinden emindi. Çünkü eteğinin beli kalın lastik olduğundan bedenine sağlam yapışmıştı. Birkaç adım atıp eli ile elbisesinin üzerinden yokladı, endişeye gerek yoktu.
Aslında bu Samed Behrengi’nin “Küçük Kara Balık” masalıydı, ancak çocuklar ne kitabın yazarının ne de masalın uzun adını söyleyemeden onu kısaca “Balık” veya “Kara Balık” olarak adlandırıyorlardı. Masalı okumak için kitabı ararken boş kâğıda karakalemle onun eskizini çiziyorlar, balığın üzerindeki pulların yerinde soru işareti oluyordu. Birisinin masasına sırtında resimli alfabe ile ifade edilen sorular gezdiren balık resmi bırakılırsa açıklaması; “Küçük Kara Balık masalını nereden elde edebilirim?” olarak anlaşılıyordu.
Fatma, dün resim dersinde alelacele resimli alfabe ile soru hazırlayıp İskender’e verdi. O ise sayfanın öteki yüzüne balık çizip geri yolladı. Resmi gördüğünde kızın gözü pırıl pırıl parıldamaya başladı. Normal balıklarda olan yüzgeçler bu resimdeki balıkta yoktu. Onun yerine insanlardaki gibi iki ayak tasvir edilmişti. Resimli alfabenin dili ile okunduğunda ayaklar “kitabın sana ulaşacağı” anlamına geliyordu. Fatma’nın farkında olmadan gülmesi yanındaki arkadaşını uzanıp onun elindeki kâğıda bakmaya sevk etti. Resmi gördüğünde şaşkınlığını gizleyemeyen Solmaz:
“Su perisi mi?” diyerek resim hakkında yorum yaptı, ancak Fatma itiraz etti:
“Balık.”
“Ayaklı balık nerede var?”
Fatma, resme dikkatle baktığında gerçekten de resimdeki ayakların canlılar aleminde sadece insana mahsus olduğunun farkına vardı.
“O resim hatalı…”
Fatma, hatanın neyde olduğunu araştırmak istemiyordu, çünkü sınıfta Kara Balık hakkında açıktan sohbet etmek dönemin şartları nedeniyle yasaktı. Ancak Solmaz kendi açıklamasını devam ettiriyordu:
“Su perisinde ayak olmaz. Onların uzun saçları olur, kuyruklarına dolaşır.”
Resme bir daha bakmak istediğinde Fatma’nın onu resim defterinin arasında sakladığını gördü.
“Onun başını da hatalı çizmişsin!”
Fatma susuyordu, Solmaz’ın açıklamalarını kesmesini istiyordu ama o gittikçe kızışıyor, kendi inadında haklı olduğunu ispat etmeye gayret gösteriyordu.
“Onların başı balık başı olmaz, insan olur.”
Fatma sadece bunu sordu:
“Nerede gördün?”
“Andersen’in ‘Küçük Su Perisi’ masalından biliyorum.”
Fatma ile İskender’in gizli yazışmasını gözden kaçırmayan resim öğretmeni kızın başının üstünden elini öne uzattı. İnkâr etmeye gerek yoktu, resmi onun açık eline koydu, ama artık balığın nereden geleceğini biliyordu.
Altmış iki yılında başlayan Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin Ak Devrimi İran’ın sosyal hayatına da sıçradı. Çocuk ve gençlik kütüphanesi kurmak arzusunda olan Şahbanu bu kütüphaneleri dolduracak yeterince edebiyat olmadığını gördüğünde ülke yazarlarını seferber etti. Yayın Komitesi’ne gönderilen binlerce eserin arasından sadece iyi olan değil aynı zamanda monarşi yönetiminin çıkarlarına dokunmayan eserler yayına sunuluyordu. Komite arasında tartışmalara sebep olan imzalardan biri de çocuk yazarı Güney Azerbaycanlı yazar Samed Behrengi idi. Yarışmaya “Küçük Kara Balık” masalı ile katılan yazarın eserinin kahramanı küçük kara balık durmadan akına
karşı yapayalnız yüzüyor, yorulmuyordu. Toplumu uyandıracağından tereddüt eden komite üyeleri eserin yayınlanmasına izin vermedi, ancak oylamaya koyulduğunda yazarın düşüncesi galip geldi. İnatçı, iradeli, azmi ile çevresindeki yaşıtlarını hayrete düşüren küçük balığın gerçek sosyal devrim yaratma azminde olup İran sınırlarını yel gibi aşarak dünya dillerinde okunacağını gerçekten yeterince hesaplayamadılar.
İskender, ertesi gün derse gelirken omzuna astığı çantasını yere indirip Fatma’nın yanına bıraktı. Arkadaşları işitmesin diye kısık bir sesle;
“Bugün misafirim olabilirsin, sana katmer getirdim.” dedi.
Küçük bir torbayı onun çantasına koyduğunda ilk önce Fatma da gerçekten onun sadece yemek olduğunu düşündü. Ama açarken doyumluk olmayan katmerin yanında her an yüzerek uzaklara gitme hususunda sonsuz imkanlara sahip Küçük Kara Balık’ı gördü. İskender, kitabı Urumiye’de şahsi kütüphanesini halka açık kütüphaneye dönüştüren solcu Behram Afşar’dan ödünç almıştı.
Masalı bir gecede okuyan genç sabah kitabı geri vermek için kütüphaneye geldiğinde gördüklerine inanamadı. Kütüphanenin kapı-penceresi yıkık-dökük, kitaplar ise sokakta toplanıp yakılmıştı. Çocuk, çok sayıda deri ciltli kitabın etrafa yayılan dumanını izleyerek durduğu yerde çakılıp kaldı. İnsanların fısıltısından anladığına göre olay sabah erkenden gerçekleşmiş, kütüphaneci ise dün akşam idam edilmişti. İskender, İmam Humeyni’nin namazın manevi özelliklerinden bahseden “Adabu’s-Salat” kitabının arasında gizlediği Samed Behrengi’nin “Küçük Kara Balık’ın Masalı” kitabı ile birlikte eve döndü. Solcu düşünürün ürünü ile mümin liderin kitaplarını birbirinden ayırdı. Solcunun kitabını yatakların arasında saklarken mümininkini yazı masasının üzerine koydu. Kütüphane kapısından çıkarken arkasından; “Kara Balık hakkında düşüncelerini bana söylemeyi unutma genç delikanlı.” diyen Behram Afşar’ın güçlü sesini şimdi hatırlamak onun için işkenceye dönüşüyordu.
Fatma, sabırsızlıkla birinci teneffüs zilinin çalınmasını bekledi ve hızlı adımlarla kendini sınıftan bahçeye attı. Okul bahçesinin ucuna ulaşıp ağaç gölgesinde oyalanarak hızlıca çantasından Kur’an’ı aldı. Ardından belindeki balığı çıkarıp Kur’an’ın arasına koydu. Henüz girişi okuyordu, ilk cümlelerindeydi. Küçük Kara Balık’ın annesine söyleyeceği isteğini annesi uykudan uyanana kadar sabredemeyip onu uyandırdığı satırı geçti. Küçük balık, bu küçük denizin dünyanın hepsi olmadığını, onun sonunun var olduğunu, kendisinin sonunu görmek istediğini annesine anlatacak kelimeler bulmakta acizdi. Anne balık, yavrusunun kaderi, içinde yaşadığı denizin hangi ırmağa akıp döküldüğünü, o ırmağın nerede bittiğini öğrenmek isteği ile oynadığını işte o an anladı …
Yavrusunu bu korkunç düşüncelerden hangi kelime ile uzaklaştırabilirdi? Onun yüzüp uzaklara gitmesini nasıl engelleyebilirdi? Anne düşünüyordu. Fatma, anne-çocuk tartışmasının sonucunu çabuk öğrenmek hevesiyle satırları gözleri ile yiyordu. O anda kitabın üzerine düşen gölge onu başını yukarı kaldırmaya mecbur etti. Birden ayağa kalkıp kitabı hızlıca eli ile arkasına sakladı. Başı üzerine uzun gölgesi düşen adam onun sınıf öğretmeni Ali Rıza Şükrü Afşar idi. Kız, affedilmez suç işlemiş insan gibi başını aşağıya indirip sustu. Öğretmeni ise onun başını okşayıp alnından öptü:
“Bu kitabın yasak olduğunu biliyor musun?”
“Biliyorum efendim!”
“Hani, göster…”
“Evet, efendim.” dedikten sonra korka korka arkasındaki kitabı öğretmeninin önüne uzattı.
Dini kitabı gören öğretmen gülümsedi:
“Çok tedbirlisin, senin kadar bilgili olduklarını düşünmüyor musun?”
Kız, Ali Rıza Öğretmen’in bahçede dolaşan nöbetçi öğretmenlerden bahsettiğini anlamıştı. Usulca omuzlarını oynattı.
“Devam et!” diyen öğretmen uzaktan görünen okul müdürünü işaret ederek; “Dikkat et haberi olmasın!” dedi. Fısıltı ile Fatma’ya nasihat verdi.
“Oldu, efendim!”
O sabah okula geldiğinde herkesi üzüntülü gördü. Suskunluğun sebebini kime sorduysa cevap vermiyorlardı. Bütün okul sessizliğe bürünmüştü, sanki kurbağa gölüne taş atmışlardı. O, yürüyerek okul müdürünün kapısına varıp kapıyı vurmadan kendini içeri attı. Müdür ayağa kalkıp sessizce kızı süzdü, ancak onun soru dolu bakışlarına hiçbir tepki vermedi. O, çantasını yerde sürüye sürüye sessiz adımlarda sınıfa doğru gitti. Çocuklar düzenli bir şekilde yerlerine oturmuşlardı. Sınıf öğretmeni Ali Rıza Şükrü Afşar’ın sandalyesinden başka sadece onun sırası boş kalmıştı. Kısa süre sonra okul müdürü içeri girerek okul hakkında yukarıdan gelen yeni kuralları onlara anlattı:
“Devletimizin yeni kararına göre, yarından itibaren bütün kızlar okula başı örtülü gelecekler!”
“Müdür Bey!”
Soru sormak için elini kaldıran erkek öğrenciydi.
“Kanun erkek çocuklarını kapsamıyor!”
Okul müdürü kesin bir şekilde bildirdiğinde ortaya yeni bir soru çıktı.
“Neden?”
“Birincisi, yeni karara binaen erkek ve kızların okulları ayrı olacak. İkincisi, erkek çocuklarının saçlarının görünmesinde hiçbir günah yok.”
Öğrencilerden biri yerinden seslendi:
“Müdür Bey!..”
“Devletin kanunu öğrencilerle müzakere edilmiyor.”
Müdür sınıfı süzdü. Sınıf derin bir sessizliğe bürünmüştü.
“Bugünlük bu kadar yeter! Anladınız mı?!”
Çocuklar bir ağızdan seslendiler:
“Evet, Müdür Bey!”
“Evet, bir de…” Okul müdürü yanında duran kara çarşaflı, uzun kara mantolu kadını eli ile göstererek:
“Sizi yeni sınıf öğretmeninizle baş başa bırakıyorum.”
Müdür sınıftan çıktığı anda Fatma çantasını kaptı, evlerine doğru yönelip koştuğunda yolda herkes durup sokak boyu koşan bu kızcağızı izliyordu. Urumiye Mescid mahallesinin insanları kızı tanıdıklarından en çok da koşma sebebini öğrenmek isteği ile arkasından ona sesleniyorlardı. Eve girdiğinde babası Allahkerim namaz kılıyordu, kendini tutamadı, doğrudan babasını kucaklayıp hıçkırdı:
“Baba!”
“Allahu Ekber!”
“Baba…”
İbadetini bozmak istemeyen Allahkerim bir anda: “Allahu Ekber…” diyerek kızının ona mâni olmaması için zaman istedi.
Çantasını evin ortasına atıp babasının başını secdeden kaldırmasını sabırsızlıkla bekledi. Adam, ibadetini bitirip kızına hiçbir şey söylemeden gözlerini susuz boş akvaryuma dikti.
“Baba, konuşsana?”
“Deryaya can atıyordu, uzağa yüzecekti… gafil ağa takıldı. “ diyen babası halı üzerindeki namazlığını katlarken açıklamasına devam ediyordu: “Hedefine ulaşamadı. Bu dünyada yenilmeyip kendi eceli ile ölen küçük balıklar azdır. Herkes onların izindedir… Ya yiyorlar ya da kendi çıkarları için kullanıyorlar.”
“Baba…”
“Kendi hayatlarını istedikleri gibi yaşamaları için kimse onlara imkân vermez.”
“Baba…”
“Onları idare ederler…” Fatma iki eli ile babasını tutup silkelediğinde, “Kızım, hayat dediğimiz bu!”
Kızın eli boşaldı, babasının kollarını bırakıp yumuşak adımlarla giderek pencere önündeki akvaryumun önünde diz çöktü.
“Ne zaman oldu bu?”
“Bu sabah horozun ilk ötüşünde. Sabah ezanı okunduktan hemen sonra idam etmişler.”
“Demek, sabah uykudayken almışlar…”
“Hayır, akşam okuldan döndüğünde almışlar, yoldan… Evinden değil. Ama idamı sabah gerçekleştirmişler…”
“Ali Rıza Şükrü Afşar Bey iyi adamdı, neden ona kıydılar ki?”
“Büyük denizlerdeki köpekbalıkları küçük balıkları yutmazlarsa kendileri yok olurlar.”
“Aç kalmamak için yiyorlar…”
“Hayır kızım, hayır… denizde rahat yüzmek için.”
“Baba, sonuçta deniz büyüktür, Kara Balıklarsa küçücük.” diyen Fatma serçe parmağını havaya kaldırıp dikkatle onu süzdü. “Onlar köpekbalığı gibi büyüklere nasıl engel olabilirler?”
“Kızım, Kara Balıkların sayısı çoğaldığında, onlar birleştiğinde köpekbalıkları rahatsız olur. Neden olduğunu biliyor musun?”
“Neden?”
“Köpekbalıklarının sayısı az olur. Kara Balıklarınsa doğurup çoğalma kabiliyeti güçlüdür.
ELUCA ATALİ -İSVEÇ /TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Bir yanıt yazın