3 bin yıllık şaşırtan gerçek! Türkler tavuk yemedi, kebabı ise…
Dünyanın en eski mutfaklarından biri olarak kabul edilen Türk mutfağı, kadim bir tarihe sahip. Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan bu lezzet öyküsünün hikâyesi de çok ilginç. Bin yıl önce Anadolu’ya göçen Türklerin tavuk yememesi, çatalı hiç kullanmamaları hatta kabak yetiştirdikleri kocaman tarlalarının olması bunlardan yalnızca birkaçı.
Gülşah Karaman / Yemek olgusu, zaman içerisinde toplumun kültür ögesi hâline geldi. Yemeğin nasıl hazırlandığı, hangi malzemelerin kullanıldığı ve yemeklerin sunumu gibi pek çok faktör, kültürler arasında bir etkileşime girdi. Özellikle dünyada meydana gelen göç, savaş gibi olayların mutfak kültürlerinin ortaya çıkmasında etkisi büyük. Türk mutfağı ise göçebe bir kültürün etkilerini yansıtıyor olsa da, uluslararası üne kavuşup en önemli mutfaklar arasında yerini aldı.
Türk mutfağının arkasında Göktürk Devleti’nden Osmanlılar’a kadar Eski Türk devletlerini çerçeveleyen birçok kültürün izi bulunuyor. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Hayrettin İhsan Erkoç ile Eski Türklerin gündelik sofralarında bulunan yemekleri, ikramları, içecek ve tatlıları ve bunların günümüzde nasıl bir değişime uğradığını
YAYLAKLAR İLE KIŞLAKLAR ARASINDA GÖÇ OLURDU’
Eski Türkleri oluşturan boyların çoğu çeşitli araştırmacılar tarafından göçebe, göçer evli veya konar-göçer olarak adlandırılan bir yaşam tarzına sahiplerdi. Burada özellikle “göçebe” teriminin kullanılmasının sıkça tartışıldığını söyleyen Doç. Dr. İhsan Erkoç, “Atlı göçebe boylara mensup insanlar genellikle ahşap iskeletli keçe çadırlarda veya üzeri keçeyle kaplı arabalar (kağnılar) yani hareketli evlerde kalırlardı. Su kaynakları ile otlaklar tükenene kadar da aynı yaylaklar ve kışlaklar arasında göçler sürdürülürdü; kaynakların tükenmesi, doğal felaketlerin yaşanması veya düşman istilaları gibi durumlarda boylar ata topraklarını terk etmek ve başka bölgelere göç etmek zorunda kalırlardı” dedi.
Bozkır göçebelerinin ise genellikle koyun, at, sığır, deve, keçi ve yak (Tibet öküzü) gibi hayvanlar yetiştirdiğini belirten Doç. Dr. Erkoç, taze et ihtiyacı için avcılığa sıklıkla başvurduklarını ifade etti. Eski Türkler arasında tek bir yaşam tarzı olmayıp döneme ve bölgeye göre çeşitli yaşam tarzları karşımıza çıksa da atlı göçebeliğin çok yaygın olduğu görülüyor. Doç. Dr. Erkoç bu durumu şöyle özetledi:
“Eski Türklerin beslenmeleri de tamamen yaşam tarzlarına uygun olarak biçimlenmişti. Daha ziyade hayvansal ürünler, kısmen de tahıl ürünleri tüketilmekteydi. Ayrıca iklim koşulları nedeniyle kendi yetiştiremedikleri çeşitli besinleri ticaret, haraç veya ganimet gibi yollarla yerleşik komşularından ediniyorlardı.”
ÇATAL PEK KULLANILMIYORDU, ALTINDAN YEMEK TAKIMLARI VARDI
Eski Türkler mutfakta en çok başta kazanlar olmak üzere metal ve ahşaptan çeşitli mutfak aletleri kullanırlardı. Günümüzün aksine çatal pek kullanılmazdı, ancak kepçe, kaşık ve bıçak gibi aletler yaygındı. Eski Türkler için kazan çok önemli bir malzemeydi ki özellikle hem Asya hem Avrupa Hunları’nda karşımıza çıkan büyük kazanlar oldukça ünlüdür. Bu kazanlarda pişirilen yemekler kaplara veya tabaklara servis edilirdi. Zenginlerin ve beyler altından yemek takımları kullanılırdı. Doç. Dr. İhsan Erkoç bu konuyu, “448’de Avrupa Hunlarına giden Doğu Roma elçi heyetinde yer alan Priskos, Attila’nın sarayında Hunlara ve diğer halklara mensup beylerin altından yemek takımlarında yemek yiyip altın kadehlerden içerken Attila’nın ahşap bir tabakta yemek yiyip ahşap bir kadehten içtiğini anlatıyor” şeklinde açıkladı.
HAYVANIN EN DEĞERLİ KISMI AİLEDEKİ EN YAŞLI KİŞİYE VERİLİRDİ
Yemek sırasında bir hayvanın en değerli kısmı başı kabul edilir, ortamdaki en muteber ve büyük rütbeli kişiye verilirdi; aile içerisinde bu, en yaşlı kişiye denk gelirdi. Öte yandan Türkler geçmişten beri misafirperverlikleriyle ünlülerdir. Bir kişi göçebe bir Türk obasına konuk olursa hemen kendisi için bir koyun kesildiğini belirten Doç. Dr. Erkoç, “Bu önemli bir ayrıntıdır, çünkü bozkır göçebeleri her ne kadar hayvansal ürün ağırlıklı besleniyorlarsa da kendi hayvan sürülerindeki koyunları her zaman kesmezlerdi çünkü sürünün devamlılığının sağlanması gerekiyordu. Değerli bir mal olarak görülen koyunun misafir için kesilmesi, misafire verilen değeri gösteriyor. Ayrıca Türklerde misafirler yoğun bir şekilde yedirilip içirilir”
EN ÇOK ET YESELER DE ‘KURUTULMUŞ PEYNİR’ EN ESKİ YEMEKLERİNDEN
Eski Türkler günlük hayatlarında en çok et, çeşitli sakatat, çorba, tahıl ürünleri, hamur işleri yer, hem alkollü hem alkolsüz çeşitli içecekler tüketirlerdi. Gerek Yunan, Roma ile Çin gibi yerleşik uygarlıklarda gerek Türkler arasında kaleme alınan yazılı kaynakların, Eski Türklerin genellikle et yediklerinden ve kımız içtiklerinden söz ettiğini belirten Hayrettin İhsan Erkoç, “Arkeolojik buluntulardan bu konuda bilgi edinmek biraz zor. Ancak kurganlarda çıkan iskeletler üzerinde yapılan bazı çalışmalar gerçekten de yoğun miktarda et tüketimine işaret ediyor. Ayrıca Müslüman coğrafyacılar çeşitli Türk topluluklarının yetiştirdikleri tahıl ürünlerini ayrıntılı bir biçimde anlatıyorlar” bilgisini paylaştı.
MANTI GÜNÜMÜZE GELENE KADAR DEĞİŞİME UĞRADI
Eski Türkler; ciğere “öpke” veya “övke” derlerdi. Günümüzdeki öfke sözcüğünün ise buradan geldiğini doğrulayan Erkoç, Eski Türklerdeki bazı ürünlerin yapımının neredeyse hiç değişmeden günümüze kadar ulaştığını, bazılarının ise değişim geçirdiğini belirtip şu örneği verdi: “Mantı, günümüzde Türkiye’de çok küçük parçalar şeklinde yapılıyor, hatta bilindiği üzere bir mantı parçası ne kadar küçük olursa onu hazırlayan o derece yetenekli görülüyor. Hâlbuki diğer Türk halklarında ve Çin’de, mantılar çok daha büyük olup yaklaşık avuç içi boyutundadır. Tabii bunların yapımı ve malzemeleri de bölgeden bölgeye değişiklik gösterebiliyordu.”
‘BOZA’ GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ DEĞİL, ALKOLLÜ BİR İÇEÇEKTİ
Boza ve rakı gibi ürünlerinde de geçmişten günümüze değişime uğradığını vurgulayan İhsan Erkoç, özellikle bozanın günümüzde alkolsüz bir içecekken aslında Eski Türklerde tahıl ürünlerinden yapılan alkollü bir içki olduğunun altını çizip, “Çin kaynaklarında ve Eski Türkçe belgelerde geçen ‘begni’ kelimesinin bozaya veya benzer şekilde bir tahıldan yapılan, bira benzeri bir içkiye denk geldiği düşünülüyor”
KEBAP TARZI ET YEMEKLERİNE YABANCIYDILAR, HAŞLAYARAK YERLERDİ
Bazı yemeklerin yapım tarzlarında zaman içerisinde değişiklikler yaşandığına da değinen Erkoç, “Günümüzde özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaygın olan baharatlı kebap tarzı et yemekleri, Eski Türklere biraz yabancıydı çünkü Türkler etlerini daha ziyade haşlama olarak pişirirlerdi. Peynir de her ne kadar Türklerin bildiği bir ürün olsa bile eski dönemlerde peynir çeşitleri günümüze göre daha azdı ve daha ziyade kurut şeklinde oluyordu. Zaten Türkçedeki ‘peynir’ kelimesinin Farsça kökenli olması bu duruma işaret ediyor” i
TAZE ET DIŞINDA EN ÖNEMLİ BESİN KAYNAĞI: KURUTULMUŞ ET
Erkoç, Eski Türkler’de en çok tercih edilen etin koyun eti olduğunu belirtip, onun dışında sığır, at ve keçi gibi hayvanların da etlerinin yendiğini söyledi. Zaman zaman balık da yiyen Eski Türkler taze etin yanı sıra kurutulmuş et de yerlerdi. Kurutulmuş et onlar için en önemli besin kaynaklarından biriydi. Konuyla ilgili Erkoç, “Sürü hayvanları yaz ayları boyunca otlaklarda semirdikten sonra bir bölümü ayrılır ve kesilir, etleri iste kurutularak uzun süre dayanmaları sağlanır, pastırmaya benzeyen bu kurutulmuş etler yıl boyunca yenilirdi. Askerler seferlerde yanlarında genellikle kurutulmuş et taşırlar, böylece lojistik sorunlarını önemli ölçüde çözerlerdi”
CEZASI İDAM OLARAK BELİRLENMİŞTİ!
Sonbaharda toplu kesilen sürü hayvanları dışında, misafirler için de sürü hayvanları kesilirdi. Kurutulmuş et çok önemli bir besindi, çünkü sürünün çoğalarak devam etmesi için hayvanların belirli bir sayının altına inmemesi gerektiğini açıklayan İhsan Erkoç, “Eğer gereğinden fazla hayvan kesilirse sürü küçülmeye başlar ve ileride yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı” ifadelerini kullanıp, Bozkır halkları hakkında önemli bir açıklamada bulundu. Erkoç, “Bozkırlarda kaynaklar çok kısıtlı olduğu için bir hayvanın her parçası önemli sayılırdı. Bozkır halkları bu işi o kadar çok önemsemişlerdir ki Cengiz Han ünlü yasalarında bir hayvanın kesildikten sonra parçalarının yenilmeyip atılmasının cezasını idam olarak belirlemiştir”
HAMUR İŞLERİNE DE ÇOK DÜŞKÜNDÜLER
Eski Türkler, süt ürünleri olarak süt, ayran, kımız, yoğurt ve kurut tüketirdi. Buğday, arpa ve darıdan yapılan tahıl ürünlerinin de sıklıkla yenildiğini ifade eden İhsan Erkoç, börek ve pişi benzeri hamur işlerinin çok yaygın olduğunu, hatta etten sonra en çok tüketilen yemeklerin hamur işleri olduğunu belirtti.
Öte yandan Bozkır halkları arasında tatlının ise çok sevilmediğini ancak bal tüketildiğini söyleyen Erkoç, tahıl ürünleri ve kuruttan yapılan bazı çorba çeşitlerinin sıklıkla, özellikle de sabahları ve yolculuklar sırasında tüketildiğini dile getirdi.
BAZI AĞAÇLARIN ÖZSULARINDAN İÇKİ YAPIYORLARDI
Kımız ve sert kara kımızın yanı sıra begni, Eski Türklerin “bor” dedikleri şarap ve bazı ağaçların özsularından yapılan sert içkiler, sevilen alkollü içecekler arasındaydı. Bozkırlarda üzüm yetişmediği için Eski Türkler pek fazla şarap üretemezler, kımızdan daha yüksek alkol oranına sahip olduğu için daha çok sevdikleri ve lüks bir tüketim maddesi olarak gördükleri şarabı ya haraç ya da ticaret yoluyla Çin ve Türkistan gibi bölgelerden elde etmeye çalışırlardı. Erkoç bu durumu şöyle açıkladı:
“Eski Türklerde şarap yapımında istisna olarak Uygurları sayabiliriz, çünkü Uygurlar 840’tan sonra Doğu Türkistan’a yerleştikleri zaman eski yurtları Moğolistan’a göre daha ılıman bir iklime sahip bu bölgede üzüm yetiştirilebiliyor olmaları sayesinde şarap yapımına başlamışlardı. Müslüman coğrafyacılar da Türklerin az önce değindiğim ağaç özsularından yaptıkları sert içkilerden ayrıntılı olarak söz ediyorlar.”
O DÖNEMDE BİRDEN ÇOK YEMEK TEMALI ŞÖLENLER YAPILIRDI
Hem yabancı kültürler hem de bizzat Türklerin kendileri tarafından yazılan tarihî kaynaklar, ayrıca Türk mitolojisine ait efsanevî anlatılar, Eski Türklerde zengin bir şölen geleneğinden söz eder. Doğu Roma elçisi Priskos’un, kendilerinin şerefine Attila’nın düzenlediği ve günler süren içkili şölenleri ayrıntılı bir şekilde anlattığını söyleyen Erkoç, “Karahanlı ve Selçuklu dönemlerinde bu tarz şölenlere ‘toy’ denilmekteydi ki bunlarla ilgili bilgiler çok sayıda kaynakta bulunuyor. Moğol döneminde ise “şölen” kelimesi Moğolcadan Türkçeye geçmiştir ki bu kelimenin Moğolcadaki asıl anlamı ‘çorba’dır. Moğolları ziyaret eden çeşitli Avrupalı gezginlerin seyahatnamelerinde, Moğol şölenleri ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Oğuzlara ait efsanevî Dede Korkut Hikâyeleri’nde de toylarda ‘dağ gibi et yığılıp göl gibi kımız sağıldığı’ pek çok kez ifade ediliyor”
BİRLİKTE YEMEK YİYEN KİŞİLERİN ARASI BOZULURSA…
Eski Türkler için yemek ve yemekli toylar tıpkı günümüzdeki gibi sosyal ilişkilerde önemli bir yer tutuyordu. Birlikte yemeğini paylaşmak, insan ilişkileri bakımından önemli bir aşamaydı. Birlikte yemek yiyen kişilerin aralarının bozulmasının çok ayıplandığını söyleyen Erkoç, ayrıca eğer bir avcı, bir hayvan avlar ve başka bir kişiyle karşılaşırsa, karşılaştığı kişinin av etinden pay alma hakkı olduğunu ifade etti.
DOMUZ VE TAVUK ETİ YEMEZLERDİ
Bozkır halklarının tarih boyunca domuza mesafeli yaklaştıkları görülüyor. Yunan tarihçi Herodotos, İskitlerin avlayıp yedikleri hayvanları yazarken yalnızca domuz avlamadıklarından ve etini yemediklerinden söz ettiğini söyleyen Erkoç, “Eski Türkler hakkında bilgi veren Çin, Roma-Bizans, İslam, Ortaçağ Avrupa vs. kaynaklarında da Türklerin domuz yetiştirip etini yediklerine ilişkin pek fazla kayıt yok. Bunun sebebi basit, çünkü domuz hantal bir hayvan olup yüzlerce kilometre göç eden bozkır halklarının yaşam tarzına pek uygun değil. Koyun, at, deve, sığır, keçi gibi hayvanlarla uzak mesafeler kolayca aşılabilirken, bunu domuzla yapmak pek mümkün değildi. Zaten domuzun dünya çapında yaşadığı bölgelerin haritasına baktığınızda, Avrasya bozkırlarında pek fazla bulunmadığını görebilirsiniz”
Ancak ormanlık bölgelerde kısmen yerleşik bir yaşam süren özellikle bazı Moğol ve Tunguz halklarının domuz yetiştirdiklerini, bozkırlara indiklerinde bunun izlerinin görüldüğünü, nitekim günümüzde de Moğolistan’da domuz yetiştiriciliğinin ön planda olduğunu da sözlerine Ekleyen İhsan Erkoç, sözlerine şöyle devam etti:
“Her ne kadar Eski Türkler pek fazla domuz yetiştirmiyorsalar da bu, domuzu tamamen kötü bir hayvan olarak gördükleri şeklinde algılanmamalı. Nitekim Eski Türklerin kullandıkları On İki Hayvanlı Takvim’de bilindiği üzere her on iki yıla birer hayvan adı verilmektedir ki bunlardan birisi domuz’dur; Türkler, kökeni tartışmalı olan bu takvimde söz konusu hayvanı kullanmaktan çekinmemişler.”
Domuzun dışında, yerleşik yaşama geçişin ve İslamiyet’in kabulünün artmasından önceki dönemlerde Türklerin yaygın bir şekilde yetiştirmedikleri bir başka hayvanın ise tavuk olduğunu belirten Erkoç, “Günümüzde Türk mutfağında tavuk tüketimi çok yaygınlaşmışsa da tıpkı domuz gibi uzak mesafeleri aşmak için pek uygun bir hayvan olmaması nedeniyle özellikle göçebe boylar büyük olasılıkla pek tavuk yetiştirmemiş olabilirler. Çünkü Eski Türklerden söz eden yazılı kaynaklar onların tavuk yetiştiriciliğinden pek bahsedilmiyor. Ancak yine de Türklerin tavuğu tanıdıklarını onu On İki Hayvanlı Takvim’de bir yıl adı olarak kullanmalarından anlayabiliyoruz” diye açıkladı.
‘RAKI’NIN ORTAYA ÇIKIŞININ ARDINDAKİ İLGİNÇ HİKÂYE
Altaylarda ekşi sütten rakı yapıldığı, kımız içme törenlerinin daha sonraları rakı içme törenlerine dönüştüğü belirtiliyor. Peki, bunu günümüzdeki rakı gibi düşünebilir miyiz? Doç. Dr. İhsan Erkoç, Eski Türkler ve diğer bozkır halkların genellikle kımız içtiğini doğrulayıp, “Mayalandırılmış kısrak sütünden yapılan ve alkol oranı düşük olan bu içki, adeta bozkır göçebeleriyle özdeşleştirilmiştir. Ancak 13. yüzyılda elçilik veya misyonerlik gibi faaliyetler dolayısıyla Moğolları ziyaret eden çeşitli Avrupalı gezginler, Moğolların çok tükettikleri kımızın yanı sıra daha nadir bulunan ‘kara kımız’ adında başka bir içki daha içtiklerini anlatırlar. Kımızın yeniden damıtılmasıyla elde edilen, hafif yağlı su görünümüne sahip bu içkinin içimi kaynaklara göre kımıza göre daha yumuşak olmasının yanı sıra tadı da daha güzeldir ve alkol oranı daha yüksektir” ifadelerini kullandı. Modern araştırmacılar ise bu dönemlerde kımızın alkol oranının yaklaşık %1-2, kara kımızın alkol oranının ise yaklaşık %4-5 yani aşağı yukarı günümüzdeki biralar kadar olduğunu belirtiyor.
“Kara kımız” adının Türkçe olmasına değinen Erkoç, “Moğolları ziyaret eden bu kişilerin söz konusu içkiyi Moğol ordusundaki Türk kökenli askerlerden öğrendiklerine işaret ediyor. Çünkü ‘kımız’ Türkçe bir kelime olup normalde Moğollar kımıza kendi dillerinde ‘airag’ diyorlar. Orta Çağ’daki Avrupalı seyyahların betimledikleri kara kımız, günümüzde çeşitli Türk topluluklarının “Arakı” veya “Arak”, Moğolların da “Arhi” olarak adlandırdıkları içkidir” diyerek nasıl rakıya dönüştüğünü şu şekilde anlattı:
“Bu kelimelerin kökeni Arapça olup Anadolu Türkçesindeki şekli “Rakı”dır. Ancak Osmanlı döneminden beri Türkiye’de tüketilen rakı, bildiğiniz üzere anasondan yapılıyor ve kara kımız gibi kısrak sütünden imal edilmiyor. Yine bilindiği üzere Balkanlarda da çeşitli meyvelerden yapılan farklı rakı çeşitleri mevcuttur. Güçlü içkiler için kullanılan genel bir terim olarak gözüken ‘rakı’, anlaşıldığı kadarıyla çeşitli Türk boyları tarafından zaman içerisinde kara kımız için kullanılır olmuş.”
‘YOĞURDU DÜNYAYA TÜRKLER TANITTI’
Öte yandan Eski Türklerin sıklıkla tükettiği bir gıda da yoğurttu. İnek, koyun, kısrak ve manda sütünden bolca elde edilen yoğurt, yemeğin yanında, çorbalarda terbiye ve katık olarak da kullanılırmış. “Yoğurdu dünyaya tanıtan Türkler olabilir mi?” sorusunu yanıtlayan İhsan Erkoç, “Yoğurt tarih boyunca Türk topluluklarının yaygın şekilde tükettikleri gıdalardan birisi. Zaten gördüğümüz üzere ağırlıklı olarak hayvansal ürünlerden beslenen Türkler, bundan dolayı yoğurdu da yoğun bir şekilde üretip tüketmişlerdir. Yoğurdu dünyaya Türklerin tanıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz, zaten kelimenin Türkçe oluşu ve “yoğur-” fiil kökünden gelmesi bunun kanıtı. Kımızın tüketimi Anadolu Türkleri arasında zamanla ortadan kaybolmuş olsa da ayran ve yoğurt gibi ürünler, yaygın bir şekilde üretilip tüketilmeye devam etti”
TÜRKİYE’DE TÜKETİLMEYEN AT ETİ, O DÖNEMİN BAŞ TACIYDI
Uygurların yerleşik yaşama geçmelerinden sonra bile yoğun bir şekilde et yediklerini ifade eden İhsan Erkoç, 981 yılında Turfan Uygurlarına giden Çinli elçi Wang Yande’nin, Uygurlarda zenginlerin at, sıradan halkın ise sığır ve yaban kazı yediklerinden söz ettiğini belirtti. Doç. Dr. Erkoç, “Eski Türklerde koyun eti çok daha yaygın bir şekilde bulunabildiği için at eti ondan daha değerli görülmekteydi. Burada tabii şunu da belirtmeliyiz ki Türkler her atı rastgele kesip yemezlerdi, bu iş için özel yetiştirilen besi atları vardı. At eti lezzetli olduğu gibi, Avrasya bozkırlarının sert soğuklarında yendiğinde insan vücudunu ısıttığına inanıldığı için değerli görülüyordu. Günümüzde Türkiye Türklerinde at eti tüketimi kalmamış olmakla birlikte hem Müslüman olan hem de olmayan diğer Türk topluluklarında hâlâ sevilip tüketilen bir besin olma özelliğini sürdürüyor”
KABAK EN ÇOK YETİŞTİRDİKLERİ SEBZEYDİ
Peki, Türkler sebze ve meyve yetiştirip tüketiyorlar mıydı? Araştırmacılar, Türklerin tarih sahnesine çıktıkları bozkır coğrafyasının, bol otlaklarıyla hayvancılığa çok elverişli olmasıyla birlikte kuru tarım yapılabilecek ölçüde rutubetli bir yayla özelliği de taşıdığını söylüyor. Hatta Orta Asya’da, özellikle de Anau’da yapılan tarih öncesi kazılarının, ziraat ürünleri ve sulama kültürünü ortaya çıkarması Türklerin tarım yaptıklarının bir göstergesi olarak görülüyor.
Türkler, Orta Asya’da her ne kadar göçebe bir hayat tarzı sürdürseler de Çin kaynakları, onların her birinin küçük de olsa ekili-dikili bir arazilerinin olduğuna dikkat çekiyor. Öyle ki Hunlar, göçebe bir hayat yaşamalarının yanında tarım işleriyle de uğraşıyorlardı. Bu amaçla su kanalları ve ekip dikilecek alanlar açılıyor, tarımda kürek, orak ve saban demiri, ürünü saklamak için açılan özel çukurlar, tahılı ezmek için taşlar kullanılıyordu. İslamiyet’ten önce Türklerde yiyecekler ve içecekler hakkında araştırma yapan Prof. Dr. Sami Kılıç ve Doç. Dr. Ali Albayrak, Türkler’in yetiştirdiği sebzeleri şöyle sıraladı:
“Türklerin yetiştirip tükettikleri başlıca sebzeler, patlıcan (bütüge), fasulye (bosu), pancar (dünüşge), havuç (gezer/geşiir/gizri) kabak, sarımsak (samursak/sarmusak), soğan (sogun), salatalık (turmuz), turp (turma), şalgam (çagmur), biber (burç), kabak, bakla idi. Özellikle kabak, kabaklık adı verilen tarlalarda çokça yetiştirilir, hem taze hem de kurutulmuş olarak tüketilirdi.”
‘KAVUN, ERİK VE CEVİZ YETİŞTİRDİKLERİ BAHÇELERİ VARDI’
“Türkler çok çeşitli meyveleri de üretip yerlerdi” diyen Prof. Dr. Kılıç ile Doç. Dr. Ali Albayrak, şu bilgileri de paylaştı:
“Elma (alma/almula), şeftali (aluç, tülüg erük), kaysı (sarıg erük), erik (kara erük), armut, ayva (auya), dut (üjme), üzüm, karpuz (büken), kavun (kagun), iğde (yigde), fıstık (bitrik, şekirtük), fındık (kosuk), ceviz (yagak) bunların başında geliyordu. Özellikle kavun, erik ve ceviz yetiştirdikleri tarla ve bahçeleri vardı. Kavun tarlasına kagunluk, erik tarlasına erüklük, ceviz bahçesine yagaklık, üzüm bahçesine de borluk adını verirlerdi. Erik, şeftali, üzüm gibi meyveleri taze olarak tükettikleri gibi kurutulmuş olarak da yerlerdi. Kurutulmuş meyvelere genel olarak kak ismi verilirdi. Ancak kurutulmuş üzüme üskenteç denirdi. Üzümden pekmez (bekmes) ve sirke yapmayı da biliyorlardı.”
Ben Selen Atasoy, bir Bozkır çocuğu olarak, tavuk eti yemem, babam’ da yemez. Et yemeği sadece kaynatılır, Almanya gelmeden önce yemekler % 85 sulu yemek olduğu için çatal tutmasınıda bilmiyorduk, Almanlar ekmeği bile çatal ve bıcakla yerken biz Türklere sofra kültürü olmayan barbarlar dediler… Bende şöyle söyledim önce Türklerin kültürünü tanıyın, kim olduklarını öğrenin hangi şartlar altında yaşadılar, Türkler göçebedir, yörüktür, yani hiç durmadan Türk yürür.Türkün, öyle sizin gibi bir yerde sabit mutfağı yoktu, onlar zamanında makro ekonomiyi bulmuş insanlar” az öteberi ile büyük başarı saglayan , sıfırın altında 60 derecede çoluğunu, çocuğunu, itini, atını hayatta tutana Türk denilir.
Ne mutlu Türküm diyene!
Saygılarımla
Selen Atasoy
Bir yanıt yazın