Halil Ergün, tiyatroyla başladığı oyunculuk kariyerine onlarca film ve dizi sığdırdı. Mesleğinin zirvesindeyken rol aldığı “Yaprak Dökümü”ndeki ‘Ali Rıza Bey’ rolüyle de fenomen oldu. Tekrar bölümleri bile izlenme rekorları kıran diziyle Z kuşağına da ulaşan usta oyuncuyla, Anadolu Hisarı’ndaki evinde geçmişten bugüne uzanan keyifli bir söyleşi yaptık.
Röportaj: Sayım ÇINAR
Sizin gibi usta bir sanatçıyla röportaj yapmak benim için çok değerli. Bizi evinizde kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.
– Ben teşekkür ediyorum.
Kariyeriniz boyunca çok sayıda karaktere hayat verdiniz ama en çok “Yaprak Dökümü” dizisindeki Ali Rıza Bey rolüyle hafızalara kazındınız. O nedenle sizinle önce Ali Rıza Bey’i ve kült olmuş bu dizinin hayatınızdaki yerini konuşmak istiyorum…
– “Yaprak Dökümü”, halen tekrar bölümleri yayınlanan bir dizi. Sokakta yürüyemeyen bir aktörüm. Kadın-erkek, genç-yaşlı herkes çok ilgi gösteriyor, bana bakışları bile farklı. Bir aktör yaptığı işin karşılığını bu şekilde alıyorsa başka ne ister? En büyük zenginlik bu. Hayat bana bu tadı gösterdi.
Reşat Nuri Güntekin’in bu ölümsüz eseriyle ilk ne zaman tanıştığınızı hatırlıyor musunuz?
– Hatırlamaz mıyım… İznik’teydim, ortaokula yeni başlamıştım. Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullarla ilgili bir politikası vardı ve okullara kütüphaneler kurulmuştu. Biz de gider, kütüphaneden kitap alırdık. Benim oradan alıp okuduğum ilk kitap “Yaprak Dökümü”ydü. Çok etkilenmiştim… Aradan seneler geçti, çok önemli yönetmenimiz Memduh Ün “Yaprak Dökümü”nün filmini çekti. Fatma Girik, Güzin Özipek, Ediz Hun, Semiramis Pekkan, Nurhan Nur oynuyordu. Hepsi çok değerli isimler. Birçoğu yaşamını yitirdi, ruhları şad olsun. Filmini izlediğimde de çok etkilenmiştim. Baba karakterini Cüneyt Gökçer oynuyordu o filmde. Bir müddet sonra TRT’ye dizisi de yapıldı, orada da babayı Kerim Afşar oynadı.
Kanal D’de 2006 yılında yayın hayatına başlayan ve 5 sezon süren “Yaprak Dökümü” dizisinden size teklif geldiğinde hemen kabul ettiniz mi?
– Bana teklif geldiği zaman aranan bir oyuncuydum ve çok film çekiyordum. Dizi kültürü de henüz çok oturmamıştı televizyonlarda. Açıkçası kabul etmiyordum dizi tekliflerini. O yüzden kaçtım başta.
“Yaprak Dökümü” iyi bildiğiniz bir romanmış oysa. Uyarlamalarını da hayranlıkla izlemişsiniz. Teklifi kim getirdi ve sizi ikna etmek neden zor oldu?
– İrfan Tözüm getirdi öneriyi. Ben filmlerde oynamaktan keyif alıyordum, ödüller de kazanıyordum ama ikna ettiler sonunda.
Bir de daha önce karakteri Cüneyt Gökçer oynamış, Kerim Afşar oynamış, bunlar çok değerli ustalar. Ürktüm biraz açıkçası. “Ben kendime göre yorumlayacağım” dedim, “Tamam” dediler. Karar verildi ve başladık.
Sizin de dediğiniz gibi, 2010’da bitmiş olmasına rağmen halen tekrar bölümleri yayınlanan kült bir dizi “Yaprak Dökümü”. Neydi bu başarının sırrı?
– Bir kere çok iyi bir ekip çalışmasıydı. Ben çok filmde çalıştım. Bir kadronun 5 yıl boyunca çıtını çıkarmadan bir diziyi götürmesi gerçekten büyük başarıdır. Bir de yönetmeni de senaryo yazarları da kadındı. Ben, dünyayı kadınların kurtaracağına inananlardanım. Ayrıca gençler vardı ve herkes görevini çok iyi yaptı.
Siz de Ali Rıza Bey rolünde çok başarılıydınız.
– Gözlem çok önemli, hayatın gözlemi. Her şeyin bir matematiği var. İnsan ilişkilerinin, aile ilişkilerinin de öyle. Bunların bilincine erdiğinde, oradaki fonksiyon noktasını göstermenin tartışmasını kafanda yaparsın, bunu aktarırsın provada. Ali Rıza Bey hangi durumda nasıl bir reaksiyon gösterir, hangi acıyı veya sevinci taşır, bunlara özen gösterirsin. Ben genel olarak karakterlerime böyle bakarım oynarken.
Dizinin tekrarları sayesinde Z kuşağı da sizi Ali Rıza Bey rolüyle tanıyor, değil mi?
– Evet, yolda görünce sarılıyor, “Ali Rıza Amca” diyorlar.
Büyük konuşmuştum, başıma geldi…
Başta kaçtığınız bu dizi, hayatınızın dönüm noktalarından oldu bir anlamda…
– Size bir hatıramı anlatayım. Böyle tepeden bakıyoruz ya o zaman dizilere, gazetenin birine verdiğim röportajda “Bir oyuncunun oynadığı rolle anılır olması çok hoş bir şey değil” gibi bir laf etmişim. Sonuçta bir sürü film çekiyorsun, her birinde de ayrı bir ismin var. Şimdi hiç kimse kusura bakmasın, bunu söylemek zorundayım; benim bütün dizilerim tuttu. Ama “Yaprak Dökümü” fenomen oldu. Sonra başka bir röportaj verdim, “Kimse büyük konuşmasın, gelip alnına yapışıyor böyle” dedim. Ben büyük konuşmuştum, benim de başıma geldi bu. Demek ki oluyor…
Bizim dizilerimizin dünyanın birçok ülkesine satışı yapılıyor. Yurtdışına çıktığınızda ilginç bir olayla karşılaştığınız oldu mu?
– Her yerde tanıyorlar, Peru’da bile! Burada da yabancılar fotoğraf çektiriyor. Aslında soruya başladığınızda ben telif hakkını soracaksınız sandım…
Soracağım; işleriniz yurtdışında gösterildiğinde telif alıyor musunuz?
– Hayır efendim, almıyoruz. Birkaç kere geldi, o da üç kuruş, beş kuruş. Zuhal’le (Olcay) oynadığımız film için İspanya’dan geldi bir kere de, o kadar. Burada telif hakkı yok oyunculara. Bunun kavgalarını yaptım ben. 4 sene bakan danışmanlığı yaptım, çok uğraştık telif hakları için, olmadı. Mesele yönetim değil, bizim kendi endüstrimiz. Dayanışma yok maalesef…
Hiçbir zaman çok para kazanmak gibi bir meselem olmadı…
Siz mesleğinde usta bir oyuncusunuz, tanıdığımız kadarıyla çok da mütevazı bir insansınız…
– Bunu söylüyorum ama yanlış anlamasınlar; bu yeter biliyor musun? Benim hiçbir zaman zengin olmak, çok para kazanmak gibi bir meselem olmadı. Nereye gitsem, hangi kenti dolaşsam sevildiğimi görüyorum, “Sen farklısın” biçiminde bir yaklaşımı gözlerinden anlıyorum insanların. Asıl zenginlik bu. Benim bir tarzım vardı ve bu algılanmıştı. Daha ne isterim bu yaşta? Mesleğimin karşılığı olarak görüyorum insanların bana karşı ilgisini, sevgisini. Besleniyorum da bundan. Oyunculuk mesleğini tercih eden bütün gençlere söylüyorum; işte bu tadı yaşamaları için çaba göstersinler. Diğer hesapları, kitapları arkasından hayat getirir onlara.
Hayatta bir duruşunuz var. Çevrenizde de hep devrimci isimler, çok büyük sanatçılar oldu sizin; Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Oral Çalışlar gibi. Bulunduğunuz yer, yaptığınız işe bu anlamda büyük bir katkı sağlıyor olmalı, öyle değil mi?
– Bu tavrımızın ağır faturalarını da ödedik biliyorsunuz. 12 Mart’lar, 12 Eylül’ler… 12 Mart’ta bizim tiyatromuzu ‘gizli örgüt’ yaptı savcı. Oyunun provalarına “gizli örgütün eylemi” dedi. Nasıl bir hukuksa bu? Afla çıktık biliyorsun. Sonra yıllar geçti, o askeri savcıyla karşılaştık bir gün. İsmini vermeyeyim de yaşıyorsa rahatsız olmasın. Abdi İpekçi filmi için parlamentoda çekim yapacaktık. Turan Güneş fakülteden hocamdı, o beni gezdirdi parlamentoda. Asansöre bindik, karşımda o savcı! Milletvekili olmuş. Öyle baktım yüzüne. Mosmor oldu. Bir şey söylemedim…
Geçmişe dair pişmanlıklarınız var mı?
– Hiçbir şeyden pişman değilim. Şunu savunuyorum; pişman olmak yok, ders almak var. Mesele bir daha pişman olacağın bir şey yapmamak. Seçimlerimden hiç pişman olmadım. Ben yoksul bir ailenin çocuğu değilim. Özel taleplerim de olmadı hiç, bunu söylemek istiyorum. İnsanların adil bir dünyada, eşit şekilde yaşamalarını savunan bir anlayışın insanıyım. Çocukların aç kalmadığı, tüm çocukların özgürce gelişme imkânı elde ettiği bir toplumu savundum hep. Bugün de aynı şeyleri savunuyorum.
Türk edebiyatının çok önemli iki yazarıyla; Yaşar Kemal’le ve Aziz Nesin’le tanışma imkânınız oldu. Bu iki yazarla ilgili bize anlatabileceğiniz özel şeyler vardır mutlaka…
– Onlar imzalarını çakmışlar, “Allah’a ısmarladık” demişler. Bir sürü insan var ya ortalıklarda, ülke üstüne ahkâm kesenler, yönetim kademelerinde bulunup tarihe iz bıraktığını söyleyenler, onlar değil, Yaşar Kemal’ler, Aziz Nesin’ler hatırlanacak. Yaşar Kemal için daha önce bir röportajımda da söylemiştim, “O çağımızın Homeros’udur” demiştim. Bugün de aynısını söylüyorum. Bundan 200 yıl sonra da insanlar Yaşar Kemal’in, Aziz Nesin’in adını bilecek ve onlara sahip çıkacaklar. Bir sürü yönetici, bir sürü politikacı gelip gidecek ama onlar kalacak. Mustafa Kemal Atatürk gibi. Mustafa Kemal ve arkadaşları Cumhuriyet’i kurdular. Onların sunduğu macera, “Cumhuriyet macerası” diyelim ona, öyle çocuk oyuncağı filan değil. Bugün daha çok anlıyorum…
“Yol” dünya ölçeğinde bir filmdi…
Siz Yeşilçam’da inanılmaz iyi filmlerde rol aldınız. Örneğin “Şalvar Davası”. Aristofanes’in “Lysistrata” oyunundan uyarlanmıştı bu kült yapım. O filmle ilgili neler söylemek istersiniz?
– Ben çok çaba gösterdim o filmin çekilmesi için. Mekân arıyorlardı, bizim de İznik’te topraklarımız vardı. Ailemin tarlalarında çekildi bir sürü sahne. Hatta o filmdeki traktör var ya, benimdi o. Ben oynamayacaktım filmde aslında. Canım kardeşim Müjde Ar oraya geldiklerinde evime gelmişti. Saçlarım beyazlaşmaya başlamıştı, saçımı boyamıştı eve gelip. Sonra bana filmde oynamamı teklif ettiler. Çok önemli bir çalışmaydı benim için, çok da güzel çekildi.
Sizi bulmuşken “Yol”dan bahsetmemek olmaz. O filmle çok önemli bir başarıya imza attınız. Size neler kaldı bu yapımdan geriye?
– O kadar önemli şeyler kaldı ki… Dünya ölçeğinde bir filmin oyuncususun bir kere. Büyük emeklerden geçmiştir o film.
Yılmaz Güney’in yanı sıra Atıf Yılmaz, Ömer Kavur gibi çok önemli sinemacılarla çalıştınız. Onlarla ilgili neler söylemek istersiniz?
– Bu saydığın yönetmenler var ya, hepsi gerçek kahramanlardır. Sayısız yönetmenle çalıştım, hepsi bende derin izler bırakmıştır. Atıf Abi ve Zeki Ökten benim Çiçek Bar’da hemen hemen her zaman oturabildiğim insanlardı. Kadir (İnanır) de çok yakın arkadaşım olmuştu. Geçen gün bir saydım, oranın müdavimlerinden bir tek ben ve Şerif Gören kalmışız. Kadir erken ayrılmıştı oradan zaten. Kemal Sunal’lar, Aytaç Arman’lar, Atıf Yılmaz’lar, Zeki Ökten’ler… Bak kimler o masadan gittiler. Kaybettik onları…
Hepsinin sizin hayatınızda ayrı bir yeri vardı, değil mi?
– Onların yeri benim hayatımda çok derindir. Atıf Abi’yle neler neler konuşurduk. Ama ben onların yanına “Abi abi” diyerek gelmedim. Söyleyecek lafı olan bir adam olarak oturuyordum yanlarında. Bana film çektirsinler diye değil. Yani siyasal, kültürel bir birikim içinden gelmiştim ve onlarla oturup sohbet edebiliyordum. En yakın dostum olmalarına rağmen ikisinin de hiçbir filminde oynamadım. Ne Atıf Abi’nin filmlerinde ne Zeki’nin. Benim öyle bir derdim yoktu ki, bana film çektirsinler diye bakmadım bu dostluklara.
Yeşilçam’ın efsanevi kadın oyuncularıyla arkadaşlığınız nasıldı?
– Türkan Şoray’ı çok severim. Ağır hayranlığım vardı Türkan Şoray’a. Fatma Girik’e de. Fatma Girik benim çok önemli bir dostumdu. Hepsi çok değerli. Bilge Olgaç halen hayatımda. Dört-beş film çektik onunla. Bunu hep söylüyorum; Bilge Olgaç’ın ve Behice Boran’ın hayatı filme çekilsin, ben de katkıda bulunayım. Erkek egemen kültürün içinde iki önemli kadındır onlar. Uzun metraj filmlerinin çekilmesini isterim. Her türlü katkıda da bulunurum.
Arif Keskiner’i geçtiğimiz günlerde kaybettik. Kendisinin son kitabında siz de yer alıyorsunuz. Neler söylemek istersiniz?
– Benim Arif Keskiner’le arkadaşlığım sinemada değil, Ankara’da başladı. Ben öğrenciyken Halk Oyuncuları’nda “Teneke” oyununda rol aldım ilk kez, orada tanıdım Arif Abi’yi. Ankara’da yaşıyordu ve kitap satarak var olmaya çalışıyordu. Buraya geldiğimizde de bizim Azmi’nin kahvesi vardı Yeşilçam’da, orada otururduk birlikte. Kardeşi Abdurrahman Keskiner şirket kurdu burada. Sonra Azmi’yle birlikte Çiçek Bar’ı kurdular. Ardından sinema geldi tabii. Arif Keskiner, 60 sonrası özgürlük ortamında yetişen insanlardan biriydi ve bir tavrı vardı. Aydınlıktan yana, özgürlükten yana tavrı olan bir arkadaştı. Ve şöyle zengin bir şey yaptı; Çiçek Bar’da entelijansiyanın; sanatçının, yazarın, çizerin, reklamcının, yani farklı düşüncede olanların bile uygarca ilişkiler kurabileceği bir yer oluşturdu Azmi’yle. O bir aydın insandı, entelektüeldi, abimizdi. Işıklar içinde yatsın.
İstanbul her gün keşfe hazır, uygarlığın bütün izleri burada…
Sanatçıların benimsediği, yerleşip hayatlarını geçirdikleri özel yerler oluyor. Siz de İstanbul âşığısınız ve şu an Anadolu Hisarı’nda çok güzel, müze gibi bir evde yaşıyorsunuz. İstanbul sizin için bir sevgili gibi, değil mi?
– Öyle. Ben ilk kez ortaokuldayken geldim İstanbul’a. Babam, abime askerden sonra ayakkabı mağazası açmıştı. Ama tutturamadı abim. “Ben İstanbul’a gideceğim” dedi. Çarşıkapı’da kadın ayakkabıcıları var, oraya geldi bir tanıdık vasıtasıyla. Ben de onu görmek için geldim ilk kez İstanbul’a. Sonra lise yıllarım oldu. Pertevniyal Lisesi’nde okudum. İstanbul’u çok seviyorum ve her gün yeniden keşfediyorum. Geçen İsviçre’nin nüfusunu sordum, 8 milyon dediler. Burası ise 20 milyonluk bir kent. Her gün keşfe hazır ve her gün yeni bir şey fark ediyorum. Bildiğim, hatıralarımın olduğu yerleri de yeniden geziyorum. Uygarlığın bütün izlerini burada yakalıyorsun…
Bir kitap, tiyatroya da sinemaya da uyarlanabiliyor. Hepsi birbirinden önemli sanat dalları tabii ama sizce en etkilisi hangisi?
– Ayrım yapamam. Tiyatro benim için çok önemli. Seyirciyle karşı karşıya olmak, göz göze gelmek… Nefeslerini duyuyorsun, onun sıcaklığı başka bir şey. Sinemada da kamerayla sevişiyorsun. Orada sevgilin kamera. Sinema da başka bir büyü. Ama sinemada seyirci edilgen durumda, baskın olan perde. Tiyatroda öyle değil. Tiyatro doğru dürüst iş yapmanı besler. Tekrarın yoktur çünkü. Sinemada “Olmadı” der, yeniden çeker yönetmen. Öte yandan sinema evrenseldir, çok yaygın bir alandır.
Dizilere “Ya tutarsa” diye başlamamak lazım…
Size muhakkak çok teklif geliyordur, var mı gündeminizde yeni bir proje?
– Bana çok teklif geliyor. Şimdi bir diziye başlayacağız, haziran-temmuz gibi başlayacak çekimler galiba. Orada senaryoyu tartışıyorum arkadaşlarla, onlar da dinliyorlar sağ olsunlar. “Yaprak Dökümü” çok doğru yapılmış bir çalışma, bambaşka bir boyuta sıçramış bir işti. Ama artık “Ya tutarsa?” halinde yapılıyor diziler. Oysa bu ciddi bir iştir. “Ya tutarsa?” diye başlamamak lazım. Senaryo çalışmalarına biraz para yatırmak gerek.
İzleyicin fotoğraf çektirmek istiyorsa çektireceksin!..
Sayısız ödül almış, kariyerine onlarca film, tiyatro oyunu ve dizi sığdırmış önemli bir sanatçı olmanıza rağmen çok mütevazı bir hayat yaşıyorsunuz. Bu halkın da hoşuna gidiyor. Bu kadar ünlü olan insanlar şımarır genelde çünkü…
– Ama biz adımı böyle attık. Biz, insanı seven insanlardanız. Anadolu lafıdır bu. Bir sürü oyuncu arkadaşta görüyorum ben, “Iyy fotoğraf çektirmek” yapıyorlar. Yahu ne oluyor? Reytingi alırken iyi ama! Reytingin hesabını yapıyorsun, sinema biletinin ne kadar satıldı diye hesabını yapıyorsun, izleyicin seninle fotoğraf çektirmek istiyorsa çektireceksin abi! O da onun içinde neticede. Sen ona bir ürün sunmuşsun, o da sana karşılık veriyor bunu yaparak. Ne demek “Ben farklıyım”, “Ben şöhretim” filan? Bakın, hayatın dili var. Benim çiçeklerim var bahçede, onların dilinin olduğunu fark ediyorum ben. Hayvanlarım var, kedilerim, köpeklerim var burada. Hepsinin dili var. Yaradan bir sistem kurmuş ve kimse özel filan değil. Herkes eşittir.
Yaşlanmayı kabullenemiyorum, kendimi çok genç görüyorum…
İnsan yaş geçtikçe değil, yaşamadıkça yaşlanıyor derler. Öyle mi sizce de?
– Ben yaşlanmayı kabullenemiyorum. Kendimi çok genç görüyorum ve hâlâ daha heyecanlanıyorum hayattan. Sabahın, akşamın müthiş heyecanını yaşıyorum. “Oh!” diyorum ya, ufacık bir çiçek de bana heyecan veriyor, çok sevimli bir çocuk geçerken de heyecanlanıyorum. Arabayla dolaşıyorum İstanbul’u. O kadar çok seviyorum ki. Hani betonlaşma var ya İstanbul’da, o mekânları gezerken hiç kızmıyorum buna. “Burada insanlar âşık oluyorlar, yaşıyorlar, ölüyorlar, aç kalıyorlar, ekmek kavgası yapıyorlar, koşturuyorlar” diyorum. Herkesin merkezi, kendi hayatı var. Eşitlik duygusu bu. O zaman da buradan ayrılmak istemem ya. Daha neye yaşlanacağım ben? Hayatın bütün tezahürlerine tanık olmak istiyorum. O yüzden kendime iyi bakıyorum. Daha yapacağım işler de var.
Her zaman oyunculuk yapmak istiyorsunuz değil mi?
– Tabii tabii, ben oyuncuyum, başka ne yapabilirim? Öyle olmuş bitmiş de değiliz. Her gün bir şey öğreniyorsun. Hani “Ben çok mühimim” diyen adamlar var ya, mühim adam olmak beni hiç ilgilendirmez. Mühim adamlar dolaşır ortalıklarda. Mühimmat deposu! Kibriti çaksan patlayacak yani! Benim hiç öyle bir şeyim yok.
Dördüncü derecedeki arkadaş benden fazla para alıyormuş…
“Hiçbir zaman çok para kazanmak gibi bir meselem olmadı” dediniz. Sizin çin alacağınız ücretten ziyade projenin içeriği önemli değil mi?
– Öyle… Bir gün bile para konuşmadım biliyor musun? Kaç filmde oynadım, “Şu parayı isterim” demedim. Ama bir dizide şuna tanık oldum; dördüncü derecedeki arkadaş benden fazla alıyormuş. Bunu şirkette öğrendim ve böyle kaldım! Ve söyledim gidip “Ya böyle bir şey de varmış be” diye. Bir kere oldu hayatımda bu.
Halil Ergün’den aşk şiiri…
Oyunculuğun dışında ilgilendiğiniz bir sanat dalı var mı?
– Şiir yazıyorum. İnşallah yayınlanır bir gün. Genellikle aşk şiirleri yazıyorum.
Sizden aşkı dinleyebilir miyiz?
– Aşk bir kere insanın kendisini sevmesidir. Sevgilin vardır, ölürsün bitersin de uğruna ama aslında o senin kendini sevmendir. Aşk başkası için ölmek değildir. Kendi kalbinin, kendi organlarının fonksiyonudur aşk aslında. Tabii ki saygıyı getirir, ilişkiyi getirir.
Peki dünyanın en büyük acısı aşk acısı mıdır?
– “Öpüp koklarken yeniden / Aşkın karşı konulmaz hüznünü / Ey kalbimin titreşen solukları, tükenen ömrüm / Ey eskilerden eski bahar akşamları / İnce bir sızı olun, usulca sokulun dağlarıma / Uğrak yerlerime derin sular vuruyor / Boyuna eskiler alıyor, eskiler satıyor eski adamlar / Ve sevgilim senin yıpranmış bakışların ince bir bıçak gibi içime sokuluyor / Arkası acının iç çekişleri / Diren şimdi, acı çek kırlangıç kanatlı kalbim / Boy ver, dal budak sal ve beslen hüznün ölümsüz ormanında.” Bu cevap işte. Benim şiirim bu.
Çok güzel, çok teşekkür ederim.