Alevi aydınlarından olduğu anlaşılan sosyal medya arkadaşlarımdan Rıza Aydın, sosyal medya hesabında yayınladığı “Timur’un Anadolu Seferi” başlıklı yazısında, bizi de etiketleyerek, belli ki konuya ilişkin görüşümüzü öğrenmek istemiş. Kendisiyle çok faydalı görüş alışverişinde bulunduk. Alevi olsun, Sünni olsun, hatta dinsiz olsun; böyle aydın insanlarla yapılan sohbetin keyfi başka oluyor doğrusu.
Rıza Bey’in yazısında ilgimi çeken bazı satırlar çerçevesinde, Osmanlı’nın Anadolu’ya yönelik askeri harekâtı, uygulamaları ve İmparatorluğun Türk unsuruna bakış açısı hakkındaki kanaatlerimi, okuduklarımın ışığı altında gücümün yettiği, dilimin döndüğü ölçüde açıklamak istiyorum.
…
Bizim klasik tarih kitaplarımızda Osmanlı’nın Anadolu’daki askeri harekâtı, genelde “Anadolu’da Türk birliğinin sağlanması” ve “Avrupa’ya yapılacak akınlar öncesinde cephe gerisinin emniyete alınması” olarak nitelendirilir. Mesela Fatih Sultan Mehmet’in, Akkoyunlular ve Karamanoğlu Beyliği üzerine yaptığı harekât bu şekilde nitelendirilir. Gerçi bunun haklı sebepleri de vardır.
Mesela; “Timur, Anadolu seferi sırasında Karamanoğulları’nın kendisine saldırmaması üzerine beyliğin yönetimini bizzat II. Sultanzâde Nâsıreddin Mehmed Bey‘e vermiştir. Bu durum Büyük Timur İmparatorluğu ile savaş halinde olan Osmanlı Devleti ile Karamanoğulları arasındaki güç mücadelesini Karamanoğulları lehine çevirmiş ve beylik Osmanlı himayesindeki toprakları ele geçirmeye başlamışlardı. Bursa‘yı kuşatan Karamanoğulları, kenti ele geçirememiş, ancak Osmanlıların başkenti olan bu kenti yağmalamışlardı.1443-1444 yılları arasında yapılan Varna Muharebesi esnasında Karamanoğlu İbrahim Bey, Ankara ve Kütahya‘yı ele geçirmiş, Varna Muharebesi’nden zaferle dönen II. Murat Karamanoğulları’na sefer düzenlemek durumunda kalmıştı.”(1)
Fatih Sultan Mehmet ise doğuda Akkoyunlularla işbirliği yapan Karamanoğullarını bütünüyle dağıtmak durumunda kalmıştır.
Rıza Aydın, muhtemelen Alevi olmasının da etkisiyle, Osmanlı döneminde Alevilerin/Kızılbaşların kırıma ve kıyıma uğratılmasını, hor görülmesini de dikkate alarak olaya farklı bir bakış açısıyla yaklaşmış. Ve bu yaklaşımını da birçok kaynaktan yaptığı alıntılarla desteklemeye çalışmış. Rıza Aydın uzunca yazısında özetle; Osmanlı’yı, Anadolu Beyliklerinin topraklarını ellerinden alan bir işgalci, Timur’u da Anadolu’yu Osmanlı’dan geri alıp sahiplerine veren bir kurtarıcı olarak değerlendirmektedir.
Rıza Aydın, Sivaş’ın Şarkışla ilçesinin, nüfusunun tamamı Alevi vatandaşlarımızdan oluşan Kaymak köyünden. Gerçi kendisi de Aleviliğini saklamayan birisi. Sohbetimiz esnasında “Yıldırım Bayezit” ismindeki “Bayezit” kelimesini “Beyazıt” şeklinde alıyor ve bu kelimenin “Yezitin Babası” anlamına gelen “Ebû Yezit/Ebâ Yezit” den geldiğini söylemesi de onun, konuya mezhep açısından, yani Yezit ile Hüseyin arasında geçen ve Alevilerce bir nevi yas ve matem havasında anlatılan dramatik olayların etkisiyle yaklaştığını göstermektedir.
Oysa tarih yazıcılığı, olaylara ve ilişkilere inançlar ve mezhepler zaviyesinden bakılarak, yani mezhep taassubuyla ve kimi önyargılarla yapılamaz. Büyük Atatürk’ün dediği gibi, tarih yazanlar, tarih yapanlara sadık kalmazlarsa o zaman gerçekler bambaşka bir mahiyete bürünür.
Öte yandan, “Bâyezit” kelimesinde geçen ve “Yezit” kelimesinin başına eklenen “Bâ” ön ekinin, Arapça değil, Farsça olduğunu söyleyenlerde vardır. Bu görüştekilere göre; “bâ”, aslında Farsça’daki “bî” ön ekidir ve önüne gelen kelimeyi olumsuz yapmaktadır. Bu durumda “Bâyezit”, “Yezit olmayan” anlamına gelmektedir. Tıpkı “Namazsız/namaz kılmayan” anlamındaki “bînamazın”, “beynamaz”a evrildiği gibi, “bîyezid” de “Yezid olmayan” anlamında “Bâyezid”e dönüşmüştür.
“Bu noktada Osmanlı inanç, düşünce ve idealleri dikkate alınarak ileri sürülebilecek mantıklı görüş, ‘Bâ-yezid’ kelimesinin “Yezid karşıtı” bir mana ifade etmesi gerektiğidir… Osmanlı şehzadeleri ve hükümdarlarına ad olarak verilen Bâyezid kelimesinin menşei ne olursa olsun içerdiği mana, ‘zulme ve zalime karşı olan’ veya ‘adil’ demektir.”(2) diyenler de bulunmaktadır.
…
Gerçi Osmanlının ortadan kaldırdığı diğer Anadolu beylikleri açısından bakıldığında, Osmanlı’nın yaptığı düpedüz bir işgaldir! Yani Vakıa, Alevi aydınlarının konuya yaklaşımını doğrulayacak bir karakter arz etmektedir.
“Fetih kavramı, Müslümanların gayri müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak amacıyla kullanılmıştır”(3) şeklinde tarif edildiğine göre; bir İslam devletinin, başka bir İslam Devleti’ni yıkarak topraklarını ele geçirmesi “Fetih” kavramı ile açıklanamaz. Belki “Hakimiyet” kavramıyla açıklanabilir ama ele geçirilen topraklar üzerinde diğer devletin egemenliğinin ortadan kaldırılması söz konusu olduğundan bunun literatürdeki adı ancak “başkasının elinde bulunan bir toprağı, bir yeri ele geçirme.” anlamında “işgal, zapt etme, ele geçirme ” kavramlarıyla açıklanabilir.
Rıza Aydın, özellikle Yıldırım Bayezit’in, Bizans Krallığı Sırp Prensliği ile bir Balkan Federasyonu oluşturduğunu ve bu kuvvetlerle, Timur ordusundan ve Anadolu’daki Beyliklerin kuvvetlerinden oluşan Türkmen Cephesi’ne karşı savaştığını ve 1402 yılında yapılan Ankara Savaşı’nda yenildikten sonra, dağılma noktasına gelen Osmanlı’nın, Çelebi Mehmet tarafından tekrar kurulmasından sonraki zaman diliminde, Türklere, özellikle de Kızılbaş Türkmenlere düşman olduğunu, Osmanlı’nın, Türkmenlerin Ankara Savaşı’nda Timurla işbirliği yaparak devleti yok olmakla karşı karşıya getiren Türkmenlerden intikam alma siyasetini, yıkılıncaya kadar devam ettirdiğini savunmaktadır.
Şu satırlar Rıza Aydın’a ait:
“Osmanlı Beyliği, Bizans kralı ile Sırp prensi başta olmak üzere Avrupa güçleri ile ittifaklar kurarak, Rum diyarındaki Türkmen beyliklerini işgal edip, ilhak etmeye başlıyor…1402’de Beyazıd’ın etrafında Sırp kıralı ile Bizans Prensinden oluşan bir Balkan federasyonu oluşurken, Timur’un etrafında da Türkmen Cephesi oluşuyor… Sonuç olarak Timur, Osmanlı Devleti tarafından ülkeleri işgal edilen Türkmen devletlerinin (beyliklerinin) daveti üzerine, Yıldırım Beyazıd’dan bu beylikleri kurtarmak için Osmanlı’ya savaş açıyor… Reha Bilge, 1514 kitabında bu tabloyu şöyle anlatıyor: ‘Ankara savaşında Osmanlı hükümdarı, Sırp kralı, Bizans veliahtı, Türkmenlere karşı birleşmiştir. Sanki ortada Türkmenlere karşı bir Balkan ittifakı vardır ve Saruhan, Germiyanoğulları, Aydınoğulları, Menteşe ve Hamit beyliklerinin hepsi bu hareketin hedefi olur.’ (Reha Bilge, , Gize Yayınları, İstanbul 2010, s.275)
Osmanlı Devletinin (Çelebi Mehmet tarafından) ikinci kez kuruluşundan sonra, genel olarak Türkmenler, özel olarak da Işık tayfesi denen Kızılbaşlar övey evlattan daha kötü bir muamele görüyor. İşte bu tarihten sonra, birini aşağılamak için ona ‘Terk’ demek yetiyor; ‘Terk’ Arap aksanına göre ‘Türk’ demek, Terk’in çoğulu Etrak; ‘Etrâk-ı bi idrak’ böyle söyleniyor (Konu için Yusuf Akçura’nın, ‘Yeni Türk Devletinin öncüleri’ kitabına bakınız). Yani ikinci Osmanlı Devletinde Türk sözü bir aşağılama ifadesi.”
…
TTK Eski Başkanı da olan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu; “Kaynaklara göre Timur’un ordusu 160.000, Osmanlı ordusu ise Timur Fetihnâmesi’ne göre 70.000 (bk. Aka, s. 5-22), Behiştî’ye göre ise 90.000 kişi idi. Öte yandan çoğunluğu süvari kuvvetlerinden meydana gelen Timur’un ordusunda otuzdan fazla da fil vardı. Sırp kralı ise 20.000 kişi ile Osmanlı saflarında yer almaktaydı.”(4) demektedir.
Bu bilgilerden hareketle Ankara Savaşı’nın tarafı olan Osmanlı Ordusu’na “Balkan İttifakı” denilebilir mi, emin değilim. Ancak, Ankara Savaşı’nda, Osmanlı Ordusu’nda yer alan bazı Türk/Türkmen kuvvetlerinin, Timur’un tarafına geçtiği, Sırpların ise sonuna kadar Yıldırım Bayezit ile birlikte hareket ettikleri bilinmektedir. Peki, Sırplar ve denildiğine göre Bizanslılar, neden Yıldırım Bayezit’e destek verdiler? Gelecekleri açısından, Timurluları, Osmanlı’dan çok daha tehlikeli gördükleri için olabilir mi? Elbette olabilir.
Şu halde, Malazgirt’te, Hıristiyan Uzların ve Peçeneklerin, Hıristiyan Bizans ordusunu bırakıp Müslüman soydaşlarının yanına geçtiklerini dikkat alırsak; Müslüman Osmanlı Ordusu içinde yer alan bazı Müslüman Türk/Türkmen beylerinin, özellikle İç Anadolu’da mukim Kara Tatarların, neden Osmanlı kuvvetlerini yalnız bırakıp, Timur kuvvetlerine katıldıklarını iyi okumak gerekiyor.
Yoksa Osmanlı, bu Türk/Türkmen beylerinin yönetmiş oldukları topraklarda, gerçekten de çok mu yıkıcı ve kıyıcı olmuştu? Bu Türkmen beyleri, neden Osmanlı’dan bu kadar nefret ediyorlardı? Bu durumu, sadece, Türkmen beylerinin, Osmanlı egemenliğine girmek istememeleri ve kendi beyliklerini sürdürmek istemeleriyle açıklamak yeterli midir? Yoksa Türk-Türkmen beyleri, Yıldırım Bayezit’in, kendilerinden çok, Halaçoğlu’nun sayılarını 20 bin olarak verdiği Hıristiyan Sırp kuvvetlerine güveniyor olmasından rahatsızlık mı duymuşlardı?
Ünlü tarihçimiz Halil İnalcık’a göre “Kendini Roma Kayseri (Kayser-i Rum) ilan eden Fatih Sultan Mehmed, sarayında ünlü hümanistleri bulunduruyor, onlara Roma tarihini okutuyor, Rönesans ressamlarından Venedikli ressam Gentile Bellini’yi davet edip tablolar yaptırıyor, aynı zamanda Bizanslı Kritovulos’a kendi tarihini yazdırıyordu. Fatih kuşatmadan önce İstanbul’dan İtalya’ya kaçmış olan Rum bilginlerine de, İstanbul’a geri gelmeleri için davette bulunuyordu.”(5)
Birçok kaynakta, Osmanlı Devlet teşkilatının, Bizans Devlet teşkilatından alıntılar yaptığı belirtilmektedir. Tarih profesörü İlber Ortaylı, Roma İmparatorluğunun gerçek anlamda büyük bir medeniyet olduğunu, Roma’nın birinci döneminin Pagan Roma, İkinci Döneminin Hıristiyan Roma, Üçüncü Dönemi’nin de Müslüman Roma olduğunu, Fatih Sultan Mehmet’in kendisini son Roma İmparatoru kabul ettiğini söylemektedir.(6)
Bütün bu bilgileri üst üste koyunca; Rıza Aydın’ın “Osmanlının işgalci, Timur’un kurtarıcı, Osmanlı’nın Ankara Savaşı’nda oynadıkları rol sebebiyle, Türklere/Türkmenlere, özelliklere de Kızılbaş Türkmenlere düşmanlık beslediği, devşirmeleri kullanarak Türklere yönelik katliamlarda bulunduğu” şeklindeki tezi, bize göre de fazla yabana atılır bir tez değildir.
Osmanlı’nın, Türklere ve Türkmenlere karşı hoyratça davranmasının, Türkleri saray çevresine yaklaştırmamasının, yüksek bürokrasiyi genelde Balkan kökenli devşirmelerden oluşturmasının temelinde Türkmenlerin Ankara Savaşı’nda oynadıkları rolün etkili olduğu iddiası, akla, mantığa ve hayatın olağan akışına bence de uygundur.
Atatürk gibi bir büyük dehâ, bir büyük Türk Milliyetçisi zuhur etti, Anadolu Türklüğünü büsbütün yok olmaktan kurtardı. Milli Mücadele’den sonra olmak üzere; 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımında Türkiye‘nin toplam nüfusunun 13.648.270 kişi olduğu, bu nüfusun 7.084.391’i kadın, 6.563.879’u erkek olduğu tespit edilmiştir. Bu nüfusun önemli bir bölümü de sakat, hasta ve yaşlılardan oluşuyordu. Erkek nüfusunun kadın nüfusundan yaklaşık 500 bin kişi az olmasının sebebi de herhalde savaşlardı. Bu da benim kanaatimdir.
Bu söylemi ilk kez kim kullandıysa, oldukça isabetli bir çıkarımda bulunmuştur bana göre de. Osmanlının Türk/Türkmen düşmanı olduğu kesin doğru olmasa bile uygulamalara bakıldığında fazla yanlış da sayılmaz. Eğer öyle olmasaydı, Sultan Vahdettin Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı sırada 4. karısı Ayşe Nevvare Hanım’a, Kurtuluş Savaşı sırasında da 5. karısı Nimet Nevzad Hanım’a düğün yapıyor olmazdı. Düşman savaş gemileri Yıldız Sarayı’na namlularını çevirmişken Rauf Orbay’a “Ortada bir millet var koyun sürüsü. Bu sürüye bir çoban lazım, o çoban benim” deme gafletinde bulunmazdı.
Diyeceksiniz ki; Vahdettin’in tavrına bakılarak Osmanlı’nın Türk Düşmanı olduğu şeklinde bir genelleme yapılamaz! Doğrudur, yapılamaz. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in, Çandarlı sülalesini ortadan kaldırıp, bu sadrazam ailesinin yerine devşirme sadrazamlar getirmesinden başlayarak devlete, devşirme, dönme ve mühtedilerin egemen olması da gösteriyor ki; Osmanlı yönetimi, devletin asli kurucu unsuru olan Türklere mesafeli davranmıştır. Bunu, belki de devlet bürokrasisine ve özellikle saray çevresine egemen olan Türk dışı unsurların etkisiyle yapmıştır. Bu konuda bize ışık tutan bilgiler vardır.
Prof. Dr. Ercüment Kuran, konu hakkında şöyle bir yargıya varmaktadır: “Tarihte Türklerin yaptıkları en büyük eserlerden biri hiç şüphesiz, Osmanlı İmparatorluğu’dur. Altı yüzyıldan fazla bir müddet varlığını koruyan bu imparatorluk ecdadımızın askerlik, idare, ilim ve san’at alanlarında üstün kabiliyetlerini açıkça ispatlar. Ancak, Osmanlı devletinde Türklüğün, İslamiyet içinde zamanla eridiği de inkârı kabil olmayan bir vâkıadır. Gerçekten, Türkler İslam Dini’nin müdafaasını gönülden benimsemişler ve giderek Türk adı sadece Anadolu köylüsü için kullanılır olmuştur. Hatta Osmanlı aydın çevrelerinde Türk, aşağılatıcı bir sıfatla birlikte kullanılmaya başlanmıştır. O kadar ki, Osmanlı Devleti’nin 1797 ile 1802 yılları arasında Paris’te daimi elçiliğini yapmış olanMoralı Seyyid Ali Efendi’nin 1 Ağustos 1801 tarihli bir yazısında, uygunsuz hareketlerde bulunan Çuhadar Ahmed’i ‘Türk-i sütur’, yani ‘hayvan Türk’ diye vasıflandırdığını hayretle görüyoruz. Halbuki; o yıllarda Fransız ihtilalinin doğurduğu milliyetçilik akımı bütün dünyada ve bu arada Osmanlı İmparatorluğunda yayılmaktaydı”(7).
David Kushner’in, Osmanlı’da Türkçülük akımının doğuşunu anlattığı eserinde kullandığı “Hatta Sultan II. Abdulhamid çeşitli vesilelerle kendisinin Türk olduğunu belirtmiştir”(8) şeklindeki ifade önemlidir. Biz hep, II. Abdülhamid’i “İslamcılık” politikasının uygulayıcısı olarak biliriz. Gerçekten de devleti parçalanmaktan kurtarmak için II. Abdülhamid’in sarıldığı tutturucu ve yapıştırıcı madde, İslam idi. O, bu sebeple hilafetin verdiği manevi güce dört elle sarılmış bir hükümdardı. Ancak anlaşılıyor ki; Abdülhamid, Türk olduğunu, resmi ortamlardan çok bazı hususi ortamlarda dile getiriyor, belki de Türk olduğunu açıkça dile getirememenin psikolojik sıkıntısını yaşıyordu! Türk olduğunu açıkça söylese ve Türk Milliyetçiliği yapanları himayesi altına alsa devletin hemen çökeceğine inanıyordu.
Galiba şu diyalog, bizim ne demek istediğimizi çok güzel anlatmaktadır: “Saray’da görevli olan bir Arnavut, bahçıvanlık yapan bir Türk’ü, ‘Pis Türk’ diye azarlamıştır. Saray’ın penceresinden bu hakareti gören Padişah II. Abdulhamid Han’ın, Arnavut görevliye karşı tavrı şu olmuştur; –Unutma ki ben de Türk’üm!-“(9).
Son zamanlarda “Türk” kelimesi zikredilmeksizin, “Benim Milletim”, “Aziz Milletim” gibi söylemleri sık sık duyuyoruz ya. Bize göre, bunun altında yatan temel kaygı, tıpkı II. Abdülhamid’in duyduğu kaygıdır. Yani, Türklük kavramını öne çıkarırsak, diğer etnik unsurları rahatsız eder miyiz kaygısı…
***
Tekrar asıl konumuza dönecek olursak; dönem haritalarına baktığımızda görülecektir ki; devletin ikinci kurucusu ya da toparlayıcısı kabul edebileceğimiz Çelebi Mehmet’ten sonra gelen, II. Murat, Fatih Sultan Mehmet, II. Bayezit ve Yavuz dönemlerinde, Osmanlı Devleti, büyük ölçüde Anadolu beyliklerini ortadan kaldırmak, ayrıca Memlük ve Safeviler gibi dönemin büyük Türk devletlerini ortadan kaldırmak veya güçsüz düşürmek için askeri harekâtlarda bulunmuştur.
Yani Anadolu’da ve civar coğrafyalarda kendisinden başka Türk kimlikli bir beylik ve devlet istememiştir. Osmanlı devleti, daha doğrusu Osmanlı Hanedanı, yakınlarında başka bir Türk devleti bulunduğu sürece kendisini hiç güvende hissetmemiş, Türk dünyasından çok, balkan ve diğer Ortadoğu halklarına güvenmiştir. Hatta Ermenileri bile “Millet-i Sadıka” olarak kabul etmiştir. İşte bu Türk unsuruna güvenmeme politikasının sonucu olarak, Türk beyliklerini ortadan kaldırmakla yetinmemiş, mecbur kalmadıkça Türkleri devlet bürokrasisinde istihdam etmemeye özel önem vermiştir.
Özetle; bazı Türk beyliklerinin 1402 Ankara Savaşı’nda Timur’un yanında, özellikle bazı Alevi-Kızılbaş Türkmenlerin de 1514 yılında Şah İsmail’in yanında yer almaları, Osmanlı idaresinde, Türklere/Türkmenlere karşı bir güvensizlik yaratmış; bu güvensizlik, Türkleri devlet yönetiminden mümkün olduğunca uzak tutmaya kadar vardırılmıştır. Hatta bu güvensizlik gün gelecek, Şeyhülislam Ebussuud Mehmet Efendi’den alınan “Kızılbaş tâifesinin şer’an kıtâli helâl olup, katl eden gâzî ve kızılbaş tâifesinin ellerinde maktul olanlar şehîd olur. Hem bâgîlerdir, hem vücûh-i kesîreden kâfirlerdir”(10) fetvasından hareketle, ağırlıklı görüşe göre aslen Katolik bir Hırvat olan (Boşnak diyenler de vardır) devşirme Kuyucu Murat Paşa’nın, sayıları farklı kaynaklarda 40, 60, 70 ve 80 bin olarak verilen Kızılbaş Türkmen’i öldürtüp kuyulara attırmasına kadar vardırılmıştır.(11)
Diyeceğim şu ki; Türklerin/Türkmenlerin önemli devlet görevlerine getirilmemesi uygulaması, Osmanlı’nın son dönemlerine ve hatta Cumhuriyete gelinceye kadar devam etmiştir. Türkler, sadece askerlik ve vergi konu olunca akla gelmiştir, bu sebeple de Osmanlı dönemindeki savaşlarda en çok kırıma uğrayan etnik unsur Türk unsuru olmuştur. Ve Osmanlı coğrafyasında mukim Türk unsur, devlet tarafından ötelendiklerinin, hor görüldüklerinin, aşağılandıklarının, yönetimde kendilerine yer verilmediğinin, isyan ettiklerinde şedit bir şekilde bastırılacaklarının farkındadırlar. Hem de en sıradan Anadolu köylüsüne kadar.
Hadise, aslen Bulgaristan asıllı bir aileden geldiği söylenen(12) ve 1882 yılında kısa bir süre Sadrazamlık da yapan son dönem Osmanlı Devlet adamlarından Ahmet Vefik Paşa’nın Bursa Valiliği(1879-1882) sırasında yaşanmıştır. Hadise, bir internet sitesinde esprili bir dille şöyle anlatılmıştır:
Bursa Valisi Ahmet Vefik Paşa, bir ara kaymakamları teftişe ve halkla münasebetler kurarak dertlerini dinlemeye çıkar. İnegöl’e gelir. Paşa, şehrin dışında karşılanır. Gelip şehrin ortasında koyu gölgeli bir çınarın gölgesinde sandalyeler üzerine otururlar.
Paşa, iri kıyım, altın köstekli ve bacak bacak üstüne atıp keyfince tam karşısında oturan şahsa sorar:
– Beyefendi siz kimsiniz? Hangi millettensiniz?
– Ben, şehir eşrafından Kiremitçiyan Oğullarından zeytin tüccarı Bogosum, Paşa Hazretleri.
Paşa, sağında oturan şahsa döner:
– Ya siz beyefendi?
– Ben, İnegöl eşrafından Pastırmacıyan Oğullarından zeytinyağı tüccarı Artinim, Paşa Hazretleri.
Paşa, solunda oturak şahsa döner:
– Siz beyefendi?
– Ben Paşa Hazretleri, şehir eşrafından Kasapyan Oğullarından koyun ve sığır tüccarı Popopalas’ım…
Bu sırada Paşanın gözü, arkalarda kırık bir iskemlenin üstünde oturan üstü başı dökülen, saçı sakalı birbirine karışmış bir ihtiyara ilişir. Parmağını uzatarak sorar:
– Ya siz babacığım, siz hangi millettensiniz?
İhtiyar, bir Paşa, bir Vali tarafından kendisine sual sorulacağını hiç ümit etmediğinden, sualin kendisine değil etrafında bulunanlardan birine sorulduğunu zannederek etrafına bakınır.
Paşa, “Babacığım size soruyorum!” diye tekrar eder.
İhtiyar tereddütle kendi kendini işaret eder:
– Bana mı soruyorsunuz Paşa Hazretleri?
– Evet, babacığım sana soruyorum. Sen hangi millettensin?
İhtiyar yavaş yavaş ayağa kalkar. Elini avucunu ovalar, kekeleyerek;
– Ben Paşa Hazretleri, ben Paşa Hazretleri, ben haşa huzurdan Türküm, der. Paşa gülercesine konuşur.
-Be babacığım, bu memlekette Türk olmak, Türküm demek suç mudur ki, böyle konuşuyorsun. Ben de Türküm.
İhtiyar koşarak Paşanın yanına gelir, yerden bir temenna ile eteklerine, ellerine sarılarak hem öpmek ister, hem de “Sahi mi Paşa Hazretleri, sen de Türk müsün Paşa Hazretleri, Türk’ten Paşa olur mu Paşa Hazretleri?” diyerek Ahmet Vefik Paşa’nın elini öper.
Paşa, “Babacığım Paşa olmak ne ki. Yedi cihana baş eğdiren Padişahlar da Türk’tür, anladın mı?” derken gözleri yaşarır. Rahatça ağlayabilmek için sırtını kalabalığa dönerek yürür gider.(13)
*
Mustafa Kemal, Mersin gezisindeyken şehirde gördüğü büyük binaları göstererek sormuş;
– Bu köşk kimin?
– Kirkor’un…
– Ya şu koca bina kimin?
– Yorgo’nun…
– Ya şu?
– Salomon’un…
Atatürk sinirlenerek etrafındakilere sorar;
– Onlar bu binaları yaparken siz neredeydiniz?
Toplananların arasında bir köylünün sesi duyulur;
– Biz Yemen’de, Tuna boylarında, Balkanlarda,
Arnavutluk Dağları’nda, Kafkas’larda, Çanakkale’de savaşıyorduk Paşa’m!
Atatürk bu hatırasını anlatırken; ‘Hayatta cevap veremediğim yegâne insan bu aksakallı ihtiyar olmuştur.’ demiştir…(14)
…
Türklerin bu ülkedeki ve devlet indindeki durumları, bugün de çok farklı değildir aslında. Saray çevresi yine Türklükle başları pek hoş olmayan insanlar tarafından kuşatılmış bulunmaktadır.
“Bu ülkede sadece Türkler üzerinden giderseniz bunun masrafı ve maliyeti çok fazladır. Türkiye’yi bölünmenin eşiğine getirirsin. Türkiye’de yaşayan diğer insanları bu şekilde memnun edemezsiniz. Diğer insanları kendine karşı kışkırtmış olursun. Onun için vatandaşlık bağına dayalı yeni bir millet tanımı yapmak çok önemli. Millet mi diyorsun? Al sana millet! Sonuçta milletin ne olduğu, siyasilerin kararı ile içeriği doldurulan bir şeydir. Milletin içeriği, muhtevası, tanımı o siyasiler tarafından yapılmış sonuçta. Sana demişler ki, ‘Sen Türksün’. Ne demek Türklük? İşte Orta Asya’dan gelmişsin. Bir bakıyorsun, kaçımızın dedesi Orta Asya’dan gelmiş? Bir sor bakayım gerçekten. Var mı böyle bir şey? O milletin yavaş yavaş zaten etnografyası da işlenmeye başlanıyor. Gerçekten de böyle bir şey. Türk nedir mesela? İsmet Özel’in çok ilginç, çok güzel tahlilleri vardır. Türk dediğin bir sentezdir zaten. Türk diye bir ırk yok.”(15) diyerek, Büyük Türk Milleti’nin varlığını inkar edenlerin, Cumhurbaşkanı Danışmanı olabildiği dönemi yaşıyor ülkemiz..
24.03.2024
Ömer Sağlam
__________
1- https://tr.wikipedia.org/wiki/Karamano%C4%9Fullar%C4%B1_Beyli%C4%9Fi
2- Prof. Dr. Ali Sinan Bilgili, “İnanç Kültür ve tarihsel Arka Planda Yanlış Anlaşılan Bir İsim ‘Bâyezid’ “ başlıklı makalesi, https://isamveri.org/pdfdrg/D03540/2015_12/2015_12_BILGILIAS.pdf
3- TDVİA-Fetih Maddesi.
4-Yusuf Halaçoğlu “Ankara Savaşı” başlıklı makalesi,
http://kaynakca.hacettepe.edu.tr/eser/12956619/ankara-savasi
5- https://www.gzt.com/infografik/arkitekt/fatih-sultan-mehmetin-portresi-8737
6- https://www.youtube.com/watch?v=Wtm3SVqTV2g
7- Prof. Dr. Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, TDV. Yayınları, Ankara, 1994, s.61,
8- David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu 1876-1908, Kervan Yayınları, İstanbul, 1979, s,31.
9- Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, “Ben de Türküm” başlıklı makalesi, Kutlu Sesleniş/Aylık Fikir ve Kültür Dergisi, sayı,70, s, 17-25, Ankara-2009
10- Prof. Dr. Saim Savaş, “Osmanlı Dönemi Arşiv Belgelerinin Alevilik Araştırmaları Bakımından Önemi” başlıklı makalesi, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2160410
11- Mehmet Mazlum Çelik, “Moğollara rahmet okutan bir Osmanlı Paşası: Kuyucu Murad Efsanesi” başlıklı makalesi. https://www.indyturk.com/node/550491/k%C3%BClt%C3%BCr/mo%C4%9Follara-rahmet-okutan-bir-osmanl%C4%B1-pa%C5%9Fas%C4%B1-kuyucu-murad-efsanesi. Karşılaştırma için bkz. Ömer İşbilir, TDVİA “Kuyucu Murad Paşa” maddesi. https://islamansiklopedisi.org.tr/kuyucu-murad-pasa
12- https://islamansiklopedisi.org.tr/ahmed-vefik-pasa Paşa’nın Yunan kökenli olduğunu söyleyen kaynaklar da vardır. Bkz. Berkes, Niyazi – Ahmad, Feroz (1998). The development of secularism in Turkey. C. Hurst & Co. Publishers. s. 29. ISBN 1-85065-344-5. Ahmed Vefik Pasa (1823-91
13- https://www.inegolunsesi.com/ahmet-vefikpasanin-inegol-anisi/ Karşılaştırma için bkz. Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, “Ben de Türküm” başlıklı makalesi, Kutlu Sesleniş/Aylık Fikir ve Kültür Dergisi, sayı,70, Ankara-2009, s, 17-25. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ömer Sağlam “Sultan Abdülhamid: Unutmayın ki Ben de Türk’üm” başlıklı makalesi, https://turkiyeninsesleri.wordpress.com/2013/02/27/os-sultan-abdulhamid-unutmayin-ki-ben-de-turkum/
14- Rahmi Turan, “Atatürk’ün cevap veremediği ihtiyar!” başlıklı makalesi, https://www.sozcu.com.tr/ataturkun-cevap-veremedigi-ihtiyar-wp403964
15- “AKP’li vekil: ‘Türk diye bir ırk yok’” başlıklı haber, https://www.sozcu.com.tr/akpli-vekil-turk-diye-bir-irk-yok-wp416241
Not: Görseller https://onedio.com/haber/tarihi-bir-muamma-timur-esir-aldigi-yildirim-bayezid-i-demir-kafese-mi-hapsettirdi-780689 adresinden alınmıştır.
Bir yanıt yazın