Başlangıç tarihi belirsiz, fakat çok eski olan Türk destanlarındaki motiflerin çoğu Türkçülüğün ana ilkeleriyle örtüşmektedir. Bu destanlardaki bozkurtta sembolleşen düşüncelerle Türkçülüğün hedefleri tam bir ayniyet içindedir. Bu bakımdan, Türk millî ülküsünün başlangıcını destanlarımıza kadar götürebiliriz.
İslâmiyetin kabulünden önceki tarihimize ait sınırlı bilgilerimiz, pek çok örnek arasından ancak birkaçını bize ulaştırmaktadır. Türklerdeki cihan hâkimiyeti ülküsünün dikkate değer bir örneği Hun Hükümdarı Mete (Motun)’nin unvanının “Tanrı Kut’u Tanhu” oluşudur. Bu, dünyayı yönetme yetkisinin ona Tanrı tarafından verildiğine işarettir. Aynı anlayışa Avrupa Hunlarında, Kök Türklerde, Uygur Destanı’nda, Kızılelma hedefinde ve nihayet “İlâ-yı Kelimetullah” deyimiyle özetlenerek Osmanlı döneminde rastlanmaktadır.
Türkçülüğün temel niteliklerinden olan bağımsızlık ve vatan sevgisi, MÖ 1. yüzyılda, Hun hükümdarı Çiçi’nin, yabancı himayesine girme teşebbüslerine şiddetle karşı çıkmasında, Kök Türk prensi Kür Şad’ın bağımsızlık için Çin sarayını basmasında ve Orhun Yazıtları’nda açıkça görülmektedir. Kök Türk bilgesi Tonyukuk’un Türk kültür unsurlarını korumakta gösterdiği celâdet ve Bilge Kağan’ın yazıtında ışıl ışıl parlayan Türklük sevgisi ne kadar ibret vericidir. Batı yönünde büyük göçlerin yoğunlaşmadığı dönemde Hun Hükümdarı Mete, Kök Türk hükümdarları (İstemi Yabgu’nun oğlu) Tardu ve Kapağan Kağan Türk birliğini gerçekleştiren büyük şahsiyetler olarak tarihe geçmişlerdir. (14)
Ünlü Türk klasikleri Divânü Lügati’t-Türk ve Kutadgu Bilig’de Türkler ve Türkçe yüceltilmektedir. Kaşgarlı Mahmud: “Gördüm ki, yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş. Göklerdeki daireleri, onların devletleri çevresinde döndürmüş” diyor. (15) Yusuf Has Hâcib ise ilimde Arapçanın, edebiyatta Farsçanın hâkim olduğu bir dönemde eserini Türkçe kaleme almakla kalmamış, Türk dilini öven ifadelere de kitabında yer vermiştir. (16)
12. yüzyılın tarihçi ve şairlerinden Fahreddin Mübârekşah, Şecere-i Ensâb adlı eserinin önsözünde Alp Er Tunga’ya atfen bir mesel zikretmektedir: “Türk sedef içinde deryada bulunan bir inci gibidir; kendi yurdunda bulunduğu zaman kadir ve kıymeti yoktur, lâkin oradan çıkınca, denizden ve sedeften çıkmış inci gibi kıymetlenir, hükümdar taclarının ve gelinlerin ziyneti olur.”(17)
Türk tarihinin ünlü şahsiyetlerinden Celâleddin Harezmşah, Orta Doğu’ya geldiği zaman, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alâeddin Keykûbad’a gönderdiği mektupta “soy birliği”nden söz ediyordu. Keykûbad da cevabında onu tasdik ediyordu. Bütün dünya siyasetinde din unsurunun hâkim olduğu bir dönemde bu idrak, gerçekten dikkat çekicidir.(18)
Türk’ün savaşçılığı, bahadırlığı, biniciliği Mevlânâ’nın hayranlık dolu beyitlerinde belirtilmektedir: “Ne kutludur o Türk ki, savaşa girişir, dayanır ve atını ateş dolu hendeğe bile sürer, ateş dolu hendekten bile sıçratır. Atını öyle sürer ki, öyle şahlandırır ki, gökyüzüne çıkmaya uğraşır sanki.” Mevlânâ, Türk’le ilgili beyitlerinden birinde şöyle söylemektedir: “Türk’ün başında taç vardır, bunu sana iman diye isimlendireyim. Hindû’nun (Acem’in) yüzünde ise küfür damgası basılmış bulunuyor.”(19)
14. yüzyıl Türkiye’sinde millî şuur belirtisi en ziyade Türkçe ve Türkçecilik alanlarında görülür. Türkçenin üstünlüğüne ve güzelliğine bilinçli bir şekilde eğilme akımının iki önemli şahsiyeti Gülşehrî ile Âşık Paşa’dır. Pek çok şairin Türkçeyi diğer dillerden (Arapçadan ve Farsçadan) kaba ve yetersiz bulduğu bir çağda Gülşehrî, Türkçeyi Farsça ile değiştirmeyi reddediyordu. Âşık Paşa da, Gülşehrî gibi Türkçeye değer verilmemesinden şikâyet etmekteydi. Yabancı dillerle eser yazılması o dereceye varmıştı ki, Türkler dahi kendi dillerini bilmemekteydi: “Türk diline kimesne bakmaz idi / Türklere hergiz gönül akmaz idi”.
Çağatay edebiyatının en kudretli şairi olan Ali Şîr Nevâî, aynı zamanda ileri bir Türkçülük anlayışına sahipti. Şiirlerini Türkçe yazdığı gibi, Muhakemetü’l-Lûgateyn adlı eserinde de Türkçenin edebiyat dili olan Farsçadan üstün olduğunu ispat etmiştir. Nevâî diyor ki: “Ana dilim üzerinde düşünmeye koyuldum. Türkçenin derinliklerine dalınca gözlerime on sekiz bin âlemden daha yüksek bir âlem göründü. Bu âlemin süsler, ziynetler içerisinde enginleşen göğü, Dokuz Gök’ten daha yüksekti. Orada nice faziletler, nice yücelikler hazinesine rastladım. Bu hazinenin incileri yıldızların mücevherlerinden daha parlaktı” . (20)
Türkler, İslam ülkelerine saldıran Haçlılara karşı dişe diş mücadele edip kan akıtırken, Arap tarihçiler onları kendi ölülerini yiyen yamyam canavarlar olarak tasvir ediyorlardı. Yahudi ve Hristiyan efsanelerinden yola çıkıp Türkleri Yecüc ve Mecüc olarak niteleyen bizim medrese yobazları da, onlarla aynı kanaati paylaşıyorlardı. Bu Arap ırkçılığına karşı çıkan tek Türk aydını ise Vanî Mehmed Efendi olmuştur. Vanî Mehmed Efendi, Türkleri –Yecüc ve Mecüc ile mücadele eden- Zülkarneyn’e, onu da Oğuz Han’a bağlayarak bu yaygın kanaate bir darbe indirmiştir. Bu görüşü, Arap kültürünün yayılış aracı hâline gelmiş bulunan medrese çevrelerinde şiddetli tepkilere yol açmış, hakkında yoğun iftira ve suçlama kampanyasına girişilmiştir. Bunun üzerine ceza olarak Bursa’nın Kestel köyüne sürülmüştür. (21)
Türkçeyi yabancı dillerin etkisinden korumak, güzelleştirmek ve geliştirmek yolundaki gayretler ise Karamanoğlu Mehmed Bey’in “…divanda, dergâhta (sarayda), mecliste ve meydanlarda Türkçeden başka dil kullanılmaması” şeklindeki buyruğundan Türkî-i Basit cereyanının temsilcilerine kadar uzanmaktadır. Bu temsilcilerin başlıcaları Aydınlı Visâlî, Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî’dir. Dönemin edebiyat cereyanı dışında şiirlerini basit bir Türkçe ile yazan bu şairler, 16. yüzyılın ilk yarısında bu tarzın bazı çevrelerde moda hâline gelmesini sağlamışlardır.
Dünyanın bir numaralı devleti olan Osmanlı Devleti’nde her soydan ve her dinden çeşitli kavimler bir arada yaşıyordu. Bu dönemde dünya politikası din eksenli olarak yürütülüyor, Osmanlılar da bunun gereklerini yerine getiriyorlardı. Ancak Fransız İhtilâli (1789) laiklik, hürriyet ve milliyet fikirlerinin hızla yayılmasını sağladı. Bu fikirler, Osmanlı Devleti’nin bünyesindeki gayrimüslim Sırp, Rum, Bulgar, Ermeni topluluklarını şiddetle etkiledi ve onlarda bağımsızlık düşüncesini geliştirdi. Her türlü azınlık haklarından yararlanarak asırlarca rahat ve güvenli bir hayat süren gayrimüslimlerin ayaklanmaları millî vicdanda tepkilere yol açtı. Bu toplulukların art arda isyanlara girişmeleri ve Hristiyan Avrupa’nın desteğiyle Osmanlı Devleti’nden ayrılmaları bir kısım Türk aydınında da millî şuurun doğmasına sebep oldu. Aynı dönemde Avrupa’da Türkoloji çalışmaları hız kazanıyor, Türk dili ve tarihi hakkında yepyeni bilgiler elde ediliyordu. Bu bilgilere ulaşan aydınlar Osmanlılardan önceki Türk tarihiyle ilgili eserler yazıyor, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin sınırları dışında, meselâ Orta Asya’da da Türk toplulukları bulunduğunu öğreniyorlardı. Böylece milliyetçiliğin temelleri şekilleniyordu. Nihayet Arnavutlar ve Araplar gibi Müslüman toplumların da ayrılıkçı akımlara kapılmaları Osmanlıcılık ve İslâmcılık düşüncelerini zayıflatıyor, Türkçülüğün öne çıkmasını sağlıyordu. 20. yüzyılın başlarında Ziya Gökalp gibi dirayetli bir şahsiyet ise Türkçülüğü sistemleştiriyordu
Türkçenin Arapça ve Farsça kelimelerle, terkiplerle, uzun cümleli ve ağdalı ifadelerle dolmuş bulunması Şinasi ve Ziya Paşa gibi tanınmış yazar ve şairlerin tepkisini çekmeye başlamıştı. Özel gazetelerin yayımlanmaya başlaması da, yazıların okuyucunun anlayacağı dille yazılmasını gerektiriyordu. Böylece dilde sadeleşme yolu açılıyordu. İlk türkoloğumuz sayılan Ahmed Vefik Paşa da, yaptığı tercümelerle dilin sadeleşmesini hızlandırmıştır. Ayrıca Türk tarihi ve dili üzerindeki eserleriyle ilmî Türkçülüğün de öncüsü olmuştur. Süleyman Paşa ile Ali Suavi de onun yolundan gitmişlerdir.
Türkçülük yolundaki ilerleme sadece Osmanlı aydınlarına özgü değildi. Diğer Türk illerinde de millî ruha dönüş ve millî ülküyü araştırma gayretleri görülüyordu. Azerbaycan’da Mirza Fethali Ahundzade, kaleme aldığı komedi eserlerinde herkesin anlayacağı sade bir dil kullanırken, Hasan Bey Zerdabî de yayımladığı Ekinci gazetesinde Azerî lehçesinin ilk edebî örneklerini veriyor, Çarlık Rusyasının Türkleri bilinçli olarak geri bırakma siyasetine aykırı olarak halkının eğitim ve kültür seviyesini yükseltmeye çalışıyordu. Kazan Türkleri arasında milliyet fikirlerini ilk yayan Şehabeddin Mercanî de, Kazanlılara dinlerinden başka bir de milliyetleri olduğunu öğretmek gayretindeydi.
Kırım’da yetişen İsmail Gaspıralı’nın temel düşüncesi, yalnız Kırım Türklerinin değil, bütün Türk dünyasının, hattâ İslam âleminin uyanıp ayağa kalkması idi. Bunu sağlamak için yayımladığı Tercüman gazetesi, ünlü “dilde, fikirde, işte birlik” sloganını hayata geçirmenin aracıydı. Bu gazete İstanbul’da, Rumeli’de, Kuzey Türklerinde, Azerbaycan ve Türkistan’da takip ediliyordu. Gaspıralı, Rusya Türklerinin okuma alanında tam bir seferberliğe girmelerini büyük ve âcil bir ihtiyaç olarak görüyordu. Kendisinin geliştirdiği usul-i cedidi Türk illerini dolaşarak yaydı. Öğretmenler yetiştirmek için kurslar açtı. Bu usul o kadar tutundu ki, bir süre sonra bu kursların sayısı beş bini buldu. Tercüman, o dönemdeki Türk dünyasının birbirinden haberdar olmasını ve ilgi duymasını sağlayan uzun bir yayın hayatına kavuştu.
Mehmed Emin (Yurdakul) Bey’in, hece vezni ile ilk Türkçe şiirleri yazmasıyla Türkçülük tarihinde yeni bir sayfa açıldı. Türk milliyetçiliği, fikirleri, dili ve ifade tarzı ile edebiyat alanında ilk defa sesini duyuruyordu. “Cenge Giderken” şiirindeki “Ben bir Türk’üm, dinim cinsim uludur / Sinem, özüm ateş ile doludur” söyleyişi ruhlarda yepyeni heyecanlar uyandırıyordu. Bazı şarkiyatçılar, Mehmed Emin Bey’in şiirlerinde“Türk’ün her şeyi güzeldir ve her şeyden güzeldir” fikrinin devamlı tekrarlandığını belirtmişlerdir.
Yusuf Akçura’nın Mısır’da çıkan “Türk” gazetesinde yayımlanan Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesi, bir öncü olarak, siyasî alanda Türkçülük meselesini ilk defa ortaya atmıştı (1904).(22/a-b) Akçura, Türk birliği siyaseti uygulandığı takdirde, Osmanlı ülkesindeki Türklerin hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı birleşeceğini ileri sürüyordu. Türk olmadığı hâlde bir derece Türkleşmiş diğer Müslüman unsurlar Türklüğü daha çok benimseyeceklerdi. Türkçülük, henüz hiç benzeşmemiş ve fakat millî vicdanları bulunmayan unsurları da Türkleştirebilecekti.
Yazılarında ve şiirlerinde, Türklerin tarihteki ve gelecekteki büyük ülkelerini ifade eden “Turan”ı kelime ve kavram olarak ilk kullanan fikir adamı Hüseyinzade Ali Bey’dir. Ali Bey, Üç Tarz-ı Siyaset’in yayımlanmasından kısa süre sonra, Türk gazetesinde A. Turanî takma adıyla yayımlanan Mektub-ı Mahsus adlı yazısında “Müslümanlar ve bilhassa Türkler, her nerede olursa olsun, ister Osmanlı’da, ister Türkistan’da, ister Baykal Gölü’nün etrafında ve Karakurum civarında olsun, yekdiğerlerini tanıyacak, sevecek, Sünnîlik, Şiîlik ve daha bilmem nelik namlarıyla mezhep taassubunu azaltıp Kur’an-ı Kerim’i anlamaya gayret edecek, dinin esasının Kur’an olduğunu bilecek olurlarsa elvermez mi?” diyordu. O dönemde yazdığı şiirlerinden biri de “Turan” adını taşıyordu. Bu bakımlardan Hüseyinzade Ali Bey’i ilk Turancı saymamız gerekiyor.
Selânik’te yayımlanan Genç Kalemler dergisinde Ömer Seyfeddin, Ali Canip ve Ziya Gökalp’ın yönettiği Yeni Lisan hareketi, o dönemin aydınları arasında geniş yankılara yol açtı ve Türkçenin sadeleşmesinde önemli bir dönemeç teşkil etti. Gökalp’ın ünlü “Turan” şiiri de ilk olarak Genç Kalemler’de yayımlandı (1910). Bu dergi, Türkçede sadeleşme eğiliminin yanı sıra milliyetçilik düşüncesinin de ciddi şekilde ele alındığı bir yayın organı oldu.
İttihat ve Terakki önderleri, millî bir Türk burjuvazisinin oluşmasına ve millî bir iktisat anlayışının hâkim olmasına da önem verdiler (1914 yılında sermaye yatırımlarının % 50’si Rumlara, % 20’si Ermenilere, % 10’u yabancı devlet uyruklularına, % 5’i Yahudilere, ancak % 15’i ise Türklere ait bulunuyordu.). Ticarî yazışmalarda Türkçeden başka bir dil kullanılması yasaklandı. Bu suretle Osmanlı Devleti’nde iş yapan yabancı şirketlerde azınlıkların istihdam edilmesi bir dereceye kadar önlenmek istendi. Azınlıkların tekelinde bulunan işlere gittikçe artan sayıda Türk elemanların yerleştirilmesi, millî burjuvazinin gelişmesi için ilk adımı teşkil ediyordu.
Türkçüler, Meşrutiyet döneminde teşkilâtlanmaya başlamışlardır. Türk Derneği,(23) Türk Yurdu Cemiyeti,(24) Türk Gücü Derneği, Turan Neşr-i Maarif Cemiyeti ve özellikle Türk Ocağı ardı ardına kuruldu. 25 Mart 1912’de faaliyete geçen Türk Ocağı’nın kurucuları Mehmed Emin, Dr Fuat Sabit, Ağaoğlu Ahmed ve Ahmed Ferid (Tek) beylerdi. Ocağın ilk başkanı Ahmed Ferid Bey oldu. Onun ayrılmasından sonra başkanlığa getirilen Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Türk Ocaklarının faal olduğu her dönemde bu görevde kaldı ve Ocak’la adı bütünleşti.(25) Türk Ocakları, Cumhuriyet Türkiye’sinin en önemli fikir ve kültür odaklarından biri oldu.
Siyasî gelişmeler İslâmcılığı ve Osmanlıcılığı geri plana itince Türkçülük, İttihat ve Terakki iktidarının temel politikası hâline geldi. Ziya Gökalp’ın yazılarında ve konuşmalarında dile getirdiği görüşler bu konuda etkili oldu. İttihat ve Terakki önderleri millî bir Türk burjuvazisinin oluşmasına ve millî bir iktisat anlayışının hâkim olmasına önem verdiler. Enver Paşa’nın denetiminde kurulan Teşkilât-ı Mahsusa, Afganistan’a, Buhara’ya, İran’a ajanlarını göndererek Turancılık propagandası yapıyordu. Enver Paşa Turan idealini “Türk ırkının canlandırılması” olarak görüyordu. Onun kurdurduğu Keşşaf (İzci) Derneği üyelerine askerî eğitim veriliyordu. Türkçülük edebiyata da yansıyor, Ömer Seyfeddin’in hikâyeleri yanında Halide Edip, Müfide Ferid (Tek) ve Müftüoğlu Ahmed Hikmet de Anadolu dışındaki Türkleri kucaklayan eserler veriyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi, devlet politikası hâline gelmiş, hattâ uygulamaya geçilmiş olan Türkçülüğün hızını kesti. Fakat önce Kuvay-ı Milliye’nin, sonra sistemli bir millî mücadele hareketinin başlamasıyla yeniden tırmanışa geçti. Türkçülük fikriyle yetiştirilmiş genç subaylar vatanın korunması için hizmete koştular. Böylece her dakikası bir destan niteliğinde olan Millî Mücadele zaferle sonuçlandı. Ziya Gökalp, ülküyü, yıllar önce, milletin büyük bir tehlike ile tehdit edildiği, büyük bir hamle ile toplumun kendisini kurtarmaya azmettiği galeyanlı dakikalar olarak tanımlamıştı.(26) Onun dediği gibi, Türkçülük, duygu ve heyecan olarak Kurtuluş Savaşı boyunca ve zafer kazanıldıktan sonra da toplumu saran bir ülkü hâline geldi.
ALTAN DELİORMAN -TÜRK YURDU / TURKİSHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Bir yanıt yazın