Bugünkü köşemizin konuğu; yazdığı 28 kitaptan çoğunun başta Türkiye Türkçesi olmak üzere farklı dillere çevrilerek kitap evlerinde satışa sunulan, 1966 yılında Kuzey Azerbaycan’ın Neftçala bölgesi doğumlu, Bakü Devlet Üniversitesi kütüphanecilik fakültesi mezunu, Asif Ata Ocağı bireylerinden ve şuanda İsveç’te pedagoji alanında çalışmalar yapan Eluca Atalı hanım.
– Sevgili Eluca Hanım, Size Karabağ denildiğinde neler hissediyorsunuz?
-Karabağ benim yurdum vatanım Azerbaycan’ın bölünmez bir parçası 1992 yılı şubat ayı, Hocalı katliamından sonra ise, Karabağ benim için namus, liyakat ve şeref meselesidir.
-Bir gün elinize sihirli değnek verip dünyada istediğinizi değiştirin deselerdi neleri değiştirmek isterdiniz?
-İlk evvela dünyada ki kaybolan adaleti gönüllere nakşetmek için Türk’ün güçlü olmasını sağlardım.
Diğer isteğim ise, öz vatanım ile ilgilidir, 1730 yıllarından Azerbaycan param-parça olup komşu devletler 1828 yılında İran ve Rusya arasında ikiye bölünüp ve bu 1918 yılında Azerbaycan’ın kadim İrevan devletinin Ermenilere verilip Ermenistan’ın oluşturulması ile başladı. Eğer sizin dediğiniz gibi o sihirli değneğin zor olanları aşıp tekrar başa döndürmek imkânı var ise, kudretli, güçlü, yenilmez bir Azerbaycan oluştururdum.
Yani Param-parça olmuş bütün yurtlarımızı bir araya getirip bütünleştirirdim.
-Yazdığınız kitapların çoğunda dünyayı Türkçe okuyan tavrınızın yanında, Türklerin her zaman birbirine benzer hatalar yaptığından da bahsediyorsunuz? Sizi buna inandıran gerçekler nelerdir?
-Sevgili Cahit Bey, sizle olan birçok konuşmamızda bu konuyu birlikte irdeledik. Bu konu bence de yaralı yanımız ki tarihe not düşmek adına burada bunu da konuşmak istiyorum.
Tarihçilerin bazıları der ki; Tarih bir eseri iki defa sahneye koyar. Birincisinde komedi olarak sahnelenen olay, ikicisinde drama, hatta facia olarak sahnelenir. Sonra bu eser zamanla ters çevirip drama oynayana komedi, komedi oynayana da drama oynatır. Ama biz Türklerinde maalesef bu konularda pek ders aldığı söylemez. Bizde filim dönüp dolaşır drama olarak sahnelenir. Nedenine gelince: Biz tarihten ders alan millet değiliz. Buna imkân vermeyen çok durumlar var, Ben size bu durumu Azerbaycan filozofu Asif Atanın baktığı gözle izah etmeye çalışacağım.
Bizim suçumuz, tarihi hafızasızlığımızın yanında, yüzümüzü bize dost olmayan yerlere dönmemizle alakalıdır. Başka bir özelliğimiz de yüksek hoşgörü kültürümüzdür. Bu özelliğimiz bize düşmanı çabuk affedip, kolayca kandırılmamızı da yanında getirmektedir.
Her ne kadar da bağışlamak büyük bir erdem olsa da yıllardır dinsel ve ırksal yakınlıklarından dolayı birçok dünya devletleri tarafından şımartılmış, bölgemizin kadim düşmanı affedildikçe şımarmaya devam edip, bizlere de tarih sahnesinde ki drama rolümüzü tekrar tekrar oynatmaya devam ettirecektir. Belki bu sözler biraz ağır olmuş olabilir ama milletinin sorumluluklarını yüreğinde sırtında hisseden bir yazar olarak bu benim milletime karşı sorumluluğum ve bakış açımdır.
Ben bir yazar olarak yıllardır kendi öz kültür ve medeniyet kodlarımızın izlerini sürerken, düşmanımız Ermeniler üzerinde de birçok araştırmalar yaptım. Ermeniler tarihleri boyunca ayakları üzerine durabilen bir millet olmamışlardır. Hep güçlü devletlerin bölgesel taşeronluklarını yaparak onların güçleri ile kendi adlarına soykırımlar yapmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nda Türklere yenildikleri için tarihimizin bu kadar tekrar olması bana, Albert Kamyunun “Sizif efsanesi” adlı meşhur eserini hatırlatıyor. Meşhur efsanede Sizif ağır bir taşı dağın tam üstüne çıkarıyor, ama taş orda durmuyor, dağdan aşağı düşüp yuvarlanıyor. Sizif inat edip tekrar taşı dağın en yüksek yerine çıkarsa da taş yeniden dağın üstünden yuvarlanarak yere düşüyor.
Bizim de Ermeniler ile savaş taktiklerimiz mutlaka değişmelidir. İlk önce yukarıda anlattığım gibi onları salt bir millet olarak değil de güçlü devletlerin taşeronu olarak kabul edip ona göre yeni hareket planları gerçekleştirmeliyiz.
-“Size Türk kim?” desem ne cevap verirsiniz?
-Türk kimseyi arkadan vurmayan, helâlleşmeyi seven ve bundan usanmayan. Bizde derler ki kurtların avının üstüne saldırması ile Türk’ün düşmana saldırmasında ki huy, aynı huydur. Kurt avuna uluyarak haber verip seni yiyeceğim der. Türk’te düşmanını ona haber vermeden öldürmez. Bizim bu hassasiyetimiz,
27 Eylül’de 2. Karabağ savaşı başlarken kendini bir kez daha gösterdi. Defalarca Ermenilere haber verdik, ama görmezden geldiler. Neticede ise kendi başına Karabağ’dan çekilmeyen Ermeniler kendi sonunu hazırladı. Ayrıca Türkler kendine karşı yapılan adaletsizliğin hesabını başkalarına ihale etmezler. Ne gerekiyorsa onun cezasını kendileri keser.
Ermeniler yıllardır BMT, Avrupa Şurasının karşısına çıkarak onlardan binlerce defa himmet dileyerek, Türkler bize 1915 yılında zulüm yaptı deyip, 100 yıldır bağırıyorlar. Ama bizim bu tür hiçbir girişimimiz olmadığı gibi bizleri zaten bu tür oluşumlara çağırmazlar. Çünkü Türk kimsenin kapısında boyun eğip adalet dilenmez. Bir kez ayağa kalkar silahına sarılır ve hakkını talep eder. İşte tam 30 yıl Sabırsızlıkla beklediğimiz MİNSK gurubunun, BMT’nin, AB’nin kararının sonuçlanması üzerine kendi sorunumuzu kendimiz hallettik.
Cavahirler Neru der ki; “Türk ölümle ödeşse de, öldürmeyi sevmeyen bir millettir. Öldürmeyi sevenler ancak mongollardır. Türk öldürmek için mecbur kaldığının üstünde bile diz çöküp ağlar”
Evet, burada Türk merhameti vicdanı kendini ele verir. Bu Türk hassasiyetidir, Bizim destanlarımızda da bu özellikler kendini gösterir. Tüfek icat olduğunda, Köroğlu kılıcını yere koyup, “Erlik meydanı gitti!” diyor. O Türkçe bir savaşı, yani karşı karşıya, kora kor bir savaşı kabul eder, zayıf ve aciz gibi birini arkadan ve uzaktan vurmayı kabul etmezdi.
-Karabağ’da dün yaşanılanlar ile bugün yaşanılanlar arasında sizce nasıl bir bağ vardır?
-Düşünüyorum ki siz dün ve bugün derken, sırf 30 yılı baz alıyorsunuz. İlk önce şurada anlaşmalıyız Karabağ soykırımından önce Aerbaycan kadim Alban devletinin merkezi olarak büyük rol oynadı ve orda ki Alban mabedleri tarihi abidelerimiz bir milletin varlığını belgeleyecek kadar, bizim tarihi değerlerimizdir. İkinci bir taraftan Karabağ musikinin beşiği ve ince sanatın mabedi. Bu da ona Doğunun musiki diyarı gibi bir şeref kazandırmıştır. Azerbaycan’da, Azerbaycan’lı bir Türk için herhangi bir gün geçmez ki Karabağ ismi geçmesin. Çok şükür ki bunu bizim yüreğimizde kimse sökemedi.
Karabağ’da dün yaşananlar çok acı idi, çünkü ordusuz olmak felaketimizdi, bizler Rusların egemenliği altında yaşarken çok zayıf güçsüz kalmıştık. Düşünün ki 90 yıllarda dört askere bir silah düşüyordu.
Hocalı sakini ve 1992 yılının 26 Şubat gecesinde Ermenilere esir düşüp 28 gün Ermeni esirliğinde kalıp söze sığmayacak derecede işkence görmüş olan Valeh Hüseynov ile konuşmuştum O da, “1988 yılında Karabağ olaylarının başladığı ilk gün Sovyet’in zoru ile bütün silahlarımız toplanmıştı, esasen halka sadece av tüfekleri ile siz Hocalıyı nasıl müdafaa ettiniz?” Dediğimde, O bana dedi ki: “Silahları Sovyetlere verirken 80 yaşlarında bir amcamız vardı, o bize Dedi ki: “Bu komünistler bizden silahları alıp sonra 1918 yılında olduğu gibi Ermenileri üzerimize salacaklar Tarih tekerrür ediyor, Siz becerebildikçe bu silahlardan saklayın ki kendimizi müdafaa edebilelim.” Biz bağdaki tandırmıza av silahlarımızı sakladık. Gece-gündüz Ermeni’nin karşısına o silahlarımızla karşı koyuyor kadınlarımızda bizlere bir yandan yemekler yapıp getiriyor diğer taraftan da cephede Ermenilere karşı savaş veriyordular
Görüyorsunuz, yine aynı başladığımız noktaya geldik tarihimizde ders almadığımız için aynı olayı ikinci defa facia formatında yaşamış olduk. 1918 yılında Andronik, Nahçıvanlılardan silahları toplayarak halkı kırdı, sonra da Stepan Şaumyan, o zaman Leninin Güney Kafkasya müşaviri idi, Lenine telgraf çekerek : “Andronik Nahçıvan’da şura hükümetini vurmak istiyor, ona ilave yardım gerekdir.” Lenin de para gönderir, bu paraya silah alınır ve quldur Andronik hemin silahlarla Batı Azerbaycana – Zengezura, İrevana, ordan da Güney Azerbaycan’ın Hoy, Salmaz, Merend, Urmu şehirlerine geçerek Türk’e soykırım yaparlar.
Cahit Bey, ben size bir kısım tarihimizi sebepleri ile açıkladım ki okuyucularımız nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğumuzu hiç unutmasınlar. Çünkü biz bu üç düşmanlarımızla yıllardır komşuyuz ve ne yazık ki komşu olarak da yaşamaya devam edeceğiz. Öyle ise biz bunların kimliğini bilmeli ve hiç unutmamalıyız; Rus’un adaletine, Farsın ibadetine, Ermeni’nin merhametine inanmayacaksın.
Sorunuzun Karabağ’ın bugün ki durumu ile ilgili cevabına gelince: Benim gözümden Karabağ’ın bugünü diye bir kavram yok, benim gözümde 300 yılıdır dışlanmış ötelenmiş paramparça edilip yurtlarından sürülmüş komşu devletler tarafından hiçbir zaman muhatap alınmayan dört askere bir silahın düştüğü bir devletten, kendi modern silahlarına kavuşmuş güçlü ordusu ile üç yüz yıllık tarihinde ilk kez kaybedilmiş topraklarını tekrar alan bir devlet pozisyonunda halkla bütünleşerek bugünü altın harflerle tarihe yazan şerefli bir dirilişin ayak sesleridir.
İster Azerbaycan’ın İran ve Rusya arasında paylaşıldığı 1828 yılındaki menfur Türkmençay sülh mukavelesi zamanı, isterse 1918 yılındaki Bakü’den Karabağa kadar 50 bin türkün katliamı ile neticelenen soykırım zamanı, isterse 1920 yılında XI Kırmızı Ordu yurdumuza sokulup Azerbaycan Milli Demokratik Respublikasını devirdiyi zaman, isterse 20 Ocak sovet ordusu Bakü’ye sokulup masum halkın üzerine tankları sürdüğünde, isterse de birinci Karabağ savaşı devrinde yaşadığımız zulümlere başkaldıramadığımız günlerden bu güne çok şükür demek geçiyor içimde.
-Karabağ ile ilgili unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız desek bize neler anlatırsınız.
-Cahit Bey bu sorunun cevabı bizim nesil için çok zordur, çünkü biz yaşadıklarımızı saymakla bitiremeyiz. 1988 yılının şubat ayında Karabağ olayları başlarken Ağdamlı iki gencin Ermeniler tarafından öldürülmesi ile şoka girmiştim. Yıllardır iç içe yaşadığımız komşularımız bizlere bunu nasıl yapar diye düşünmüş o dönemlerde bunun cevabını bulamamıştım.
Ama ardı ardına öylesine iğrenç olaylar yaşadık ki bunu ne vicdan nede başka şey kabul eder, sonra orda yaşadığım her olayı yazmaya karar verdiğimde 240 sayfalık, “Tiqranizm Hocalıda” kitabımı tam iki ayda yazıp bitirdim. Neden bu kader süretle yazılma sebebini soranlara, kendim yazmıyorum, şahidi olduğum tarih bunu bana yazdırıyor diye cevap veriyordum. Tekrarlanan tarihimizin 1918 yılının şahitlerine de bu kitapta yer verdim. Ve üst üste Karabağ ile ilgili dört kitap yazdım.
“Nalşekilli mühasire”, “Hilal taktiki”, “Savaşda qalib yokdur” romanı sadece birinci Karabağ savaşını anlatır. Hocalı katliamından sonra cephedeki prosesler, şimdi de “Nenemin dronu” isimli kitap üzerinde çalışıyorum ki, bu da ikinci Karabağ olayları, yedi yaşında Kelbecerden sürülen oğlan çocuğu 27 yıl sonra asker olarak yurduna döner.
-Sevgili Eluca Hanım, bize kıymetli vaktinizi ayırıp Azerbaycan’ın dününü bugününü değerlendirdiğiniz için teşekkür ediyor inşallah çıkacak yeni kitaplarınız ile ilgili başarılar diliyorum.
-Ben teşekkür ediyorum efendim. Bize gönlünüzü açıp her platformda yanımızda olduğunuzu hissettiriyorsunuz. İyi ki varsınız, iyi ki Gündem Haber Gazetesi ve Türkiye var. “Ne mutlu Türküm diyene”
Cahit Günay Şair-Yazar & Gönül Elçisi / TURKISHFORUM- ABDULLAH TÜRER YENER